Hizbullah militanlarının sürekli olarak kontrolü altında bulunan güney Beyrut, savaşın simgesi haline geldi. Dünyanın hemen her yerinden Beyrut'a gelen gazete ve televizyonların temsilcileri hem bu semtleri, hem de daha ilk günden bombalanmaya başlanan havaalanını gören hakim bir tepeden canlı yayınlar yapıyor, fotoğraf çekiyorlardı.
Günün hangi saatinde başlayacağı belli olmayan bombardıman o tepeden çok net görülüyor, bombaların sesi Beyrut'un her yerinden duyuluyordu. Ağlayan çocukların sesiyse artık birer mülteci kampına dönüşen okullardan, parklardan ve tam kapasite ile çalışan hastanelerden yükseliyordu.
Kendi ülkelerinde mülteci oldular
Şehrin tüm bölgelerinde mülteci kampları oluşturulmuş, insanlar bu bölgelere yerleştirilmişti. Hükümet ülkeden toplanabilen yardımların dağıtımında etkisiz kalıyordu. Bu nedenle kurulan gönüllü yardım grupları bu mülteci kamplarında çalışıyordu.
Dürzi gençler Sanaya parkındaki mültecilere el uzatmıştı. Yiyecek ve içecek ihtiyaçları ile birlikte çok sayıda doktor da sağlık hizmeti veriyordu. Burj El Barajne, Haret Hreyk ve havaalanının hemen çevresindeki evlerde oturan ve yurtdışına çıkabilecek kadar parası olmayan fakir halk, kamplara yerleştirilmişti. Zamanından erken doğan beş günlük bir bebek belki de savaşın acılarının onu sürüklediği koşulları henüz fark edemiyordu elbet, ama annesinin yüzündeki ifade tüm açıklığı ile yaşanan bu sıkıntıyı tarif eder nitelikteydi.
Lübnan Komünist Partisi'nin yardımına koştuğu mülteciler ise Ramil Darif Ortaokulu'ndaydı. Burası aynı zamanda Beyrut'taki yardım çalışmalarının da koordine edildiği yerdi. İsrail tarafından burada yaşamak zorunda bırakılanlar, sınıflarda sıraları bir tarafa yığmış, sünger yatakları sermiş, kara tahtanın önünde uyumaya alışmışlardı. Bu okulda da sağlık hizmetleri ağırlıkla Hizbullah üyesi doktorlar tarafından yine gönüllü olarak veriliyordu.
10 yaşındaki Ebi annesinin ülkesine ilk kez gelmişti
Burada karşılaştığımız 10 yaşındaki Ebi Raisauvi'nin hikayesi ise belki de dünyanın öteki ucunda, Avustralya'da bile bu savaşın acısının ne kadar büyük bir şiddetle hissedildiğini kanıtlıyordu.
Ebi, kendi ülkesi olarak bildiği ama daha önce hiç görmediği Lübnan'da savaşın acısını ve şiddetini yaşıyordu. O haritanın en doğu ucunda Ortadoğu'dan çok uzakta, Avustralya'da yaşıyordu.
Gözlerinde korkunun, şaşkınlığın karanlığı ile umudun ışığı aynı anda görülüyordu. Hayatında ilk defa anne ve babasının doğup büyüdüğü Lübnan'a gelmişti. Gerçek ülkesine adımını atar atmaz da savaş tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.
"Bizim ülkemizde" dedi, Avustralya'yı kastederek, "eğlenmek için bile kimse eline silah alıp atamaz. Ben silah sesini sadece televizyonda duymuştum bugüne kadar, ama şimdi bombaların gürültüsünü de biliyorum."
Onu Avustralya'dan getiren uçağın indiği havaalanının pistinde şimdi İsrail bombalarının açtığı çukurlar vardı. Haret Hreyk semtindeki akrabalarının evi ise füze saldırıları sonucunda artık bir yıkıntıydı. Ebi 10 gündür Beyrut'un merkezindeki Ramil El Zarif lisesindeki bir sınıfta kalıyordu. "Çok korktum" dedi ben sorunca, "Bir an önce kaçmak istedik, önce mahalleden ayrıldık, sonra da bu okula yerleştik". Ebi'nin annesi ve babası da 1982'deki İsrail işgali sırasında Avustralya'ya taşınmış. 10 yaşına geldiğinde Lübnan'ı görmesi gerektiğini düşünüp kızlarını göndermişler.
Ebi, ilk bomba ile birlikte çok korktuğunu anlattı. Evden nasıl kaçtıklarını, bombalanan sokakların arasından geçip şehir merkezine gelirken neler hissettiğini... Savaş ve Ortadoğu'nun çözümsüzlüğünde bombaların yarattığı travmayı yaşıyordu artık. Henüz İsrail ülkenin bu bölümünde iletişim altyapısını çökertmediği için hemen her gün annesiyle, kardeşleri ve kuzenleri ile konuştuğunu, onların da çok endişeli olduğunu söylüyordu: "Telefon ettiğim zaman annemin sesi titriyor. İlkin ben de çok korktum ama şimdi iyiyim. Burada bize iyi bakıyorlar. Ama bir an önce Avustralya'ya dönmek istiyorum. Annem de sık sık Avustralya Büyükelçiliği'ni arayıp beni ne zaman Lübnan'dan çıkaracaklarını soruyor. Ben de bir an önce gitmek istiyorum."
Ebi Raisauvi, Lübnan'daki pek çok yaşıtı gibi savaş korkusunu çok erken çağda yaşadı. Bir daha Lübnan'a gelmek isteyip istemediğini sorduğumuzda ise yüzünde bir kararsızlık ifadesi beliriyor, anlamı belirsiz bir omuz silkmeyle, dönüp yanındaki teyzesinin gözlerinin içine bakıyordu. Bütün bu gördükleri karşısında bile yüzündeki hüzünlü gülümseme Ebi'nin hafızasında Lübnan'ın hüzün ve korku içinde anacağı bir ülke olarak kalacağını gösteriyordu.
Mülteciler bir an önce barışın sağlanmasını ve evlerine dönmeyi istiyorlardı. Ancak bir yandan kulakları sağır eden bombaların gürültüsünü duyup, diğer yandan barışı hayal etmek çok kolay bir şey değildi.
Hiçbir şoför güney Beyrut'a gitmek istemiyordu
Burj El Barajne'de de bombalamaların ardı arkası kesilmiyordu. Şoförümüz tehlikenin büyüklüğünü göz önüne alıp oraya gitmek istemediği için bir evi bombalanmış bir başka şoförü bizi götürmesi için ikna ettik. Hızlı bir biçimde Beyrut sokaklarında ilerlerken aracımız büyük bir gürültü ile sarsıldı. Çok yakınımızda bir yere bomba düşmüş olmalıydı. Zaten az sonra hemen önümüzde kapkara bir duman belirdi.
Biraz daha yaklaşınca üzerinden dumanlar çıkan binayı gördük. Görüntü alabilmek biraz daha yaklaşmak istedik ama Hizbullah militanlarınca engellendik. Daha yakına gitmemizi neden istemedikleri ise çok kısa bir süre sonra anlaşıldı. Bina büyük bir gürültü ve toz bulutunun arasında, gözlerimizin önünde çöküyordu. Bir yandan da birer harabeye dönmüş hayatlarını kurtarmak için çöken binanın hemen yanındaki apartmana giren bir kadın dikkatimizi çekti.
Elinde içeriden çıkarabildiği bir sandık eşyasıyla koşarak binanın dışına park ettikleri otomobile eşyalarını taşıyordu. Adı Rolla Dakik'ti. Sorulan her soruya düzgün İngilizcesiyle cevap veriyordu. Evinden olmuş, canını zor kurtarmıştı ve İsrail'e olan kızgınlığını dile getiriyordu: "Artık evim, bu semt, hatta Beyrut gözümde yok. Lübnan hepimizin ve bu ülkeyi sonuna kadar savunacağız. Burayı tamamen dümdüz etseler bile Şeyh Nasrallah'a dokunamayacaklar. Onu öldüremeyecekler. Gerekirse hepimiz ölürüz ama ona bir şey olmayacak. Artık hepimiz onun arkasındayız."
Dahiye'de kadınlar ve çocuklar ölüyor
Rolla Dakik'in eşi de olup bitenler karşısında son derece sinirliydi. Ebu Musaf Dakik, bu bölgede Hizbullah militanlarının olmadığını, sadece sivillerin yaşadığını söylüyordu. Sonra eliyle bir futbol sahasını işaret ederek, "Bakın burayı da vuruyorlar. Burada çocuklar top oynuyor. Onların amacı da zaten özellikle kadınları ve çocukları vurmak. Şöyle bir çevrenize bakın, hiç silahlı asker gördünüz mü? İsrail böyle yapıyor, çünkü Amerika böyle istiyor."
Dakik ailesi ile konuşurken mahalle sakinlerinden biri Beyrut'ta kullanımı çok yaygın olan küçük motosikletiyle yanımıza yanaştı. Nereli olduğumuzu sorup öfkeyle konuşmaya başladı: "Siz de Müslüman bir ülkesiniz. Sıra bugün bizde, yarın sizde olabilir. Gerçekler ortada. Lütfen bize yardımcı olun ve İsrail'le ilişkilerinizi gözden geçirin". Daha sonra sokakta toplanan birkaç kişiyle birlikte Hizbullah lehine sloganlar atmaya başladılar.
Rolla ve eşi arabalarına binip kim bilir hangi kampa sığınmak için yola çıktı. Biz de bölgeden ayrılıp Beyrut'un merkezine geldik. Geleli henüz yarım saat olmuştu ki kent iki büyük patlama ile sarsıldı. Bir İsrail gemisinden atıldığını öğrendiğimiz iki füzenin hedefi yine Burj El Barajne'ydi. (MU/TK)
* Murat Utku'nun Beyrut fotoğraflarına ulaşmak için tıklayın.