Bu yazıda, Cumhuriyet öncesinde başlayıp, 1923'ten sonra hız kazanan, kadınlara yönelik modernleşme projesinin ortaya çıkarttığı bazı sorunları ele almaya çalışacağız.
Günümüzde de sürmekte olduğunu düşündüğüm bu meselelerin tarihsel boyutundan söz etmeyi de gerekli buluyorum. "Yeni" modernite anlayışının ya da Cumhuriyet ideolojisinin içselleştirildiği ailelere ve kızlarına, daha önce yaşamlarından kesitler sunduğumuz iki kadın yazarın hikâyesini de dahil ederek bir çerçeve çizmeye ve daha geniş bir perspektiften bakmaya çalışacağım.
Anı kitaplarının bir özelliği yazılanlar üzerine düşünmekse, bir diğer özelliği de özellikle kırk yaşını geçmiş okuru kendi yaşamı, yaşadıkları üzerine düşünmeye, hatta belki de yazmaya kışkırtmasıdır.
Yukarıda anlatılanlarla paralellik göstermesi açısından bu noktada kendi geçmişimden de bahsetmeyi anlamlı buluyorum. Üstelik bu "paralellik" yazarların anlattığı dönemin tam otuz yıl sonrasına, 70'li yıllara denk geliyor.
Bununla birlikte misyon sahibi ebeveynlerin kızları olma, modernite projesinin taşıyıcısı olma hali pek değişmiyor, ya da pek az değişiyor. Bu nedenle kendi İlk gençliğimden söz etmek manidar geldi.
Orta sınıf, sol/Kemalist öğretmen ana babanın kızı olarak dönemin Türkiye İşçi Partili insanlarının arasında geçti çocukluğum. Yıldız Sertel'inkine benzer biçimde evimizden Nâzım'ın kendisi değil ama, şiirlerinin okunduğu akşamlar hiç eksik olmadı. Özgürlükçü bir anlayışla yetiştirildik, kız kardeşim ve ben.
Bu "Özgürlüğün" sırtımıza yüklenmiş ağır bir yük, büyük bir sorumluluk olduğunu uzun yıllar sonra fark edebildim. Anne babanın öğretmen olduğu okullarda öğrenci olmanın ne ağır bir sorumluluk olduğunu bilirim. Benderli'nin anlattığı gibi ana babamı utandırmamak için hep iftihar listelerine geçtim öğrenimim boyunca.
Bu "aşırı Özgürlük" on yedi yaşında yakınlık duymaya başladığım radikal bir sol hareketle ilişkiye girene kadar sürdü. Nihayet ben de odama kilitlendim. Balkondan inerek arkadaşlarımla buluşmaya gittim. Ve o gün "özgürleşmeye" karar verdim. Tıpkı Benderli'nin yaptığı gibi bu yeni çevre içinde hayranlık duyduğum bîr delikanlıyla evlenme kararı verdim, verdik.
İlginçtir, anneler onaylamasalar bile bu türden bir karara şiddetle karşı çıkmıyorlar. Babamın bütün karşı çıkmalarına rağmen on yedi yaşında evlendim. Kısa sürede verilmiş bu kararla, hayatım ileride ciddi bedeller ödeyeceğim yeni bir mecraya girdi.
Bu türden evliliklerin "araçsal" yönüne de dikkat çekmek gerekir. Bu noktada evlilik, kendi içinde ve başlı başına bir anlam ifade etmekten öte, ait olduğunuz yeni ilişkilerin anahtarı durumuna gelebiliyor. Peki aileden özgürleşebildin mi? Bu soruya "tam olarak" evet diyemiyorum.
Eğer siyasal baskılar görmüş bir ailenin üyesi iseniz, hayatınız "biz ve onlar" olarak ikiye bölünüyor. "Biz": Aile. "Onlar": Toplum ve devlet. Yıldız Sertel'in aileden bir türlü bağımsızlaşamamasının bir nedeni de bu kanımca.
Şöyle açıklamaya çalışalım: Sertel'ler, Tan olayları sırasında ve onu izleyen günlerde polisten gördükleri baskı nedeniyle giderek sosyal çevreden dışlanır. Öte yandan da, o günün genel geçer şartlarında yaşananların (yaşadıklarının) istisnai, özel bir durum arz etmesi nedeniyle, başkaları tarafından paylaşılamayacağı ve anlaşılamayacağı duygusu, aileyi bulunduğu çevreden uzaklaştırmaya başlar. Sonuç, giderek daha çok "bağımlılık"; aileye yani "biz"e kapanma.
Bu çerçevede, yani "bağımlılık" ya da "bağımsızlık" sorunsalı açısından, Çiğdem Kâğıtçıbaşı'nın "karşılıklı duygusal bağlılık" olarak adlandırdığı aile modeli analizine, açıklayıcı ve sistemleştirici bir çerçeve sunması bakımından yer vermekte yarar görüyorum.
Bundan Önce, Kâğıtçıbaşı'nın kendisinin de bu makalenin konusuyla ilişkilendirilebileceğini düşünüyorum. Şöyle ki; Çiğdem Kâgıtçıbaşı andığımız çalışmasının başında "Bir Kişisel Giriş" adıyla yer yerdiği bölümde kendisine ilişkin de şunları söyler:
"Kişisel yaşamımdan profesyonel kariyerime kadar beni etkileyen bir başka unsur, toplumsal refaha yönelik hizmet anlayışım olmuştur. Bu anlayışın kökleri, benim için aynı zamana rastlayan, ailedeki ve okuldaki sosyalleşme sürecine kadar iner.
"Annem ve babam, modern laik toplumun eğitimine kendilerini adamış iki Cumhuriyet öğretmeniydi. Özellikle annem tarafından vurgulanan "toplum için yararlı bir şeyler yapmak" ideali ile büyütüldüm. Geriye baktığımda, benim neslimin gençleri tarafından, Özellikle eğitimli öğretmenlerin ve "modern bir ulus kurma" sorumluluğunu duyan devlet memurlarının çocuklarında bu tür ideallerin ciddiye alınmış olduğunu görüyorum."
Kâğıtçıbaşı bizim gibi bağlılık (toplulukçuluk) kültürüne sahip toplumlarda sosyoekonomik gelişmeyle ortaya çıkan bağlamsal ve ailevi değişimleri açıklamaya yönelik bir model geliştirmenin gereği üzerinde duruyor ve bu modele de "karşılıklı duygusal bağlılık modeli" adını veriyor. Gelişmiş ve kentleşmiş bölgelerde, kadının statüsünün yüksek olduğu çekirdek ailelerde daha yaygın olarak görülen bu modelde, duygusal alanda karşılıklı bağlılık, maddi alanda hem birey hem de aile düzeyinde bağımsızlık gözlenmektedir.
Bu modelde ortaya çıkan benlikte hem ilişkisellik hem de özerklik, yani iki temel insan ihtiyacı olan "bağlanma" ile "özerklik" bir arada bulunur. Bu "çatışan" eğilimlerin diyalektik bir sentezinin sağlıklı bir kişiliğe yol açtığı kabul edilirken, birinin bastırılıp diğerinin öne çıkması bir sorun olarak görülmüştür. Yıldız Sertel'de yukarıda söz ettiğimiz nedenlerden dolayı, özellikle yurtdışına çıkış sonrasında giderek duygusal bağlılık eğiliminin arttığı gözlenmektedir.
Bu konuyu erkekler boyutuyla ele almayı denemek sanırım daha açıklayıcı olacaktır. Bu boyuta ışık tutması açısından anlamlı bulduğum bir başka yazarın anılarından söz edeceğim. Ev adlı anı kitabında çocukluk yıllarını anlatan Gün Zileli, kendi ağabeyine ilişkin hatıratını naklederken, 30'ların başında doğmuş bu kuşağa ilişkin ilginç gözlem ve saptamalarda bulunuyor.
Ağabeyinin üniversitede okuyan arkadaşları için aşk, erkeklerin hemcinsleriyle rakı kadehleri eşliğinde sohbet ederken, romantik bir sesle birbirlerine anlatıp efkarlanmalarına yol açan ama pek de pratiğe geçmeyen bir şeydir. Bu ve benzeri gözlemlerinden de hareketle Zileli, Cumhuriyetle birlikte özellikle büyük kentlerin orta sınıflarında kadınların kapanması, kaç-göç ilişkilerinin son bulması ve kızlarla erkeklerin aynı okul sıralarında, aynı ortamlarda bir araya gelmelerinin, yani görünüşteki serbestlik ortamının sorunu çözmediğini, tersine, "kafaların içindeki sarıklar" çözülmediği ve cumhuriyetçi orta sınıf ailelerin "yeni tür" muhafazakâr ahlak anlayışı yenilmediği sürece, durumun belki eskisinden de kötü olduğundan söz etmektedir:
"Çünkü artık engel, dışsal bir gücün kızlarla erkekler arasına koyduğu, bir yerinden delindiğinde karşı cinslerin birbirinin kucağına atılacağı sunî duvarlar değil, "cumhuriyet idealleriyle" gözlerini "engin ufuklara" dikmiş, zihnen hadım edilmiş gençlerin kafasına yerleştirilmiş ahlaki duvarlardı."
Zileli devamında babasının ya da M. Kemal kuşağının, bu konuda çok daha becerikli, atılgan olduğunu belirtmekte, buna ilişkin olarak "kadınlarla erkeklerin birbirine ulaşmasını önlemek için dinsel ve geleneksel duvarlar ören Osmanlı toplumu, aslında kadın erkek ilişkilerini, istemeden de olsa, bu duvarların yüksekliği oranında teşvik etmiş, kışkırtmış, karşı cinslerin birbiriyle ilişki kurması için akıl almaz yöntemlerin geliştirilmesine yol açmıştı," diyerek, Mithat Cemal Kuntay'ın Üç İstanbul romanının, bunun sayısız örneklerini ihtiva ettiğinden bahsetmektedir.
Zileli'nin de belirttiği gibi "sorunun asıl taşıyıcısı" Cumhuriyet'in orta sınıf, kentli kuşakları gibi görünmektedir. Konuyla doğrudan ilgili olmamakla beraber üst sınıfa mensup kadınların (ve tabii erkeklerin de) gerek Osmanlı modernleşmesi, gerekse Cumhuriyet koşullarında daha fazla serbesti içinde olduklarını söylemek sanırım yanlış olmaz.
İlber Ortaylı'nın Osmanlı Toplumunda Aile kitabına dayanarak çeşitli örneklerden söz edilebilir. Ünlü şeyhülislamlardan birinin kızı olan Fitnat Hanım, şiiri ve zarafetiyle XVIII. yüzyıl barok İstanbul'unun seçkin simalarındandır. XIX. yüzyıl şaireleri arasında yer alan Leyla Saz Hanım Kazasker kızıdır ve devrine göre orijinal ve cesur tavırlarıyla ün yapmıştır.
Macar Osman Paşa diye bilinen, 1849 mültecisi -asıl adıyla Sandor Farkas- Paşanın kızı Nigâr Hanım ile Mustafa Celaleddin Paşanın (Kont Borzecki) kızları, oğulları ile birlikte Osmanlı başkentine alafranga bir hayat tarzı getirenlerdendir. Kadınlı erkekli suareler, ilmî edebi toplantılar Nigar Hanımın salonunda yapılmaktadır.
Nâzım Hikmet'in annesi ressam Celile Hanım, Mustafa Celaleddin Paşanın torunudur. Osmanlı başkentinde bu tip Batı kökenli modernleşmenin yanı sıra, ilmiye sınıfından efendilerin kızlarının başlattığı bir modernleşmeden de bahsetmektedir Ortaylı. "Genelde bu sınıfın muhafazakâr bir dünya görüşüne sahip olduğu düşünülmekle birlikte biyografik tetkiklerin artmasıyla hiç de öyle olmadığı, Osmanlı toplumundaki ortalama eğitimin üstünde eğitim gördükleri ve babaları ve kocaları tarafından şımartıldıkları anlaşılmaktadır," demektedir, ilmîye sınıfı, kadınların en rahat nefes aldığı, en çok teşvik edildiği ve en iyi eğitim gördüğü çevredir.
Tarihçi Cevdet Paşanın kızlarından Fatma Aliye Hanım, roman, hikâye, siyasi hatırat yanında kadın yazar ve münevverlerin tanıtımı ve teşvikinde önemli rol oynamıştır. Bu kadınlar aynı zamanda sosyal reformcular olarak da ortaya çıkarlar. Fatma Aliye Hanımın kızkardeşi Emine Semiye Hanım daha radikal bir kimlikle ortaya çıkar; yazarlığının yanı sıra siyasetle ilgilidir ve sosyalizme sempati duyar.
XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başında "âlem-i nisvan" başlığıyla tartışmaya açılan kadın haklan meselesi, kadın-erkek seçkinlerin çabalarıyla reform hareketlerine dönüşebilmiştir.
Ortaylı'ya dönersek, bu alan kadınlardan önce erkeklerin mücadele alanı olmuş, Halide Edip gibi mütefekkirler, toplumun yönetici seçkinleri (erkekler) tarafından teşvik ve himaye edilmiştir. Kadın hakları meselesi kadınların, genç kızların ve çocukların "aydınlatılması" ve eğitilmesi meselesine odaklanmıştır. Yusuf Akçura, Ahmet Cevdet Paşa, Abdullah Cevdet, Halit Ziya, Namık Kemal, Ahmet Mithat, Ömer Seyfettin, Reşat Nuri kadının halihazırda hak ettiği bir yerde olmadığını savunmuş, makale ve romanlarında bu konuyu işlemişlerdir.
Kadınlara yönelik en önemli reform, eğitim alanında olur. Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi isimli çalışmasında XIX. yüzyılın sonlarına doğru açılan ve çeşitli düzeylerde eğitim veren kız okullarının niteliklerini ve sayılarını aktarırlar.
Yine XIX. yüzyılın sonundan itibaren Fatma Aliye, Şair Nigâr gibi, seçkinlerin aydın hanımlarının yanı sıra daha çok kentin orta sınıfları (memur, esnaf, zanaatkar gibi) arasından ilgi çekici bir tip ortaya çıkar: muallime. Sayılan fazla olmamakla beraber bir yenileşmeci/öncü kadın tipi de muallimedir. Çalıkuşu'nun İdealist Feride'si aslında bir Osmanlı muallimesidir ve Cumhuriyet Öğretmenine de ilham kaynağı olmuştur.
Osmanlı toplumsal düzeninde, hatta bütün Akdeniz-Ortadoğu kültür kuşağının toplumlarında kadın ile erkeğin ayrı ayn yasadıkları, Ortaylı tarafından dile getirilmektedir. Yine Ortayh'nın belirttiği gibi sanayi devrimi aşamasından geçmemiş bu toplumlarda kadınların ve erkeklerin büyük kitleler halinde çalışma hayatına birlikte atılmaları, birlikte mücadele etme geleneği ve hatta birbirleriyle rekabet etmeleri gibi bir olgu söz konusu değildir. Ayrıca birlikte eğlenme (karnavallar, festivaller), -okul dışında- birlikte eğitim görme, salon gelenekleri veya vaaz dinleme gibi birleştirici fırsatlar da yoktur.
Kadınların ve erkeklerin eğlenme ve bir araya gelme mekânları kesin biçimde ayrılmıştır. Her ne kadar İstanbul kadını kafes arkasında değilse de, daha çok ev merkezli yaşar; sokaklar, kahvehaneler vs erkeklerin alanlarıdır. Bununla birlikte kanaatimce kadının ev-içi alandaki hâkimiyeti ona büyük güç kazandırmaktadır.
Meseleyi Marksist "üretim" paradigmasından görenler, "yeniden üretim" sürecini sadece "emek" sorunsalı açısından değerlendirip, kadınınkini ev-içi ücretsiz emek, ya da köle ve angarya emeği olarak anlıyorlar. Oysa "yeniden üretim" denilen sürecin, ev-içi sosyalizasyon, değerlerin üretimi ve aktarılması boyutunu ve tüm bunlarda kadının hâkimiyetini göz ardı ediyorlar. Zamanla çalışma hayatına daha fazla katılan bazı orta sınıf eğitimli kadınların ev-içindeki konumlarını, yani "geleneksel ayrıcalıklarım" ya da hâkimiyetlerini neden giderek yitirdiklerini açıklamaya çalışacağım.
Bir araya gelme geleneğinin, üst sınıf kadınlarla erkeklerde XX. yüzyılın başından itibaren oluştuğunu, o döneme İlişkin yazılmış çeşitli romanlarda görmek mümkün. Yakup Kadri'nin Kiralık Konak'ı, Sodom ve Gomore'si, Kemal Tahir'in Esir Şehrin insanları adlı eseri, mütareke yıllarının İstanbul'unda üst sınıf insanlarının hayatlarını eleştirel biçimde anlatır, İstanbul'un işgal yıllarında, müttefik askerlerini memnun etmek için Şişli salonlarında düzenlenen kadınlı erkekli partilerin bir evveliyatının olduğunu düşünebiliriz.
Başka bir deyişle işgalciler böyle bir ortamı, "salonu" hazır bulmuşlardır zaten. Cumhuriyetle birlikte, Yenişehir ve Nişantaşı burjuvazisi içerisinde salon geleneğinin giderek gelişmeye başladığını düşünmekteyim.
Ankara Palas eğlenceleri bunun bir örneğidir. Aklıma gelen bir başka örnek, Cimcozların Nişantaşı'ndakî evlerinin salonudur. Popüler tarih araştırmacılarının Şakir Paşanın kızlarının yaşamları hakkındaki yazılan da bir başka örnek olabilir, Hatta Sertellerin Moda'daki evlerinin salonu o dönem aydınlarının bir araya geldikleri bir "salondur."
Ancak kentli orta ve alt sınıf kadınlar ve erkekler için, ayrı ayrı bir araya gelme ve eğlenme geleneği devam etmiştir, istisnai durumlar vardır elbette, mesela taşrada da tertiplenen Cumhuriyet Baloları istisnai bir araya gelmeler olarak düşünülebilir.
Başa dönecek olursak genç Cumhuriyet, uzman ve yarı uzman personel ihtiyacının bir kısmını (özellikle öğretmenleri) Osmanlı'nın yenileşmeci bu üst orta ve orta sınıf okur yazar kadınlarından sağlamıştır.
"Yeni hayat" anlayışının bir sonucu olarak kadınların kamusal planda görünür kılınması erkeklerin de meselesidir ve bu anlamda kadınların, çevrelerinden, özellikle eşlerinden teşvik ve himaye gördüklerini söylemek mümkündür. Yaşama biçimi, kılık kıyafet, kadınların konumu gibi konularda genç Cumhuriyet'in reformlarının meşruiyetinin henüz toplumsal olarak tam da sağlamlaşmadığı koşullarda, bu kadınlar -özellikle Cumhuriyet döneminin ilk kuşak mezunları- kamusal alanda gerek giyim kuşamlarında gerekse hal ve tavırlarında adeta cinsiyetlerinden soyunarak hatta bir miktar "erkeksileşerek" var olabilmişlerdir.
Muallime, Cumhuriyetle birlikte ortaya çıkan bir tip olmamakla beraber, "İmajı ve ideolojisi" Cumhuriyet sonrasında oluşmuş ve olgunlaşmıştır. Yakup Kadri'nin Ankara'sının Selma'sı, adeta ideal Cumhuriyet kızının karikatürleştirilmiş (gerçekliği alabildiğine zorlayan biçimde) halidir, iyi eş, iyi anne, iyi öğretmen, iyi vatandaş rolü bugünden bakıldığında ağır bir bedel, ağır bir yük gibi görünmektedir.
Ancak sanırım Cumhuriyet'in ilk kuşak kadınlarında durum böyle, yani bugünden göründüğü gibi algılanmamaktadır. Şöyle ki; geleneksel rollerini ne kadar "hakkıyla" yerine getirdiklerini, yani ne kadar iyi eş ve iyi anne olduklarını bilemiyoruz, ama mesleklerini hakkıyla yapmak konusunda fedakârca çalıştıkları bilinmektedir. Öncelikle kadınları ev dışına çıkmaya teşvik eden yeni bir toplumsal düzen, bu düzenin kurulmasında kendi katkıları, toplumsal işe yararlık duygusu, bunun sağladığı doyum, heyecan ve şevk, çalışmanın, para kazanmanın da ötesinde varoluşsal bir mesele olarak algılanmaya başlaması, onları toplumsal zorlukları aşma konusunda motive etmiş, özveriyle ülkenin özellikle eğitim hayatında yer almaya sevk etmiştir. Zekeriya Sertel, "Bab-ı Âli'de Tanıdıklarım" dizisinde Sabiha Sertel'in portresini şöyle çiziyor:
"Sabiha Sertel üç kimliği bir arada toplayan bir insandı: iyi bir ev hanımı, mükemmel bir ana ve kimlîği kuvvetli bir yazardı. Bu üç kimlikten bîrini ötekinin zararına üstün tutmaksızın, aralarında ahenkli bir denge kurmasını bilirdi. İyi bir ev kadını ve mükemmel bir ana olması, iyi bir fikir kadını olmasına engel olmamıştı, iyi bir gazeteci ve yazar olması, anneliğine ve ev hanımlığına en ufak bir zarar vermemişti."
Bununla birlikte geniş bir parantez açıp, şunu da belirtmeden edemeyeceğim: Döneminin güçlü ve etkin kalemlerinden Sabiha Sertel, tüm imkânlara rağmen bîr türlü kendine ait bir çalışma masası olamamasından, yazılarını hep yemek masası üzerinde yazmak zorunda kalmasından şikâyet ede gelmiştir.
Moda'daki lüks evde bile bu durum değişmemiş, ancak eşi evde olmadığı zamanlarda onun çalışma odasını ve masasını kullanabilmiştir. Ne var ki, ev-dışı alanların esas olarak erkeklerden müteşekkil olduğu şartlarda kadınların bu "çıkışı" kadınlar aleyhine yeni tür sorunların ortaya çıkmasına da neden olmuştur.
Bu durumun ortaya çıkarttığı sonuçlar/sorunlar bugün dahi sürmektedir. Kadınların, çalışma yaşamına giderek daha fazla katılması bu durumu ortadan kaldırmamış, tam tersine bir "yarılmanın" ortaya çıkmasına da sebep olmuştur. Cumhuriyetle birlikte kadınların uzman ve yan uzman mesleklerde daha fazla yer aldıkları çalışma hayatı, esas olarak erkeklerin istihdam edildikleri alanlardır.
Bu "erkeksi" alanlarda kadınlar cinsiyetlerinden soyunarak yer alabilmişlerdir. Kadınların ne yasalar ne de erkek meslektaşları tarafından çalışma alanından dışlandıklarını söylemek pek mümkün değil (tam tersine erkekler tarafından gerçek rakipler olarak görülmedikleri için himaye edildikleri dahi söylenebilir), ancak çalışma hayatının asıl figürleri erkeklerdir ve kadınlar tarafından erkeklerin model olarak benimsendiği kanısındayım.
Sokaklar da benzer biçimdedir, oyun alanları erkek çocukların mekânıdır; bu alanda da kız çocukları ancak "erkek gibi" davranarak var olabilir. Eğitimli kadın politika da dahil kamu hayatında tarzı ve edasıyla ancak "erkeksileşerek" var olabilirken, giderek geleneksel otorite alanının, ev-içinin de hâkimiyetini kaybetmeye başlamaktadır. Sertel ile Benderli'nin Osmanlı terbiyesiyle yetişmiş annelerinin, kocaları ve çocukları üzerinde Çok daha etkili oldukları anlaşılmaktadır.
Bunda sanırım kadının başarısını, Cumhuriyet'in başarısı olarak gören "ilk kuşak" erkeklerin, yani kocaların da büyük katkısı bulunmaktadır. Ancak bu tür bir "becerikliliğin" kız çocuklarına aktarılması Cumhuriyet'in hızlı modernleşme sürecinde kesintiye uğrar.
Yarılma dediğim şey, tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır: Çalışma hayatında erkeğin model olarak alınması, toplum hayatının çeşitli düzlemlerinde hakiki bir toplanma, bir araya gelme geleneğinin olmayışı, bunlara ilaveten ev-içi hâkimiyetinin de giderek yitirilmesi; geleneksel anlayışlarla beslenen iyi eş, iyi anne rolünün icrasında ister istemez ortaya çıkan pürüzler, sorunlar... Neredeyse tüm orta sınıf eğitimli, çalışan kadınların modernleşmeyle birlikte ödedikleri ağır bedel!
Son olarak şunu da belirtmeliyim, İyi ki anı kitapları var ve ne iyi ki sayıları giderek artıyor. Geçmiş denen "hayali" ya da "hayaleti" ete kemiğe büründürdükleri, bugüne taşıdıkları için... Her ne kadar "hatırlamanın" kendisi bîr "kurgu" olsa da, böyle bir "zaafiyetle" malul olsa da, "düşünenler" açısından bugün dediğimiz şey de "gerçekte" bir kurgu değil midir? (SA/BA)
_____________________________
* Değinilen kaynaklar
Yıldız Sertel, Annem: Sabiha Sertel Kimdi, Neler Yazdı? Belge Yayınları, 2001,325 s.
Sabiha Sertel Roman Gibi: Demokrasi Mücadelesinde Bir Kadın Belge Yayınları, 1987, 368 s.
Sevim Belli, Boşuna mı Çiğnedik Belge Yayınları, 1994, 656 s.
Gün Zileli, Ev (1946-1954) İletişim Yayınları, 2004, 128 s.
Vartan Ihmalyan, Bir Yaşam Öyküsü Cem Yayınevi, 1989, 308 s.
İlber Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile Pan Yayıncılık, 2004, 184 s.
Çiğdem Kâğıtçıbaşı, Kültürel Psikoloji: Kültür Bağlamında insan ve Aile YKY, 1998, 276 s.
der. Erden Akbulut, TKP MK Dış Bürosu 1965 Tartışmaları TÜSTAV, 2004, 464 s.
Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan 1999'a) Alfa Basım Yayım, 1999, 7. basım, 436 s.