Yıldız Sertel'in Ardımdaki Yıllar'ı ve Gün Benderli'nin Su Başında Durmuşuz'u 1920'lerin sonunda dünyaya gelmiş, sol politikaya ve özellikle dönemin Türkiye Komünist Partisine (TKP) ilgi duymuş, benzer ilişkiler içerisinde yer almış ve hayatları TKP'nin "yurtdışı aktifinde" kesişmiş iki kadının hikâyesi.
Bununla birlikte bu iki kadının politika içindeki yaşamları, aynı olayları algılama ve anlatma tarzlarındaki farklar, onların hem sosyolojik hem de kişilik yapıları arasındaki farklara götürüyor bizi ve bu anlamda da bir değerlendirme yapabilmemize olanak tanıyor.
Kitaplar, sol politikayla yaşamı boyunca oldukça içli dışlı olmuş iki insanın anlatısı olmakla beraber, ben bu anlatıların "kadınlık meseleleri" açısından da sorunsallaştırılabileceğini düşünüyorum. Ayrıca her iki kitabın sol tarih açısından zengin malzeme içerdiğini de belirtmeliyim.
Anlatıların özellikle kamusal/politik yanından öte "özel alan" tarafı ilgimi çekti. Bu yazıyla amaçladığım da esas olarak konunun bu yönüne değinmek olacaktır. Önce bir noktaya dikkati çekmek isterim. Son on on beş yılda, Osmanlı'nın son döneminin öncü kadınları üzerine özellikle kadın akademisyenler, daha çok da tarihçiler tarafından hatırı sayılır sayıda çalışma yapıldı.
Takip edebildiğim kadarıyla daha çok tasnif edici, tanımlayıcı çalışmalardı bunlar. Ancak Cumhuriyet döneminin öncü kadınları, özellikle sol politikada aktif olarak yer almış kadınlara ilişkin kapsayıcı ve açıklayıcı çalışmalara rastlamadım.
Elbette bu, ciddi bir araştırmanın konusu. Ben esas olarak bu iki anlatının, iki yaşamöyküsünün etrafında bazı değerlendirmelerde ve saptamalarda bulunmaya çalışacağım. Bunu da mümkün olduğunca sınıf, tarih ve kültür ekseninde yapacağım.
Bu iki hayatı bu tür bir incelemeye tabi tutarken farklı çözümleme düzeylerinde ele almanın güçlüğünün farkındayım. Yine de birey, aile ve toplumsal ilişkiler yumağının temelindeki nedensel ilişkilerin en azından bir kısmı çözümlenebilir.
İnsan yaşamının çocukluk evresinin tüm yaşam içerisinde çok önemli bir sosyalleşme süreci olduğu, bu sürecin bireyin yaşamının daha sonraki dönemleriyle kıyaslandığında çok daha derin izler bıraktığı ve etkin olduğu tartışılagelmektedir.
Bu olgu, bu düşünce, sanırım son yıllarda daha fazla sayıda kişi (yazar/okur) tarafından da paylaşılıyor olmalı. Bunu destekleyen bir gösterge, özellikle toplumsal mücadeleler içerisinde yer almış kişilerin, anılarını anlatırken sadece "mücadele yıllarından" değil, çocukluklarından da uzunca bahsetmeleridir.
Bu durum onlar açısından "nostaljik/romantik bir hatırlama" olduğu kadar, bu konunun öneminin kavranması olarak da düşünülebilir. Belki bazı okurlara "bize ne!" dedirtecek bu dönemin, anı yazımına giderek daha fazla dahil edilmesi aslında bütün bir hikâyeyi kavramamız açısından önemli ipuçları sunuyor. Her iki yazarımız da bu dönemlerini okurla paylaşıyorlar.
İlk bakışta Yıldız Sertel'in de, Gün Benderli'nin de eğitimli ebeveynlere sahip, üst-orta sınıfa mensup, Rumeli kökenli ve daha önemlisi güçlü annelerin kızları olduğu izlenimini ediniyoruz. Cumhuriyet'in onuncu yılı ve her ikisi de Cumhuriyet'in kadın projesinin "öncü kızları"; toplumun kültürel elitlerinin çocukları. Bununla birlikte nüans gibi görünen fakat gerçekte önemli olan bir "terbiye" farkı var, ki bu, her iki kadının "özgürleşme" sürecinde önemli pay sahibi olan bir fark.
Açmak gerekiyor: Yıldız Sertel'in bulunduğu çevre ve aile ilişkileri sol/Kemalist denebilecek bir anlayışa çok daha yakın. Çocuk terbiyesi açısından ebeveyn Sertel'ler daha özgürlükçü bir modernleşme anlayışına sahipler.
Böyle bir anlayışın ortaya çıkmasında ebeveyn Sertel'lerin ABD'de almış oldukları üniversite eğitiminin etkilerinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. (Bununla birlikte, dönüş sonrasında anne Sertel daha sol bir çizgi izlerken, baba Sertel'in politikada giderek daha liberal bir çizgi izlemesinin de ABD'de geçen o dönemin güçlü etkileri sonucu olduğu kanaatindeyim.)
Yıldız Sertel de kendi eğitimine ilişkin şu sözlerle açıklıyor durumu:
"Annem, Amerika'da John Dewey'nin eğitim nazariyelerini öğrenmişti. Dayak yasaktı. Çocuk terbiyesi sevgiye ve bilince dayanmalıydı. Bizim için en büyük ceza onun bize gücenmesiydi."
Yıldız Sertel'in çok olumlu bir şekilde, adeta överek anlattığı bu durum, sanırım en büyük ceza ve kendisinin de "özgürleşememesinin" önemli bir nedeni. Her türlü ebeveyn ilişkisi bir tür otorite içerir. Açık otoriteye, şiddete başkaldırmak çok daha kolayken, bu türden duygusal baskıya, duygu terörüne karşı çıkmak, bırakın karşı çıkmayı, bu çok daha gizilleştirilmiş "terörün" ayırdına varmak bile çok zor.
Sertel'in, anılarını yazarken de bu durumun çok ayırdında olmadığı izlenimi ediniyoruz, îlk kez Oğuz Atay'da okumuştum; küçük burjuva, eğitimli ailelerin çocuklarına sağladıkları bu "özgürlüğün," aslında nasıl da insanüstü, bezdirici oto-kontrol mekanizmaları geliştirmeye sevk ettiğini ve gerçekte nasıl da bir "sevgi pazarlığına" dönüştüğünü.
Elitizmin o dönemin tüm sol aydınlarına içkin bir şey olduğu söylenebilir, ancak Yıldız Sertel'in özellikle ortaokul döneminden itibaren artan elitizmi, güçlü bir "sınıfsal küçümseme" boyutuna da varabiliyor ve neredeyse tüm hatıratında kendini hissettiriyor. Mustafa Kemal'in ölümünü anlattığı şu satırlar buna bir örnek olarak anılabilir:
"O gün, biz kolej kızları için çok acı bir gün oldu. Zaten herkes mahzundu. Dolmabahçe Sarayının kapısına geldiğimiz vakit, büyük demir kapıları kapalı bulduk. Kapıların açılmasını uzun süre bekledik. Kapılar açılmadan arkamıza başka okulların yığılması kaçınılmazdı. Ne yazık ki arkamıza gelen okul, Haydarpaşa Lisesi oldu. Bu lise öğrencilerinin ne mal olduğunu ben bilirdim. Kadıköy'de bir arkadaşımın erkek kardeşi oraya gidiyordu. Bu lise iyi terbiye görmemiş, bir yığın ne idüğü belirsiz gençle doluydu."
Kapıların açılmasıyla büyük bir izdiham yaşanır ve kız öğrencilerden biri vahim bir biçimde hayatını kaybeder. Sertel'in bu olaydan "şehit vermek" biçiminde söz ettiği satırlar da ilginç:
"Bu olayda bir şehit verdi kız koleji. Manyasizade'nin kızı Betül'ü, arkadaşımızı, ayaklarımızla çiğneyerek öldürmüştük. Haydarpaşa gençleri, Ata'larına böyle vedaya gelmişlerdi."
Yıldız Sertel'in giderek güçlenen bu eğiliminde iki temel faktörün etkili olduğu izlenimini edindim. Birincisi annesi Sabiha Hanımdan çok babası Zekeriya Beyin tavrı, diğeri de Amerikan Kız Koleji eğitimi.
Önce Sabiha Hanımın genel tutumuna kısaca değinelim. Sabiha Sertel'in, Türkiye'de bulundukları yıllar içerisinde kocasından daha sol bir çizgi izlediğinden yukarıda söz etmiştim. Bu nedenle Zekeriya Sertel'le kıyaslandığında her zaman daha mütevazı bir tavır içerisinde görünmekte.
Bunda ABD'de aldığı sosyoloji eğitimi esnasında okuduğu Marksist klasiklerin yanı sıra, göçmen Türkiyeli işçiler arasında başarılı biçimde yürüttüğü "cemaat teşkilatlanması" çalışmasının önemli payı olduğu kanısındayım.
Türkiye'ye döndükten sonra tanıştığı Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali gibi sosyalist aydınlardan etkilenmesini bunlar sağlamış olsa gerek. (TKP'nin işçi kadrolarından Şoför İdris lakaplı îdris Erdinç de Sabiha Sertel'in son derece müşfik, mütevazı bir insan olduğundan ve kendilerinin sorunlarıyla yakından ilgilenip yol gösterdiğinden söz eder.) Yine Yıldız Sertel'in anlattığına göre, annesi "büyük burjuvazinin yeri" olarak andığı Büyük Moda semtinde Zekeriya Sertel'in yaptırmakta olduğu iki katlı ve dönemin ölçülerine göre oldukça lüks sayılabilecek konuta "artık çok burjuvalaşıyoruz" biçiminde itiraz eder.
Amerikan Kız Kolejindeki yıllar, Büyük Moda çevresine eşlik eder. 1930'larda Yıldız Sertel'in deyimiyle "ekâbir" çocuklarının okuduğu okullardır bunlar; "sivrilmiş aydınların" bu okulda okuyan çocuklarını -kendisini de içerecek biçimde- bu "imtiyazlı zümreye" dahil eder.
Bu okullara ilişkin bir parantez açalım: Amerikan Kolejlerini "müfredatı" itibariyle, iyi İngilizce bilen, İngiliz edebiyatından anlayan, Cumhuriyet bürokrasisine (özellikle hariciyeye) ve gelişmekte olan burjuvaziye eş yetiştiren kurumlar olarak nitelemek sanırım çok yanlış olmayacaktır.
Bu anlamda Osmanlı harem kurumunun işlevlerini devraldığı da düşünülebilir. Yıldız Sertel Şişli Terakki'de başladığı ortaokul eğitiminden kısa sürede alınarak Amerikan Kolejine yazdırılır. Bunda Terakki Lisesinde matematik dersinden ikmale kalacak olmasının yanı sıra Latin harflerinin kabulüne karşı çıkmış "muhafazakâr" bir tarihçi sayılan Turhan Tan'ın Sertel'lerle konuşması da etkili olmuştur.
Tan oğlunu Saint Joseph'e göndermeye karar vermiştir. Dönemin, bazı çevrelerde etkili olmuş bir anlayışını yansıtması bakımından bu sözleri aktarmayı anlamlı buluyorum:
"Efendim! Artık Türkçe, Türkçe olmaktan çıktı. Durmadan yeni kelimeler uyduruyorlar. Bir kuşak ötekinin söylediği lafı anlamıyor. Türkçeleştirmek için çıkardıkları kelimelerle dil zayıflıyor. Daha ileride ne olacağı da belli değil.
"Doğru dürüst kökleri, kaideleri olmaktan da çıkacak, bir çorba olup gidecek. Oğlum böyle bir dil öğreneceğine, bari doğru dürüst bir Batı dili öğrensin. Fransızca ona yeni ufuklar açacak, durmadan değişen, nereye gittiği belli olmayan bir dille vakit kaybetmeyecek."
Bu anlayışı Yıldız Sertel de "Doğruydu Turhan Tan'ın söylediği bu sözler," ifadesiyle onaylıyor. Asıl ilginç olan, Sertel'lerin bu sözlerle ikna olmaları. Latin harflerinin kabulünü desteklemiş, Nâzım Hikmet'le birlikte Resimli Ay sayfalarında "Putları Kırıyoruz" kampanyasını yürütmüş, üstelik aruz ve hece veznine karşı, yine Nâzım Hikmet'le birlikte serbest nazımı savunmuş iki "ilerici" insan için tuhaf bir durum. Daha da ötesi var. Sabiha Sertel anılarını aktardığı Roman Gibi adlı kitabında, Resimli Ay sayfalarında misyonerlere karşı açtıkları kampanyadan söz eder.
Misyonerlerin, Amerikan kapitalistlerinin bu işe ayırdıkları paradan faydalanarak İstanbul ve diğer şehirlerde kolejler açtıklarından, bu okulların esas işlevinin azınlıkları Türklere karşı kışkırtmak, halka din ve milliyet kinlerini aşılamak olduğunu belirtir.
Ayrıca bu okullar vasıtasıyla "Amerika'nın yüksek bir uygarlığa sahip olduğu propagandası yapılıyor, Türkiye'nin geri bir ülke olduğu telkinleriyle, öğrencilerde aşağılık duygusunu geliştiriyorlardı," demektedir.
Bu düşüncelere sahip olup da, kızlarını bu okullardan birinde okutmaları en hafif deyimle tuhaf bir çelişki gibi görünmektedir. Ya da muhafazakârı ve ilericisiyle o dönem aydınlarının ne denli güçlü bir "seçkinci/Batıcı" anlayışa sahip olduklarını gösterir.
Ancak gerek Büyük Moda çevresindeki şık villa, gerekse Amerikan Koleji eğitimi, "sivrilmiş aydınların," dönemin esas "imtiyazlı zümresi" tarafından bütünüyle kabul edilmelerine yetmemektedir. Sınıfsal ve politik bariyerler içten içe varlığını sürdürmektedir.
Örneğin, Yıldız Sertel'in hem kolejden hem Moda çevresinden arkadaşı olan bir gençle flörtünün evlilikle sonuçlanmasına delikanlının ailesi karşı çıkar; Sertel terk edilir. İroniktir, Yıldız Sertel'in yıllar sonra Prag'da tanıştığı Kürt asıllı bir gençle yaptığı izdivaç da Sertel ailesi tarafından benimsenmez.
Türkiye'de Halk Partisinin sol kanadında çalışmış, Nâzım Hikmet'i kurtarma kampanyalarına katılmış bir gençtir Mehmet, ya da asıl adıyla Abuzer. İstanbul'da tamamlayamadığı mühendislik eğitimine burslu olarak Dresden'de devam etmek niyetindedir.
Malatya'nın bir köyünden olan, anası okuma yazma bilmeyen Mehmet, Sertel'ler tarafından kızlarına uygun görülmez. Önceleri aile damat adayına karşı çıkmaz; ancak zamanla özellikle baba Sertel tarafından "bu adam yemek yemesini bile bilmiyor" biçiminde eleştirilir.
Aileden ve bu türden eleştirilerden bağımsız bir evlilik hayatı kuramayan Yıldız Sertel, sonunda kocası tarafından "Sertel'ler çok mağrur ve kırıcı. ben onların kızıyla yaşayamam" gibi bil gerekçeyle terk edilir.
Benderli'ye gelince... Onun yetiştirilişinin, Sertel'le kıyaslandığında daha "açık" bir manevi baskının olduğu izlenimini ediniyoruz. Benderli öğretmen bir anne ile, bir dönem öğretmenlik de yapmış avukat bir babanın kızıdır. Benderli'nin yetişmesinde, kendi ifadesiyle, "cezalandırmaya ve ödüllendirmeye" dayalı anlayışın bir zaman sonra pek de "sökmediğini'' görüyoruz:
"Annemin sürekli uyguladığı cezalandırıra ve ödüllendirme sistemini kanıksamıştın artık. Herhalde nicelikten niteliğe geçiş sıçrayışı gerçekleştirmiş, tarihini, günüm kestiremediğim bir andan itibaren bunlar beni kesinlikle ırgalamaz olmuştu."
O sıralarda yeni tanıştığı sol çevre Benderli'nin üzerinde adeta baş döndürücü bir etki yapar, yine kendi ifadesiyle "duygu ve düşünce depremi" geçirir. Ancak tam da o sıralarda ailesiyle arasındaki ipler kopma noktasına gelir, tıp fakültesi sınavlarına girmediğini fark eden ana babası kıyametleri koparır:
"Ve bu iki akıllı insan hayatlarının en büyük gafletine düşerek bana, elbiselerimi kilitlemekten telefonun içindeki membranı çıkarmaya kadar, beni odaya hapsetmekten ağır sözlerle aşağılamaya kadar, ayrıntılarına şimdi girmek istemediğim akla gelen ve gelmeyen her türlü baskıyı uyguladılar. Babam ve annem sosyal bilimlerle biraz uğraşmış olsalardı, baskı arttıkça tepkinin artacağını ve günün birinde isyana dönüşeceğini düşünebileceklerdi. Düşünemediler."
Neredeyse içimden iyi ki düşünemediler diye geçirdim. Elbette baskıyı savunacak değilim, ancak yukarıdaki paragrafta bahsettiğim "sözde özgürlüğün", "gücendirmeme kaygısının" nasıl da "bağımsızlaşamayan" insanlar yarattığını biliyorum.
Bunun üzerinden çok kısa bir süre geçtikten sonra Benderli, o dönemde ve belki de daha sonraki dönemlerde de kızların "özgürleşebilmek" için yaptıkları şeyi yapıyor; ailesinin karşı çıkmasına rağmen yeni tanıştığı sol çevreden bir gençle evleniyor. Hayatına giren bu yeni insan, Benderli'yi eski arkadaş çevresinden "maharetle" koparıyor; üstelik bunu kendi deyimiyle baskıyla değil, "inandırarak" sağlıyor:
"Bunun yasaklamaktan çok daha tehlikeli bir yöntem olduğunu anlayacak kadar deneyimli değildim o zaman. Annem ve babamın beni istedikleri gibi bir insan olarak yetiştirmek için izledikleri manevi baskının bir başkasına gönüllü aday olduğumun farkına varamıyordum. Tam tersine halimden son derece memnundum."
Bununla birlikte yine de bir kopuş olduğunu düşünüyorum. Belki açık ya da örtük tüm manevi baskı yapanlardan ileride bütünüyle kopabilmenin ilk aşaması. Ki öyle de oluyor. Böylece sonraki yaşamında ağır bedeller ödeyeceği radikal bir kopuş yaşıyor aile ve memleket çevresinden... Son olarak da evliliğinden... Boşanma sonrasında bunu şu sözleriyle açıklıyor:
"Nasıl babam kafasının içinde bir sarık taşımışsa, benim de ellerimde ve ayaklarımda, kendi kendime koyduğum pranga ve zincirler vardı. Bunları kırıp atmam, emansipasyonumu gerçekleştirerek, özgürlüğüne kavuşmuş bir kadın olabilmem bir hayli zaman aldı."
Ancak kızlar bu radikal kopuşu yaşamadan; "ev'den basıp gitmeden," kendi tercihlerinin bedellerini ödemeden, ayakta durabilmeyi ve hatta "evle barışabilmeyi" öğrenemiyorlar sanırım.
Gün Benderli'nin çocukluk ve ilkgençlik yıllarına ilişkin anlattıkları bende güçlü biçimde daha sonraki döneme ait bir kadın yazarı, Tezer Özlü'yü çağrıştırdı. Mutlaka örnekler çoğaltılabilir. Özlü de tıpkı Benderli gibi otoriter öğretmen bir anne ile eğitimci ve hukukçu bir babanın kızıdır.
Özlü, özellikle çocukluk yıllarının eksen alındığı ilk öykülerinde aile içinde ana-baba ve okulda öğretmen disipliniyle uygulanan baskıların, yetişmekte olan bir insanı nasıl sakatladığını, bu sakatlığın ilerki yaşlarda kadın erkek her bireyi nasıl biçimlediğini kendi deneyimlerine yaslanarak anlatır. Daha sonraları kaleme aldığı ve'* otobiyografik roman olarak kabul edilen Çocukluğun Soğuk Gecelerı'nde bu tema çok hüzünlü bir dille işlenir.
Benderli ile kocası, evlendikten kısa süre sonra varlıklı kayınpederinin desteğiyle, eğitimlerini sürdürmek için Fransa'ya giderler. Kısa süreli ve biraz da hüsranla biten bir maceradır bu. Yine kısa süreli ikinci bir denemeden sonra, "dönüşsüz" yolculuklarına çıkarlar.
Ancak bu gel gidi birkaç yıl, Benderli ile eşinin politikaya iyice ısındıkları ve sonraki yaşamlarında önemli ve kalıcı olacak dostlarını tanıdıkları yıllardır. "Kesin gidiş" gerçekleşmeden kısa bir süre önce, 1950 yılında Partiye de alınacaklardır.
Benderli'nin yurtdışındaki hayatına damgasını vuran, politika içindeki yıllarından söz etmemek bu yazıyı eksik bırakmak demek olacaktır. Yazının başında da Yıldız Sertel'le yollarının TKP'nin "yurtdışı aktifinde" kesiştiğini belirtmiştik.
Bu arada dikkatimi çeken bir husus, Benderli'nin anılarında Sertel'ler haylice yer tutarken, aynı şeyi Yıldız Sertel'de göremiyor olmamızdır. Benderli'nin yaşamında esas yeri Budapeşte radyosunun Türkçe yayınlarındaki görevinin aldığını görüyoruz, ilk gazetecilik derslerini de bu görevi esnasında Zekeriya Sertel'den alır.
Bu arada iki de çocuğu olur. Yurda dönme imkânının kalmadığı zor yıllardır. Yine bu yıllarda Sertel'ler ve Nâzım Hikmet'le tanışır, politik ilişkilerinin yanı sıra dostlukları gelişir. TKP'nin çeşitli faaliyetlerinde aktif rol alır. 1952-63 arasını kapsayan bu dönemde Benderli, 1956 yılında Macaristan'ın çalkantılı zamanına tanık olur ve ana babası ve kız kardeşiyle yıllar sonra ilk kez Sofya'da buluşurlar.
TKP Merkez Komitesi ya da Dış Büro adıyla bilinen yapı ile Sabiha Sertel arasında ortaya çıkan bazı sorunlar neticesinde Yıldız ve Sabiha Sertel Leipzig'den yayın yapan ve Türkiye'de Bizim Radyo adıyla bilinen istasyondan ayrılmak ve SSCB'ye gitmek zorunda kalırlar.
Sabiha Sertel'in bu radyoda başredaktörlük gibi önemli bir görevi vardır. Bunun üzerine Gün ve Necil Togay Bizim Radyoda görevlendirilirler. Bu işe asıl talip ve hevesli olan kocasıdır. Leipzig Benderli'nin yaşamında yeni bir dönemdir. Benderli bu dönemi şöyle anar:
"Leipzig'de yaşadığım ve daima büyük bir rahatsızlıkla andığım altı yıla, ben, ömrümün çok önemli bir dilimini sığdırmıştım. Aslında belki de ancak yirmi yılda yaşanabilecek şeyleri ben Leipzig'de altı yılda yaşamıştım. Hem meslek hayatımda, hem parti hayatımda, hem de özel hayatımda. Leipzig silindir gibi üzerimden geçmiş, beni ezmiş bitirmiş ama aynı zamanda dolu dolu yaşatmıştı."
Doğu Almanya yolculuğunun hemen öncesinde politik kariyerinin zirvesine ulaşır. TKP'nin Merkez Komitesine "kooptasyon yoluyla" alındığını öğrenir. Ancak Merkez Komitesinin ya da Dış Büronun bir iç bürosu olduğunu, kendi tayininin ise "uyumlu, sakin kişiliği" sayesinde gerçekleştiğini anlamakta gecikmeyecektir.
Bu noktada Vartan îhmalyan'ın kitabından bir anekdotla araya girmek gerekiyor. Meşhur 1962 Leipzig parti toplantısında Merkez Komitesine "bunca yılın denenmiş, yetenekli Sabiha Sertel'i dururken," kooptasyon yoluyla Aram Pehlivanyan'ın atandığını öğreniyoruz İhmalyan'dan. Bu nedenle toplantıda bir tepkinin ortaya çıkmaması için Pehlivanyan adının gizli tutulduğunu da.
Anlaşılan Sabiha Sertel, İsmail Bilen "ekibinin" pek dişine göre değildi. Ancak genç Benderli "sakin ve uyumlu" kişiliğinin yanı sıra gerek İhmalyan'ın, gerekse Sevim Belli'nin anılarında belirttiği gibi "zeki, sağduyu sahibi ve sorgulayan" bir kişiliğe de sahiptir.
Merkez Komitesinin İsmail Bilen, Zeki Baştımar ve Pehlivanyan'dan oluşan üçlü sacayağının ya da "iç bürosunun" iyice ayyuka çıkan antidemokratik uygulamalarına sessiz kalmaz, kısa bir süre sonra da bu ekip tarafından "grupçuluk, likidatörlük" gibi suçlamalarla Merkez Komitesindeki görevine son verilir. Partiden de atılmasına, anladığınız"", kadarıyla, Pehlivanyan mani olur. Bu sırada Sertel'ler de SSCB'dedirler ve Moskova Grubu olarak muhalefetlerini sürdürürler.
Bu noktada dikkatimi çeken ve ilginç gelen husus, TKP Merkez Komitesinin Türkiye'de olan bitenden bihaber, keyfi ve otoriter tutumlarına karşı çıkma cesaretini gösterebilenlerin kadınlar olmasıdır:
Gün Benderli, Sabiha Sertel, Yıldız Sertel ve kocası TKP'nin kurucularından olan, Moskova Grubundan Sabiha Sümbül. Özellikle Benderli'nin tavrının çok cesur olduğunu söyleyebiliriz. Mevcut koşullarda Partiden de atılmayı göze almak hiç kolay değil.
Çünkü "atılmak" gibi bir muameleye maruz kalıp, Türkiye'ye de dönemeyen, çoğu kez bulunduğu ülkeden de sınır dışı edilip "sap gibi" ortada kalan çeşitli örnekler mevcut. Üstelik Benderli iki çocuğuyla, yalnız bir kadın.
Bizim Radyoya büyük bir hevesle talip olan kocası, iki ay gibi kısa bir süre sonra "şımarık bir çocuk" edasıyla bu kez Budapeşte'ye dönmek isteğinden söz eder. Dediğini yapa;. ancak tek başına döner. Benderli'yi her zaman olduğu biçimde bu kez "ikna edemez." Kısa bir süre sonra yine her vakit olduğu gibi ilişkiyi ve karısını bıraktığı yerde bulacağını umarak girişimde bulunur, Ancak bu kez olmaz, evlilik boşanmayla son bulur. Necil Togay'ın Budapeşte parti grubunda sürdürdüğü muhalefet "partiden atılmayla" sonuçlanır.
Son olarak Türkiye'de kadınlara yönelik modernleşme projesinin sakatlayıcı tarafına değinmek istiyorum. Neredeyse akıl ile beden arasında bir yarılmaya; giderek bedenine, cinsiyetine ve cinselliğine yabancılaşmaya yol açan, nihayetinde adeta bir ucubenin ortaya çıkmasına neden olan anlayışa... Yıldız Sertel'in anılarında fazlasıyla izlemek mümkün:
"Annemin verdiği öğüde sadıktım. Kene mi ezdirmezdim, birisi bana vurmaya elimden topumu almaya kalkarsa, deri ben de saldırırdım. Üstüne üstlük, Kaç köy'de bahçelerde, ağaçların dalla oynaya oynaya güçlü olmak ve hatta eri gibi olmak hevesi gelmişti bana.
"Annem durmadan, kadınlara yapılan haksızlıklardan, kadınların ezilmesinden bahseder. Bende ise kadın haklarını anlayacak kafa yoktu. 'Niye sanki annem beni erkek doğurmadı?' diyordum. Bunun çaresi de erkek gibi olmaktı.
"Onun için saçlarımı kestirir, ayağıma pantolon giyer, pazılarımı güçlendirmek için çeşitli hareketler yapardım. Ağaç değneklerine lastik bağlayarak sapan yapar, sapanla kuş tutmaya çalışırdık. Bir seferinde sapanımı elimden almak isteyen bir oğlan çocuğu ile bayağı dövüşmüş ve sapanı vermeden, duvardan atlayarak kaçmıştım.
"Bacaklarım, dizler daima yara içindeydi. Bu da bir iftihar konusuydu. Hele sokakta giderken, 'sen kız mısın, erkek misin?' dedikleri vakit koltuklarım bayağı kabarırdı.
Benim de aklıma çocukluğumun kedimi özdeşleştirdiğim kahramanı geldi: Pal Sokağı Çocukları'nın kahraman Nemecek'i. Bu meselenin üzerinde; başka bir yazıyla biraz daha durmak gerekiyor. (SA/BA)
* Sezin Aydemir, Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğretim üyesi
** "Anneler ve Kızları- Su Başını Tutan Erkekler ve Ardımızdaki Ömrümüz" başlıklı yazı Aylık kitap ve eleştiri dergisi Virgül'ün Eylül 2005 tarihli 87. sayısında yayımlandı. Aynı sayıda, çok sayıda kitap tanıtımının yanı sıra yayınlanan yazılar arasında "Taşraya Bakmak", "Nihat Erim'in günlükleri", "Fantastik Edebiyat", "Türklüğü Ölçmek", Rötarlı tarihçiliğin ironisi" yer alıyor.
*** Yazıdaki vurgular bianet'e aittir.