Kadına yönelik ayrımcılığın ortadan kalkması ve kadına yönelik şiddetin önlenebilmesi için TCK'daki düzenlemeleri önemli bir adım olarak gören kadın kuruluşları, taleplerini Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne yaptıkları ziyaretlerle dile getirdi.
TCK Kadın Paltformu'ndan ve Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı avukatlarından Hülya Gülbahar, "Kadınlar olarak bizlerin, TCK'ya ilişkin önerisi, var olan tasarının yüzde yüzünün değiştirilmesiydi. Bu değişikliklerin önemli bir bölümü yapıldı" diyor.
Ancak namus cinayetleri ve bekaret kontrolüne ilişkin tasarıda değişiklik yapılmamasını önemli bir eksiklik olarak görüyor.
Yasaları incelemek, birebir şiddeti yaşamamış kadınlar ve erkekler için kafa karıştırıcı ve sıkıcı olsa da, Uluslararası Af Örgütü'nün verilerine bakmak, herkesin çevresinde şiddet gören kadın ya da çocuk olduğunu, buna gözünü kapamanın ise şiddete sessiz kalmakla aynı anlama geldiğini düşündürüyor.
Bekaret kontrolüne götürülen kızların intihar etmesine, üçüncü sayfalarda yer bulan "namus için kızını boğdu" haberlerine, kadına yönelik şiddetin cezasız bırakılarak teşvik edilmesine karşı, TCK'yı kadın bakış açısından savunmak önemli hale geliyor.
Hülya Gülbahar, TCK ile ilgili kadın kuruluşlarının talepleri ve yapılan düzenlemelere ilişkin verdiği bilgilerde, bir söylem alanı olarak karşımıza çıkan yasaların "kadını ne kadar savunduğunu" anlamamızı sağlıyor.
Tasarıda kadınlar için 'devrim' sayılabilecek düzenlemelerin yer aldığı söyleniyor. Bekaret kontrolünün kalktığı yönünde medyada haberler yapıldı. Tasarıdaki değişiklikler kadınlar için ne kadar olumlu?
Evlilik içi tecavüzün suç olarak düzenlenmesi; kadın-kız ayrımının kaldırılması; çocukların cinsel istismarına ağır cezalar getirilmesi; tecavüz tanımının genişletilerek anal, oral, organ ya da bir nesne ile yapılan tecavüzlerin tecavüz kapsamına alınması; aile içi şiddetin işkence kapsamında düzenlenmesi; tecavüzün yakın akrabalar, öğretmen, bakıcı, doktor, emniyet görevlisi tarafından işlenmesi halinin ağırlaştırıcı neden olması; işyerinde ve diğer alanlarda cinsel tacizin eskisine oranla daha kapsamlı olarak düzenlenmesi son derece olumlu gelişmeler.
Bunların hepsi yapılması gereken değişikliklerdi. Ancak bizim asıl eleştirimiz, eski Ceza Kanunu'nun temel felsefesi idi. Temel talebimiz de, Ceza Kanunu'nun kadını aileden, kocadan, toplumdan, bağımsız bir birey olarak görmeyen bu felsefenin değiştirilmesiydi.
Çünkü kadına yönelik suçlar kadının kendisine değil; aileye, genel ahlak ve adaba, edep-törelerine karşı suçlar sayılıyordu. Yani kadının kendisine değil, onun sahibi olduğu varsayılan baba, koca gibi birtakım erkeklere ve topluma karşı işlenmiş suçlar.
Bu düzenlemenin mesajı açık ve netti: Kadınların kendi hayatları ve bedenleri üzerinde herhangi bir söz ve karar hakkı yoktu. Bu hak, onun sahibi olduğu iddia edilen erkeklere ve topluma aitti. İşte biz kadınların ana talebi, kadınların yeni Ceza Kanunu'nda bağımsız birer varlık olarak değerlendirilmesiydi idi.
Bir çok maddede olumlu değişiklikler yapılırken, ne yazık ki bu ana felsefe değişmedi. Meclisimizin erkek milletvekillerinden gördüğümüz en büyük direnç, bu konuda oldu. Kadınların hayatlarının kimin kontrolünde olacağı sorusu aynen Medeni Kanun'daki mal rejimi gibi, Ceza Kanunu'nun da bam teliydi.
Sizin talebiniz olan bekaret kontrolünün yasak olarak yasada tanımlanması tasarıya girmedi. Ancak genital muayene savcı ve hakim kararına bağlandı. Bu ne anlama geliyor?
Geldiğimiz bu noktada, Adalet Komisyonu'nun inatla ayak dirediği üç madde bu felsefenin değişmeyeceğinin açık kanıtı.
Bu üç maddeye bakarsak, 15-18 yaş arasındaki karşılıklı rızaya dayalı gönüllü ilişkiler hapisle cezalandırılmak isteniyor. Bu açıkça flörtün yasaklanması, flört edenlerin cezaevlerine gönderilmesi demek. Evlenme yaşının 17, olağanüstü durumlarda hakim kararıyla 16 olarak düzenlendiği bir ülkede, gönüllü ilişkiler için 18'e kadar ceza getirmeyi anlamak mümkün değil.
Bunu neden istiyorlar? Bu düzenlemeyle, evleninceye kadar kız çocuklarının hayatlarının ve cinsel haklarının kontrolü babalarının, erkek kardeşlerinin dolayısıyla ailenin erkeklerinin kontrolünde olacak. Bu kontrol mekanizmasının bir devamı olarak okul müdürleri, yurt müdürleri, konu komşu ve tüm akraba çevresi genç kadınların hayatları üzerindeki kontrol yetkilerini kullanmaya devam edecekler.
Zorla evliliklerin teşvik edilmesi anlamına gelen bu maddeyle, kadınların kendi özgür iradeleriyle seçeceği kişilerle birlikte olması engellenmiş olacak.
İşte tam bu noktada bekaret kontrolü meselesi gündeme geliyor. Bekaret kontrollerinin yasaklanmasına ilişkin maddede de inatla ayak dirediler ki, ailenin ve çevrenin bu baskısına direnerek kendi kararlarını kendileri vermek isteyen kadınlar kolayca bekaret kontrollerine götürülebilsin ve hayatlarının kontrolü, bekaretleri üzerinden o ailenin elinde kalabilsin diye...
Bekaret kontrolüyle ilgili düzenleme, bu kontrolleri açıkça yasaklamadığı gibi, bekaret kontrolünün yapılmasını isteyenleri ve bu kontrolü yapanları cezasız bırakan, sadece bekaret kontrolüne götürene, o da sembolik, göstermelik bir ceza veren bir madde oldu.
Cinsel amaçla birinin ağzına parmak sokmak, altı yıl ve fazlasıyla cezalandırılırken, kadınların hayatına mal olan bekaret kontrolünün cezası ise, üç ay gibi komik ve özendirici bir ceza ile sınırlı tutuldu.
Yani, bir kız çocuğunun babasını çağırıp babaya kızını bekaret kontrolüne götürmesini söyleyen yurt müdürü, ceza almayacak. Baba, üç gibi bir cezayla kurtulacak.
Bütün bu bekaret kontrollerinin arkasından, genel olarak namus cinayetleri konusunda da gerçek bir ilerleme kaydetmek mümkün olmadı. Sadece tanımı, ne tür cinayetleri kapsayacağı belli olmayan; muhtemelen aşiret ya da aile meclisinin aldığı kararlar nedeniyle öldürülen kadınlara uygulanacak olan ve rahatlıkla "töre değil, namusumu temizledim" diyerek kaçamak yollar bulunacak bir "töre cinayetleri" kavramı getirilerek, ağırlaştırılmış müebbetle cezalandırıldı. Son olarak İstanbul'da öldürülen Nuray'ın babası da bütün bunları bildiği için töre değil, namusumu diyerek kameralara seslenmişti.
Eşinden başka biriyle birlikte olduğu düşünülen kadınlar ya da sevdiği erkekle gezmek isteyen, sinemaya gitmek ya da birlikte olmak isteyen genç kadınlara karşı uygulanan namus cinayetleri ise, rahatlıkla kapsam dışında kalabilecek.
İşte bu üç temel nokta, yeni Türk Ceza Kanunu'nda da kadınların hala erkeklerin malı mülkü olarak görüldüğünü ortaya koyuyor. TCK, erkeklerin kadınları istediklerinde başlık parası ve benzeri biçimlerde satıp alacakları bir nesne olarak değerlendirdiklerini; buna direnenleri yok etme hakkını kendilerinde gördüklerini açıkça ortaya koyuyor. Dolayısıyla TCK'nın ana mantığında bir değişiklik olmadı.
Bazı komisyon üyeleri tasarının kabul edilen haline giren "töre saikiyle adam öldürme" ifadesinin namus cinayetlerini de kapsayacağı söyleniyor...
Kadınlar, TCK'ya "töre" değil "namus cinayetleri" kavramının girmesini talep ediyordu. Oysa milletvekilleri bunu kabul etmediler. Çünkü, "namus" denen şey kadına ait değil. Biz kadınlar, "birilerinin" namusuyuz. Onların namusu kirleniyor, biz kadınlar değersizleşiyoruz. Onlar da namuslarını temizlemek için, bizleri temizliyorlar.
Erkekler diyorlar ki, "Karımız bizim namusumuz, kimse ona bakamaz, kadını öldürürüz". Peki erkekler, neden kadına tecavüz eden adamları değil de kadınları öldürüyor? Çünkü erkekler öldürülse, kan davası başlar. Kadın öldürüldüğünde, diğer kadınlara da gözdağı verilmiş olur... Kadının değerinin düşmesi önlenir.
Düzenleme, bu anlayışı pekiştiriyor.
Kadınlar yasayı bu haliyle kabul edecek mi, kabul edilmeyen taleplerinizde ısrar edecek misiniz?
TCK'nın yasalaşması, Eylül'e ertelendi. Bizler, Eylül'e kadar bu felsefenin; kadınların hayat hakkı sayılan bu üç maddenin değiştirilmesi için uğraşmayı sürdüreceğiz.
Çünkü diğer maddelerin yanı sıra özellikle bu maddeler, kadınların özgür ve bağımsız yaşama haklarını ihlal eden maddeler. Biz kadınlar, kendi bedenlerimize, cinsel hak ve özgürlüklerimize ait haklarımızı istiyoruz. Kiminle, nerede, ne zaman, ne yapacağımıza biz karar vermek istiyoruz.
Aslında, TCK Eylül'de kabul edilse de, yürürlük maddesi bir yıl sonra yürürlüğe girecek. Bizler, yeni TCK beklenmeden, var olan TCK'da, kan davasında olduğu gibi, namus gerekçesiyle işlenen suçlara da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilmesini sağlayacak değişikliğin yapılmasını istiyoruz. Talebimiz, bu değişikliğin hemen yapılması.
Unutmamak gerekir ki, bir tek kelime onlarca, yüzlerce kadının hayatını kurtarabilir. Son seçimlerden sonra oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisi ve kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı, birkaç iyi niyetli milletvekili dışında, kelimenin tam anlamıyla sınıfta kaldı.
Bugün, namus gerekçesiyle öldürülen her kadının sorumluluğu, yıllardır bu kadın katliamına seyirci kalan tüm milletvekillerinin ve iktidarların üzerinde.
Komisyon kadınların taleplerini dikkate aldı mı?
Ayrımcılık, müstehcenlik ve namus konusunda da eleştiri ve taleplerimiz vardı. Bunları, defalarca yazılı olarak; geçtiğimiz haftalarda da Adalet Komisyonu'nda sözlü olarak dile getirdik.
Buna rağmen, başta Adalet Komisyonu Başkanı Köksal Toptan olmak üzere, Komisyon'un diğer üyeleri ısrarla kamuoyunu yanıltmaya çalışıyorlar. Eleştiri ve taleplerimizi aktardığımız, öfkemizi onlara aktarmak üzere Komisyon'a gittiğimiz halde, kamuoyuna bizim kendilerine teşekkür etmek üzere oraya gittiğimizi söylüyorlar. Bu, alışıldık bir yöntem demagojisi...