"IMF'ye teslim olmamak mümkündü"
www.endika.org haber merkezinin Prof. Dr. Korkut Boratav ile yaptığı röportaj şöyle:
S.O. : Kısaca ekonomik krize nasıl geldik? Son IMF programı, stand-by antlaşmasıyla kabul edilirken, siz defalarca klasik "stand-by" koşullarının olmadığını belirttiniz. Buna rağmen, adeta durduk yerde böyle bir cendereye girilmesini nasıl yorumluyorsunuz?
K. Boratav: Son tahlilde bu gereksiz stand-by'ın, "enflasyonla mücadele" sloganı aracılığıyla "yapısal uyum programını", yani "işçi ve köylülerin sırtına yüklenerek Türkiye'yi satma programını" hayata geçirme ve pazarlama amacıyla yapıldığını söylemek mümkün görünüyor.
S.O.: Dalgalı kur sisteminin olası etkileri ne olacaktır? Yeni "ulusal" programı nasıl yorumluyorsunuz? Krizden çıkış için hangi senaryo uygulanmaktadır. Buna bağlı olarak olası seyir nasıl olacaktır?
K. Boratav: Reel bir devalüasyon, ekonominin ticarete dönük (ihracatçı ve ithal ikameci) sektörleri lehine sonuç verir; ancak bunun işler hale gelmesi için, örneğin ihracatçıların da üretime dönebilmeleri, öncelikle de döviz kurundaki dalgalanmanın son bulması; faiz maliyelerinin de normal düzeylere inmesi gerekir. Şu andaki temel seçenek, "istikrar mı, krizden çıkış mı?" sorusu etrafında düğümleniyor. "İstikrar" seçeneği, krizi daha da derinleştirir. "Anti-kriz" yaklaşımı, parasal ve mali politika araçlarının yumuşak ve dikkatli bir biçimde genişleme doğrultusunda kullanılmasını gerektirir.
S.O.: Türkiye'nin yaşadığı krizin 1998'deki Asya, Rusya ve Brezilya krizlerinden farkı nedir?
K. Boratav: 1995 Meksika, 1997 Doğu Asya, 1998-99 Rusya, Brezilya krizlerinin Türkiye'deki krizle ortak tarafı, serbestleşen sermaye hareketleri, aşırı değerlenen yerli para, ekonomik canlanma, sürdürülemeyen cari açık, sermaye kaçışı, banka çöküntüleri, zorunlu devalüasyon ve reel kriz aşamalarından oluşan bir çevrim içermesidir. Ayrılan öğelerinin başında, Türkiye'de mali dengesizliğin krizi ağırlaştıran ek bir etken olması, IMF programının daha belirgin katkısı ve canlanma/foslama aşamaları arasındaki sürenin daha kısa (10 ay) olmasıdır.
S.O.: Asya krizindeki ülke ekonomilerinin bugünkü durumları nedir? Bu ülkeler arasında, yegane farklı politika uygulayan Malezya deneyimi neler gösterdi?
K. Boratav: IMF reçetelerini reddeden Malezya ile kabul eden Tayland arasında, ilkinin lehine farklar vardır. 1997-98 krizinin reel etkileri, Endonezya dışında 1999-2000'de büyük ölçüde aşıldı; ancak kriz sonrasının bölüşüm ilişkileri, öncesine göre belirgin bir biçimde emek aleyhine oluştu. Böylece kriz, canlanma dönemlerinin içerdiği popülist öğelere karşı sermayenin rövanşı işlevini de ifa etmektedir.
S.O.: Son IMF programının Türkiye'de gündeme sokulmasına paralel, MGK "yolsuzluk ve yoksullukla mücadeleyi" ana hedef olarak belirlemişti. Bu doğrultuda IMF programının yoğun yoksullaştırıcı etkisinin otoriterleşme ve yaygın cezalandırma yöntemleriyle bastırılmasının hedeflendiği görülüyor. Bununla birlikte, yolsuzlukla mücadele programı ise, esas olarak iki ana sektörde, bankacılık ve enerji alanında, büyük yankılar yaratarak ilerlemekte. Önümüzdeki yılların en karlı ve kilit sektörlerine dönük bu operasyonlar aynı zamanda sermaye içi tasfiye sürecinin polisiye yöntemlerle sürdürülmesi şeklinde gelişmekte. Bu gelişmeyi, 90'lı yıllarda ekonominin "ulusal güvenlik" konsepti içerisinde ele alınmasıyla birlikte nasıl değerlendiriyorsunuz?
K. Boratav: Bu sorudaki yorumunuzu ihtiyatla karşılıyorum. Türkiye'de kamu yönetiminin herhangi bir kesiminde, sermaye tarafından teslim alınmamış göreli olarak özerk öğeler çıkıyorsa, bunlar adalet gibi devletin geleneksel düzen-koruyucu ve baskıcı kanatlarından gelse bile, bu durumu olumlu karşılama eğilimindeyim. Kimi TÜSİAD üyesi, dünün saygın iş adamlarını kelepçeleyip içeri atan bu tür uygulamaların "IMF'nin yoksullaştırıcı etkisini...bastırma" işlevini nasıl ifa ettiğini anlayamıyorum veya "polisiye yöntemlerle... sermaye-içi tasfiye süreci"nde, hangi sermaye gruplarının direktifiyle başlatılıp yürütüldüğünü bilemiyorum. Şahsen, kamu yönetiminin "Türkiye'yi satma" projesine kesinlikle angaje kozmopolit kesimleriyle uğraşmayı yeğlerim.
S.O.: Bugün dünya ekonomisinde de durgunluk belirtileri gözüküyor. ABD ve Japonya ekonomisinde durgunluk belirtileri başladı. Dünya ekonomisinin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Daha çok 19.yy ve 20.yy başındaki krizlerin benzeri bir duruma doğru bir gidiş mi sözkonusu? Türkiye'de süren kriz ortamında bu durumun yansımaları neler olabilir?
K. Boratav: İki farklı eğilim var: ABD'de sermaye sınıfının sağ kanadı, uluslararası finans kapitali tamamen başıboş bırakacak "IMF'siz bir dünya" modelini savunma eğilimindedir; ancak bu başıboşluğu metropol (özellikle ABD) devlet[ler]inin askeri gücüyle desteklemek koşuluyla... Bu model, son tahlilde, borçlu ülkeleri, gerekirse "gunboat diplomacy" yöntemleriyle (19. Yüzyılda Osmanlı'nın yari-sömürgeleşmesi sürecinde olduğu gibi) hizaya getirme özlemi içindedir. Sol muhalefet de, "IMF'siz bir dünya" talebini benimsiyor; ancak bunu azgelişmiş ülkeleri, kendi ekonomik kaderlerine egemen olma fırsatı yaratacağı için savunuyor. Türkiye bakımından "IMF'siz bir dünya"nın yeğlenmesi gerektiğini; zira, Türkiye ekonomisinin, uygun politikalarla, sağlıklı ve yeterli bir büyümeyi, bağımlılık yaratan dış açıklar gereksinimi olmadan sürdürebilecek özellikler ve potansiyel taşıdığını düşünüyorum. Ancak, örneğin Afrika ülkeleri için, "gunboat diplomacy destekli başıboş finans kapital mi; IMF'li bir dünya mı?" sorusuna karşı, üçüncü bir seçenek olarak "IMF'yi demokratikleştirerek sürdürmek" seçeneğini savunanlar da var. Ne var ki, bugünkü konumu ile IMF'yi savunmak, veya onun Türkiye'yi yönetme girişimlerini kaçınılmaz görmek, sol bakımından sözkonusu olmamalıdır. Bir örnek vereyim: Murat Belge 17 Mart 2001 tarihinde Radikal'deki yazısında, IMF'yi, "ipin ucunu kaçırmışsın; şimdi bu işi bir disipline sokalım" türü iyi-niyetli önerileri bizim gibi ülkelere taşıyan bir kuruluş olarak resmederken; bizlere "ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin" (nereye?) tavsiyesinde bulunurken; bugünlerde "IMF'nin emperyalizmini ilan" edenleri küçük görürken, bu türden bir yaklaşımı sergiliyordu. Şu anda "IMF'siz bir dünya" yoktur; ama örneğin 1999'dan sonra Türkiye'nin ekonomik ve sosyal kaderini IMF'ye teslim etmemek mümkündü. (Bu saptamaya Türkiye ekonomisinin yakın geçmişinin analizini yapmadan karşı çıkmak kabul edilemez.) Bu teslimiyetin sonunda günlük yaşamları alt-üst olan insanlarımızın kaderine karşı kişi olarak duyarsız olanlara söyleyecek bir şey yoktur; ama bu duyarsızlığı bir de ilkeleştirip "sol" adına sergilemeye kalkışanlara, "insaf!" demekten başka ne yapabiliriz? (YÖ)