9-10 Ekim tarihlerinde Diyarbakır'da gerçekleştirilen BİA2 Eğitim Semineri'nin değerlendirilmesi, 23 Ekim'de İstanbul'da yapıldı ve ortaya çıkan talepler ve sağlanan faydalar doğrultusunda yeni düşünceler filizlendi. Bu filiz boy atarsa, 21-22 Kasım'da Trabzon'da yeni güzelliklere ve mesleki heyecanlara tanık olacağım.
Ben sizlere bunların ayrıntılarını anlatmayacağım ama, Cuma sabahı Siirt'te başlayıp Pazar sabahı Yeşilköy'de biten bir İstanbul Masalı anlatacağım.
Yolculuk Batman'a kadar minibüsle sürdü. Uçağımız Ankara'da azıcık dinlendikten sonra İstanbul'a uçuverdi.
HAVAŞ otobüsünden Aksaray'da inip doğruca tramvaya atlayıp Sultanahmet Meydanı'na koştum. Etraf bir bayram sevinci yaşıyordu.Yüzler gülüyor, gözler tanıdık sevenlerini arıyordu.
Sultanahmet'te canlı yayında
Az sonra ben de sevdiğimi görüyor ve boynuna sarılıp hasret gideriyorum. Bu sevgili, yıllardır İstanbul'daki iftarı tüm yurda yayan Erkan Tan'dı. Hemen beni "Erkan Tan'la Sultanahmet'ten" canlı yayınına aldı.
Ona bir çırpıda Siirt'te yaşanan Ramazan güzelliklerini anlatmaya koyulmuştum ki, elektriğin azizliğine uğradık. Ama ben yine de sınırlı saniyelere, dakikaları sığdırınca, Erkan'ın serzenişi gecikmedi: "Sen bu programı Siirt programına çevirdin!"
Programdan sonra Erkan'ı saran sevgi halesinin içinde mutluluklar yaşadım. Hattat Muhammed Başdağ'ın özel armağanı artık duvarlarımı süsleyecek. Programın "esas kızı", "Serseri" dizisinin sevilen yıldızı İpek Tanrıyar'ın bir "şair meslektaş" olarak birlikte iftar ederek "Grand Vezir"de nefis çaylar yudumladık.
Madam Anahit'in akordeonu
Sıra, geceyi değerlendirmeye gelmişti. Çantamı Tepebaşı'ndaki Büyük Londra Oteli'ne bırakıp Çiçek Pasajı'ndan geçerek İstiklal Caddesi'ne çıktım. Ama her geçişte olduğu gibi Yılmaz Güney ile Katırcılar filminin senaristi hemşerim Fuat Çelik'le burada Madam Anahit'ten dinlediğim akordeonun sesi kulaklarımda çınlıyordu. Her üçüne inançlarının kabul gördüğü dualarımı ediyorum.
Taksim Meydanı'na yönelirken Ağa Camii'nin önünden nostaljik tramvay bir müzik ziyafeti çekerek geçiyordu. İçerde ise cemaat Teravih namazına devam ediyordu.
Caddenin iki yanına açılan renkli sokakları adımlarken kendimi İmam Adnan Sokakta buluyorum.
Aaaaa! Sağ tarafta Yeşilçam Sineması ve oynayan filmin adı: Fahrenheit 9/11. Hani şu Amerika'nın Irak kasabı Bush'u anlatan filmi. Ancak mankafa insanların ders alacaklarını sanmıyorum. Film de öyle yazıldığı-çizildiği kadar değildi.
Seferiler ve şekerliler
Ertesi sabah ilk işim BİA'nın toplantısına koşmak oldu. Çukurcuma'daki Antikhane'deki çağdaş ofisimize giderken yol üzerindeki İstanbul'un yükselen değeri Fransız (Cezayir) sokağını bomboşken gezerken de ayrı bir zevk aldığımızı belirtmeliyim.
Toplantıdan sonra genç bir kızımızın aşçılık ve garsonluk yaptığı nezih bir mekanda, Gurmelit Pera'da yemek yedik. Ramazandı ama, yemek ruhsatı dinin gereğiydi. Çünkü katılanların bir bölümü "seferi", bir bölümü de "şekerli"ydi.
Biliyorsunuz, şeker hastası olanların oruç tutmaması, onun yerine bir yoksulu doyurarak kefaret ödemesi gerekiyor. O gece bir Ramazan programında bunun bir aylık bedelinin 90 milyon lira olduğu hesaplanmıştı.
Sevgili Duygu geçmiş olsun!
Yemekten sonra daha önce kararlaştırıldığı üzere kadınları koruyan ve kollayan korkusuz kalem Duygu Asena'yı hastanede ziyaret edip BİA'nın geçmiş olsun dileklerini sunduk.
Bir gün önce başarılı bir beyin ameliyatı geçiren sevgili Duygu daha narkozun etkisinden kurtulamamış, yatıyordu. Kız kardeşi Türkiye eski güzellik kraliçesi İnci Asena'ya sevgilerimizi, geçmiş olsun dileklerimizi iletip ayrıldık.
Benim programım artık yeni açılan Kitap Fuarı'na gitmekti. Fakat çok uzaktı. Arkadaşlar Taksim'de özel otobüs kaldırıldığını, Kültür Merkezi önünden hareket ettiğini söyleyince, bir taksiye atlayıp Taksim'e geçtim.
Taksi beklerken kaldırımda o hafta ikramiyesi 6 trilyona çıkan bir sayısal bilet alıp ziyarette birlikte olduğumuz Filiz Koçali'ye, "Size altı trilyonluk bir armağan verebilir miyim?" diyerek sunuyorum. Eğer yaşantısında zengin bir değişme görürseniz merak etmeyin, bundandır.
Minibüs Formula yarışında
Dönelim Kitap Fuarı serüvenimize. Çünkü Beylikdüzü'ndeki TÜYAP Fuarı için Kültür Merkezi önünde otobüs yoktu. "Biraz ileriden kalkıyor" dediler, oradan da "az ötede" diyerek ötelediler ve Ceylan Oteli'nin karşısına kadar indirdiler.
Oradaki durakta bekleyenlerin tavsiyeleriyle Beylikdüzü'ne doğru giden bir otobüse binecek, Yeni Bosna'da inecek ve minibüslere binecektim.
Meğer minibüse değil, formula yarışındaki bir araca binmemiş miyim? Her durakta muavin gidilecek istikameti sıralıyor ve bekleyenleri adeta yaka paça çekerek içeri alıyor ve her geçen rakibine küfürler savurarak deli şoföre "çabuk geç" talimatı veriyordu.
Şoför iftarını yeni açmış olacak ki, elindeki kürdanın bir tarafıyla dişlerini, öbür tarafıyla da kulaklarını karıştırarak ikrah edici bir tablo çiziyordu.
Bu çirkinlikten başım dönmüş olacak ki, ilk defa gideceğim bu yerin levhasını göremiyor ve soruyorum: "Beylikdüzü'ne gelmedik mi?"
Metazori muavin gayet rahat:"Abi geçtik. Hemen in ve yandaki yola geçip geçen bir araca atla!..".
"Alçaklığın şakaya dönüşmesi"
Ve beni kolumdan tuttuğu gibi zifiri karanlıkta bırakıp korna çalmadan adeta tüydü. Karşıdan gelen araçların farları, geçeceğim yolun bariyerlerini aydınlatıyordu.
Hızları 100 kilometreyi aşan araçlar, bitmek bilmeyince delice bir kararla bütün gücümü toplayıp karşıdaki bariyerlere vardım. Onların üzerinden de asimetrik paralelde antrenman yapan olimpiyat sporcuları gibi atlayıp ikinci merhaleye geliyordum. Çünkü şimdi önüme, üzerinden atlamam gereken bir dere çıkmıştı.
Artık pentatloncu olmuştum. Dereyi de geçip karşıdaki benzinlik ışığını deniz feneri belleyip korku ve heyecanla koşarak kat ettim. Artık bir taksi tutma gereğini hatırlayıp benzinciden bir taksi çağırmasını rica edince, yüzünü bir tebessüm kaplıyor:
TÜYAP şu aşağıda levhası görünen yer. Yukarıdaki üst geçitten geçip bir minibüse atla. Yürüyerek de gidebilirsin.
Meğer muavinin beni indirdiği yer benim sorduğum TÜYAP'ın hemen yanı değil mi?
Yani "alçaklığın şakaya dönüşmesi" bu kadar olur.
Zamanın gençleri
Neyse, Kitap Fuarına ulaştım ya. İn-cin top oynuyor. Çünkü içeri girdiğimde fuarın kapanmak üzere olduğunu anons ediyordu. Duyarlara yansıyan dijital duyuruda Coşkun Aral'ın ALKIM yayınlarında imza günü olduğunu okuyor ve hızla oraya yöneliyorum: Yarım saat önce ayrılmış.
Standlar tek tek kapanırken, beraberimde aldığım 30 BİA broşürünü dağıtıp hızla dışarı çıkıyorum.
Kapıda sıra sıra otobüsler. Taksim'e gideni buluyorum. Yerler gençlerle doldurulmuş. Yaşlı bir çift etrafı süzüyor ve bir buçuk saatte geldiğim maceralı yolculuğun dönüşünü 1 saat ayakta durarak tamamlıyor ve zamanın gençlerinden anlayışsızlık cezası alıyordum.
Dönüşüm sabah 06.30 Diyarbakır uçağıyla olacak. Saat 04:00'te uyanarak geceleri insan mahşeri olan İstiklal Caddesi'nin tenha ve sessizliğinde, belediye araçlarının yıkayıp suyla halılar serdiği bu yolu, özleyerek terk ediyorum.
Selam sana sevgili İstanbul!... Özlemim ebedidir... (CK/BA)