Agos Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, öldürülüşünün 18. yılında, öldürüldüğü Sebat Apartmanı önünde yapılan törenle anıldı.
Saat 14.00 itibariyle alana girişlerin başladığı tören için Halâskârgazi Caddesi trafiğe kapatıldı. İnsanlar yürüyerek ve "Buradayız Ahparing" sloganlarıyla tören alanına ulaştı.
Kitle “Hakikat”, “Hayat”, “Hasret” ve “Hafıza” yazılı Kürtçe, Ermenice ve Türkçe yazılı dövizler taşıdı.
Anmaya Cumartesi Anneleri/İnsanları, Tahir Elçi’nin eşi Türkan Elçi, Berkin Elvan’ın annesi Gülsüm Elvan, DEM Parti Milletvekilleri Cengiz Çandar, Ayşegül Doğan, Meral Danışbeştaiş, Celal Fırat, Özgül Saki, EMEK Partisi Genel Başkanı Seyit Aslan, Ahmet Kaya’nın eşi Gülten Kaya, HDP Eski Milletvekili Sebahat Tuncel, CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik, eski Başkan Canan Kaftancıoğlu, CHP Şişli Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan ve Bahçelievler Belediye Başkanı Hakan Bahadır dahil birçok isim katıldı.
Anma etkinliğinin bir parçası olarak Sebat Apartmanı'nın dış cephesine üzerinde "Hafıza, hakikat, hayat, hasret: 18 yıldır" yazılı Hrant Dink posteri asıldı.
Saat 15.00 itibariyle de program başladı. Kitle Sebat Apartmanı’nın önünde Hrant Dink’in öldürüldüğü yere karanfiller bıraktı, dua etti.
Mater: İnatla hala buradayız
Anmada Gezi mahpusları ile Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ unutulmadı. Anmada Tülin Özer, Çiğdem Mater'in Bakırköy Kadın Cezaevi'nden gönderdiği mektubu okudu:
Sevgili Hrant Dink, Sevgili Hrant Dink'in ailesi, Hrant'ın sevgili arkadaşları
Hrant Dink aramızdan alınalı 18 yıl oldu, ben üçüncü kez onu uzaktan anıyorum, memleket cezaevlerindeki pek çokları gibi. Hrant Dink İstanbul'un ortasında "geliyorum" diyen bir “Milli Mutabakat cinayeti” ile öldürüldü. Ama o "Milli Mutabakat”ın muhtemelen hiç tahmin etmeyeceği şekilde uğurlandı. İstanbul sokaklarını dolduran on binlerce insanın muhtemelen farklı farklı gerekçeleri vardı, her biri farklı bir sebeple çıkmıştı sokağa, çoğu Hrant Dink'i tanımıyordu. Kimi bir hemşerisine veda etmek için sokaktaydı; bu şehrin kadim sakinlerinden birinin şehrin ortasında, güpegündüz herkesin gözü önünde öldürülmesi, kimini yüz yıl önceye götürüp, o zamanlar neler yaşadığını düşündürdü; kiminin aklına kendi ailesi, hikayesi düştü. Sonuçta şehrin sokaklarına akan on binler adı konulmamış bir sözleşmeyi ihlal ederek, tarihimizde ilk kez bunca kalabalıklarla Ermeni’yi bir kimlik olarak kabul etti, var etti. Hrant Dink varlığıyla ve yokluğuyla bu topraklarda, eşiğinden geçmek bize düşen çok önemli kapılar açtı.
Şimdi, 18 yıl sonra, o kapıların neresindeyiz, neredeyiz diye sormalıyız. Kimimiz hapishaneden, kimimiz sürgünden yanıtlayacağız belki bu soruyu, hayat o cenazenin ardından yürüyenleri nar tanesi gibi savurdu belki ama işte yine buradayız. Bugün eminim Sebat Apartmanı'nın önünde Hrant öldürüldüğünde henüz doğmamış olanlar var, kuşaklar değişiyor ama neredeyiz sorusunun yanıtı gücünü sebatla burada olmaktan alıyor. İnatla hala buradayız.
'Milli Mutabakat'a yüksek sesle itiraz edenlerin, geçmişle yüzleşmeden geleceği inşa edemeyeceğimizi bilenlerin, barış demekten vazgeçmeyenlerin inadı ve umuduyla buradayız. Bize düşen Hrant Dink'in açtığı kapılardan geçmek, konuşmak, dinlemek anlamak ve yeni bir gelecek inşa etmenin yollarını bulmak.
Hrant Dink'e sözümüz olsun.
Kavala: Hrant’ın yanında hissediyorum
Oyuncu Eraslan Sağlam da Marmara (Silivri) Cezaevi'nden Osman Kavala’nın gönderdiği mektubu okudu.
Kavala mektubunda “Ben de kendimi orada, sizinle birlikte Hrant’ın vurulduğu yerde, Hrant’ın yanında hissediyorum. Her türlü zorbalığa rağmen, adaletin egemen olacağı günleri görmeyi umut ediyorum.” dedi.
Kavala, dayanışmanın ve kardeşlik bağlarının, herkes için adaleti savunma kararlılığına güç verdiğini belirterek, şu mesajı iletti:
“Unutturmamak için bir araya geldiğimiz bu kardeşlik ve dayanışma, zorbalıklara, katliamlara ve adaletsizliğe karşı direnişimizin en büyük göstergesidir. Hrant’ın vurulduğu yerde, onun yanında hissetmek, adaletin ve hakikatin er ya da geç egemen olacağına olan inancımızı pekiştiriyor. Bu umudu ve direnci yaşatmaya devam ediyoruz.”
Tovmasyan: Bir gün sınır açılırsa irmik helvası kavuracağım
Anma konuşmasını da balkondan yazar Takuhi Tovmasyan yaptı. Tovmasyan Ermenistan-Türkiye barışını umduğunu söyledi.
Canım Hrant’ım
Canım Kardeşim
O korkunç 19 Ocak Cuma 2007 tarihinden bugüne tam 18 yıl geçti. Her yıl 19 Ocak’ta seni anmak için binlerce can kardeşin burada toplandı. Her yıl, senin de çok sevdiğin kişiler bu pencereden sana seslendiler. Senin insan sevginden, toprak sevginden, adalet sevginden, demokrasi sevginden, barış ve özgürlük aşkından bahsettiler. Sana kalkan elleri lanetlediler, sana kalkan elleri hazırlayan iklimi lanetlediler. 18 yıl sonra hâlâ ve daima hep birlikte lanetliyoruz. Canım kardeşim; güzel Hrant’ım… Bu yıl çok sevgili arkadaşların, Hrant’ın Arkadaşları, bu pencereden benim sana seslenmemi istediler. Nasıl “yok yapamam” diyebilirdim ki? Ben ki Aras’ın, Agos’un o güzelim gençlerinin bir dediğini iki etmeyen Takuhi’yim, “Tabii” dedim. Dedim ama gel de bana sor!
Acının eskisi yenisi olmaz, acı acıdır. Senin acın yetmiyormuş gibi bir de yenisi eklendi kardeş kayıplarıma. 40 gün önce Tomo’yu getirdim Balıklı’ya, ellerimle gömdüm Tovmasyan’ların koynuna. Biliyorsun, senden iki adım ötede. Dostların Torkom Beşiktaşlıyan’ın, birkaç adım daha gidince, Ermeni Kurbanlar Anıtı’nın yanındaki Sarkis Çerkezyan’ın, onlara komşu mezarlarda, şairler, Misak Medzarents ve Garbis Cancikyan’ın yanına. Ğazaros dedemin Takuhi yayamın, evlatları Sarkis’in Bedros’un, gelinleri Sirvart’ın Mari’nin, kısacası Tovmasyan’ların toprağına.
Her mezarlık ziyaretimde, her yitirdiğim sevdiklerim aklıma geldiğinde, her can için kavurduğum irmik helvasında Mardik amcamın acısı cayır cayır yakıyor yüreğimi. Canım Hrant’ım, yüreğimizin sevinci de acısı da ortaktı seninle, ama sanki sevinçler az, acılar çoktu. Bir araya geldiğimizde şarkılar hep hüzün doluydu. Rakel’in o insanın içini titreten sesiyle “Yes pılpul yem, mi pun unem, mi pun unem, sarin e, sirdıs pots e, sirdıs khots e, meçi likı arin e” deyişinde, yani “Ben bülbülüm, bir yuvam var, dağdadır, yüreğimde ateş, kalbimde yara, içi hep kan doludur” türküsünde, atalarımızın 100 yıllık, 150 yıllık söyledikleri veya söyleyemedikleri acılar dile gelir.
Nesilden nesile aktarılan bu ağıtlara bir son vereyim diye, bir cesaret geldi içime. Bundan 20 yıl önce, cahil cesareti. Unuttum… hesaba katmadım bu topraklarda, her 10 yılda bir, her 20 yılda bir yeniden acılarımızı tazelemek için hazırlanan senaryoları. Dedim ki, Takuhi yayamın babam Bedros’a bıraktığı acı miras, babamın da bana aktardığı bu dayanılmaz vicdan sızısını, ben 90 yıl sonra evlatlarıma bırakmayayım. Onlar bu topraklarda büyüsünler, güzel günler görsünler, 100 yıl önce yaşananları bizler gibi yaşamasınlar.
Neydi Takuhi yayamın vicdan sızısı dostlar, anlatayım:
Çorlulu Takuhi yayam 20’li yaşlarının sonuna doğru, dedem Ğazaros efendi ile evlenmeyi kabul etmiş. Ğazaros dedem Takuhi’den önce Çorlu’da Sofig adında güzel bir kadınla evli imiş. Mardig, Garbis ve Ağavni adında üç de evlatları varmış. O tarihlerde Çorlu’dan kalkıp İstanbul Yedikule’ye gelip yerleşmişler. Gel gör ki Sofig yaya genç yaşta veremden ölmüş. Ğazaros dedem üç çocuğuyla dul kalmış. Yeniden evlenmeye karar vermiş ve memleketleri Çorlu’dan bir gelin aramaya başlamışlar. Akrabalar el birliğiyle Takuhi’yi razı edip söz kesmişler. Ğazaros efendi gelin adayının gözünü korkutmamak için çocuklarının sayısında bir iskonto yapmış, üç değil de iki çocuğu var dedirttirmiş. Yeni gelin Takuhi ancak Çorlu’dan Yedikule’ye gelin geldiğinde görmüş çocukları ve “Bana iki dediniz, kabul ettim, üç de deseniz kabul ederdim, yeter ki beni aldatmasaydınız, şimdi birini istemem, iki çocuğa kendi evladım gibi bakarım, diğeri büyükanne ve büyükbabasıyla düğün ertesi Çorlu’ya geri gitsin, oradan yaşasın ve büyüsün” demiş.
Takuhi hanım yayam sözünü tutmuş, Ğazaros Efendi’nin iki çocuğunu bağrına basmış; onları sevmiş, büyütmüş, bu arada kendisinin de iki evladı doğmuş. 1911’de babam Bedros, 1913’te amcam Sarkis dünyaya gelmişler. Takuhi yayamın mutluluğu hepi topu 5-6 yıl sürmüş. Gelmiş o gelmez olası 1915 yılı. “Ne var ki” diyecekler var, biliyorum. Adana, Sivas, Kayseri, Van, Erzurum, Erzincan nere, Trakya Çorlu, Silivri Tekirdağ, Malkara nere… Hani savaş bölgesindeki Ermeniler kendi güvenlikleri için tehcir edilecekti ya. Birinin bir suçu mu var, birinin bir cezası mı var, topyekûn bir milleti cezalandırmanın mantığı nerede? Sözün kısası, daha çocuk yaşındaki Mardig amcam, ailesi, bütün Çorlulular ve Trakya Ermenileriyle birlikte, adına resmen “tehcir” denen yolculuğa çıkmak zorunda kalmış. Takuhi yayamın ise o tarihten sonra yüzü hiç gülmemiş. Evlatlarını büyütmüş ama aklı hep o reddettiği küçük Mardig’te kalmış.
Aylar, yıllar geçmiş, Takuhi yayam, onu sağ bulabilmek için umudunu hiç yitirmemiş. Mardig’i aramak için her çareye başvurmuş, ama nafile, ne gören ne bilen çıkmış. Mardig şimdi büyümüştür, delikanlı olmuştur, kim bilir kimin evladı olmuştur, belki Kürt olmuştur, belki Türk olmuştur, belki Amerikalı misyonerlerin yetimhanelerinde büyümüştür… Yayam Mardig’in ölmüş olma ihtimalini hiç aklına getirmedi. 1957’de 80 yaşında sarkomdan öldüğünde halkının diğer evlatları gibi ne acılar çekmişti ama hiçbir acıdan çekmedi vicdanından çektiği kadar.
Babam Bedros da anacığının ardından bu acı mirası sırtladı. O da yavaş yavaş dünyanın çeşitli ülkelerinden bulduğu Ermenilerin adreslerine mektup yazdı durdu, Mardig’i sordu soruşturdu. O da ağabeyinin izine rastlamadan, 1975 yılında gözü açık gitti öteki tarafa. Bana da yayamdan babamdan intikal bu vicdan meselesi kaldı miras olarak. 23 yaşındaydım babamın canına irmik helvası kavurduğumda. Çok zordu, çok ağladım. Sonra kendi kendime bir yol tutturdum, babamla konuşmaya başladım, sağmış, karşımda oturuyormuş gibi ona sorular sordum, onun yerine cevaplar verdim, bu diyaloglar bana iyi gelmeye başladı. Her irmik helvası kavurduğumda onu ve sevdiklerini anıyor ve bu hareketim öte dünyada onun da çok hoşuna gidiyor diye düşünüyordum, buna inanıyordum.
Geldik 1915’in sekseninci yılına… Babamın ve sevdiklerimin canlarına irmik helvası kavururken düşünmeye bile cesaret edemediğim Mardig amcam geldi aklıma. Bu yayadan babadan intikal vicdan sızısını bir şekilde tatlıya bağlayayım ve ben de artık evlatlarıma bu taşıması ağır mirası bırakmayayım diye karar aldım. Mardig amcam bir yerlerde yaşamış olsaydı bile artık yaşından dolayı ölmüş olabilirdi. En iyi bildiğimi yaptım, onun canına bir irmik helvası kavurdum, bundan böyle her irmik helvası pişirdiğimde Mardig amcamı da anıyor ve yaptığım helvayı yiyenlerden de Mardig amcamı anmalarını rica ediyordum. Böylece Takuhi yayamın sızlayan kemikleri rahata kavuşacak, gözü açık giden babam gözlerini yumacak ve en önemlisi ben çocuklarıma acı bir miras bırakmamanın huzurunu yaşayacaktım.
Yaşadım, hem de öyle bir hafifledim ki sormayın gitsin… Az önce cahil cesareti dedim ya, işte tam da öyle oldu, 2007’nin Ocak ayının 19’unda bir Cuma günü tam bu saatlerde, tam burada, canımı, Hrant’ımı vurdular… Evlatlarımın, yeğenlerimin, bütün gençlerin üstüne titriyordum, onlar bizim büyüklerimizin bize aktardıkları acı hikâyeleri artık duymasınlar, bu güzelim topraklarda gönüllerince yaşasınlar diye. Vay, cahil cesaretim, vay! Güpegündüz, İstanbul’un orta yerinde, hepimizin gözleri önünde, Ermeni bir gazeteciyi katlettiler.
Suçu neydi? Suçu aşikardı: İnsan sevgisi, demokrasi ve insan hakları tutkusu, ifade özgürlüğüne inancı, o da yetmedi iki halk arasında barışı savunması ve Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasını istemesi…. Bütün bunların üzerine bir de Tanrı vergisi insanları ikna etme yeteneği. İşte bu sonuncusu bazı insanları çok ama çok korkuttu.
Canım Hrant’ım, 18 sene oldu, aynı Takuhi yayamın Mardig amcamın öldüğüne inanmadığı gibi, ben de senin öldüğüne inanmıyorum, inanamıyorum, kabul edemiyorum, senin canına bir irmik helvası kavuramıyorum! Yüreğim ilk günkü gibi sızlıyor. Kıvranıyordum ki, kendimi bu acıya katlanabilir bir teselli ile avutuyor buldum. Bak güzel kardeşim, sana söz veriyorum, günün birinde, hayali ile yaşadığın, yüreğini, aklını, nefesini tükettiğin o sınır kapısı var ya… Şayet bir gün açılırsa, Takuhi yayamdan kalma bakır tenceremi alıp, açılan sınır kapısında bir irmik helvası kavuracağım. Senin hayallerinin gerçekleşeceği o günü ben görür müyüm bilmiyorum… Ama şayet yaşarsam bu sözümü tutacağım. Bu fikir beni ancak teselli ediyor. Hatta bazı coşuyorum, hayalimi büyütüyor, bir kazan değil, onlarca kazan irmik helvası yapmayı / yaptırmayı düşünüyorum. Bu topraklarda bir fikir uğruna, bir hayal uğruna can veren veya canı elinden alınanlar için…
Canım kardeşim, seninle oturup buna benzer hayaller kurduğumuzda nasıl parlardı gözlerin, nasıl gülerdi yüreğin, gözümün önüne geliyor şimdi. Sonra hayal dünyasından gerçek dünyaya geçtiğimde “yine dağıtma peynirleri Takuhi” diyorum kendi kendime. Kardeşin de demedi mi “bu ülkede güvercinlere dokunmazlar” diye… Ne oldu, güvercinlerin en ak yüreklisine dokunmadılar mı? Ne yaşımdan ne de sağlığımdan bir kuşkum var. Ama o günleri ben göremem diye düşünüyorum. Maalesef o günler çok uzakta gibi görünüyor. Sizler görebilirsiniz diye inanıp vasiyet ediyorum, benim yerime lütfen siz gerçekleştirin benim irmik helvası hayalimi. Alın tencerelerinizi, gidin Kars sınır kapısına, dağıtın iki yakanın halklarına. Yetmedi, bu ülkeye barış geldiğinde gidin her sınır kapısına, Habur’a, Sarp’a, İpsala’ya, Kapıkule’ye, Karkamış’a, Ceylanpınar’a, her dilden bildiğiniz dualar eşliğinde kavurun irmikleri. Dağıtın sınırların iki tarafındaki halklara.
Bakın bu hikâyenin hayali bile nasıl içimi ferahlattı. Gerçeğini yaşamanız dileğiyle, hepinize teşekkür ederim.
(HA)