Bugün, Uluslararası Yahudi Soykırımı Anma Günü.
Nazi Almanyası tarafından sistematik bir şekilde katledilen 6 milyon Yahudi ile diğer mağdurların anıldığı bu tarih, aynı zamanda 27 Ocak 1945’te Auschwitz-Birkenau Toplama Kampı’nın Sovyet Kızıl Ordusu tarafından kurtarılmasının yıldönümü.
Gün, 2005 yılında Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu tarafından kabul edilen 60/7 sayılı karar ile resmî olarak ilan edildi. Karar, Yahudi Soykırımı (Holokost) inkârını kınayarak üye devletleri, bu trajediyi hatırlatarak gelecek nesilleri nefret, hoşgörüsüzlük ve ayrımcılıkla mücadele etmeye teşvik etmeyi amaçlıyor.
Holokost sırasında sadece Yahudiler değil, Roman ve Sintiler, engelliler, LGBTİ+’lar, muhalifler ve diğer birçok grup da Nazi rejiminin soykırım politikalarının hedefi oldu.
Mindu Hornick’in hikâyesi
Mindu Hornick, 95 yaşında.
1929 yılında Çekoslovakya’da Karpat Dağları’nda, bugün Slovakya sınırlarında yer alan, Rusky Pole adlı küçük bir Yahudi köyünde (shtetl) doğdu. Mindu 10 yaşındayken babası Moses, zorunlu çalışma taburuna alındı ve ailesiyle birlikte Košice’de bir gettoya gönderildi.
Mindu 1942 yılında, 14 yaşındayken, bir hayvan vagonunda Auschwitz’e götürüldü. Mindu ve kız kardeşi Bilou, Auschwitz’e vardıklarında kardeşleri Josef (11), Samuel (6) ve anneleri Chaya’dan ayrıldı. Annesi ve kardeşleri öldürüldü. Mindu ve Bilou, savaşın geri kalanını zorla çalıştırılarak geçirdi ve 1945 yılında özgürlüklerine kavuştular.
Doğu Avrupa'yı en son terk edenlerden biri olan Haham Solomon Schonfeld'in savaştan kurtulan yetim çocukların naklini ayarlaması sayesinde Mindu İngiltere'ye göç edebildi ve Birmingham’da amcası ve onun ailesiyle yaşadı. Evlendi, iki oğlu oldu. Eşi Alan ile başarılı bir elektronik eşya dükkânı işletti ve Yahudi Mülteciler Derneği bünyesindeki Holokost çalışmaları nedeniyle Britanya İmparatorluk Nişanı (MBE) ile ödüllendirildi.
“Havadaki külün krematoryumlardan geldiğini anlamamız günler sürdü”
Mindu Hornick, tanıklığını The Guardian’a şöyle anlattı:
“Auschwitz'e vardığımızda ne olduğuna dair hiçbir fikrimiz yoktu. Ahşap çıtaların arasında bölmeler vardı ve annem, “Bir bak bakalım, ne görebiliyorsun?” dedi. Sadece Lehçe bir kelime okudum: “Oświęcim” (kampın yanındaki kasaba). Annem, “Hiç duymadım,” dedi.
Bir kapo (SS için gardiyanlık yapmaya zorlanan Yahudi mahkûmlar) bize, Yidiş dilinde, benim ve kız kardeşimin olduğumuzdan daha büyük –17 ve 19 yaşında gibi– davranmamız gerektiğini söyledi, böylece hayatta kalma şansımız olabilirdi. Annem hayli korkmuş görünüyordu ama onun dediğini yapmamızı söyledi.
Auschwitz'de bizi sığır kamyonlarından dışarı ittiklerinde gerçekten cehenneme girdiğimizi düşündük. Kalabalığa doğru baktım. Kardeşlerimi göremiyordum; ama benekli bir eşarp takmış olan annemi gördüm. Ona el salladım, o da bana el salladı. Bu onu son görüşümüz oldu.
Yürümeye devam ettik ve ana kapıya vardığımızda bunun bir "seçim" olduğunu anladık. SS doktoru Josef Mengele'yi, deri eldivenler giymiş halde hatırlıyorum. İnsanlar ya sola ya da sağa gönderiliyordu.
Annemi ne zaman göreceğimizi sordum. Diğer mahkûmlar, “Anneni bir daha göremeyeceksin,” dediler.
Olağanüstü bir şekilde, birlikte kalabilmemiz için blokları değiştirmeyi başaran teyzemiz Berta'yı bulduk. O ve kuzenlerim Lily ve Elsa'nın desteği olmasaydı, hayatta kalamayacağımıza inanıyorum. Birbirimizden hiç ayrılmadık. Bizi kampın Kanada olarak adlandırılan bölümünde çalışmaya gönderdiler; görevimiz insanların yanlarında getirdikleri eşyaların içindeki mücevherleri bulmaktı.
Havadaki külün krematoryumlardan geldiğini anlamamız günler sürdü. Daha sonra da, şalgamdan yapılan sümüksü çorbanın regl olmamızı engellemek için bromür içerdiğini öğrendik. Toplamda altı aydan az bir süre orada kaldık; ama bize sonsuzluk gibi geldi.
Battaniye ve çorba
Auschwitz’ten çıkarılmam, en büyük şansımdı. Hamburg’un 15 km dışındaki Lübberstedt-Bilohe’ye, Neuengamme toplama kampına götürüldük. Ormanda bir fabrikada çalışmak tehlikeliydi –Luftwaffe için bombalar, el bombaları ve mayınları patlayıcılarla dolduruyorduk– ama krematoryumlar gece gündüz yanmadığı için hava daha temizdi.
Etrafımızda hastalık olmaması hayatta kalmamıza yardımcı oldu. Auschwitz'dekinin aksine, ranzalar sadece sert ahşap değildi ve samanla kaplıydı. Battaniyelerimiz ve bakliyattan yapılmış çorbamız vardı.
1945 baharında bir nakliye aracına bindik ve trenimiz, trenin esir taşıdığını fark etmeyen İngiliz Typhoon savaş uçakları tarafından iki kez saldırıya uğradı. Vagonun çatısı parçalandı ve grubumdaki yaklaşık 50 kız öldürüldü. Yardım aldığım ya da şanslı olduğum birçok olaydan biriydi –kız kardeşim beni koltuğun altına itti, böylece ikimiz de hayatta kaldık. Almanların teslim olmadan önce kanıtlardan kurtulmak için imha etmeyi planladıkları Lübeck'e giden gemilere bindirilmemiz gerekiyordu; ancak saldırı nedeniyle geciktik. RAF (Royal Air Force) pilotları, gemilerin üst düzey SS personelini taşıdığını düşünerek onları bombaladı ve Almanya’nın her yerinden toplanan binlerce mahkûm –zorla çalıştırılan insanlar– öldü. Hâlâ hayatta kalmamıza inanmakta zorlanıyorum.
Auschwitz'e dönüş
1948’in Nisan ayında, İngiltere’ye, sisle kaplı, mutsuz insanlarla dolu, sokak lambalarının olmadığı, karneyle yiyecek almanın devam ettiği ve doğru düzgün kahvenin bulunmadığı Birmingham’a vardım –Prag’da yaşadığım savaş sonrası coşkudan eser yoktu. Ama amcam Zolly ve yengem Hety'nin evinde gördüğüm sıcaklık muazzamdı.
Kız kardeşim Bilou, Avustralya’ya gitmek için gereken üç vizeden birini aldı. Kalbim kırılmıştı. Birbirimizi yaklaşık 20 yıl göremedik.
Holokost hakkında konuşmaya ancak 40 yıl sonra başladım. Ancak bunu yapabilmek için bilinçdışımın derinliklerine inip gerçekten ne olduğunu hatırlamaya çalışmam gerekti.
Auschwitz'e ilk kez 2014 yılında döndüm. Korkunç bir tepki verdim, hafızam darmadağın oldu. Çok travmatik bir deneyimdi. Eve geldim ve ailemi düşünerek kanepede hareketsiz yattım. 2019’da tekrar gittiğimde, durumla daha iyi başa çıkabildim.
Almanya’ya dönmek gibi bir arzum yoktu; ancak 2018’de çocuklarım ve torunlarımın da katıldığı büyük bir aile yolculuğu kapsamında gittim ve bu benim için çok anlamlı bir deneyim oldu."
İzleme önerisi: İlgi Alanı
“İlgi Alanı” (The Zone of Interest) filmi, Aşkenaz Yahudisi İngiliz yönetmen Jonathan Glazer'in yönettiği ve 2023 yılında Cannes Film Festivali'nde prömiyerini yapan dramatik-gerilim filmi. 96. Akademi Ödülleri "En İyi Uluslararası Uzun Metraj Film Ödülü" sahibi.
Yazar Martin Amis’in 2014 yılında yayımlanan aynı adlı romanından uyarlanan film, Nazi Almanyası’nın dehşetini farklı bir perspektiften ele alıyor.
Auschwitz-Birkenau Toplama Kampı'nın hemen yanında yaşayan Nazi subayı Rudolf Höss ve ailesinin hikâyesini anlatan film, ailenin, kampın gölgesinde lüks ve konforlu bir yaşam sürerken çevredeki insanlık dışı trajedilere karşı sergiledikleri kayıtsızlığı gözler önüne seriyor.
Höss, çocuklarını yüzmeye ve balık tutmaya götürürken, eşi Hedwig bahçeyle ilgilenerek vakit geçiriyor. Ev işleri “hizmetçiler” tarafından yürütülüyor, mahkûmların eşyaları aileye veriliyor. Bahçe duvarının ötesinden silah sesleri, bağırışlar, tren gürültüsü ve fırınların uğultusu duyuluyor. (TY)