Düşünün; sahnede daha önce hiç görmediğiniz bir ülkede yaşayan, bilmediğiniz bir dili konuşan, lakin bedensel hareketleri ve bakışlarıyla başınıza gelebilme ihtimalini hayal bile etmediğiniz o kişinin hikayesiyle bağ kurdurtan bir oyunculuk sergileniyor. Kendinizi o insanın yerine koyuyor, yaşadığı hüzne, sevince, travmaya ortak oluyorsunuz.
Hollanda asıllı tiyatro yönetmeni Annett Henneman özellikle Ortadoğu’da yaşanan çatışmalar ve diğer alanlarda insanların hikayelerini dinleyip, toparlayarak sahnede anlatma üzerine geliştirdiği “tiyatro röportaj” tarzına ilişkin atölye çalışması yapmak üzere Diyarbakır’daydı. Henneman, savaş, işgal ve baskı koşullarında yaşayan insanların hikayelerini anlatarak onlarla empati kurmak ve bu bilinmeyen hikayeleri duyurmak adına 20 yıl önce başlattığı tarzı devam ettiriyor. Amed Şehir Tiyatrosu oyuncuları Henneman’la birlikte yürüttüğü 9 günlük bir atölye çalışması sonucunda kendi hikayelerini ve başkalarının hikayelerini anlatmak üzere sahneye çıktı. Henneman ile tiyatro röportaj tarzının ne olduğunu, tiyatroya bakışını ve neden burada olduğunu konuştuk.
"Yeni tanıştığın biriyle ikinci gün kol kola oluyorsun"
Bize tiyatro röportaj hakkında bilgi verebilir misiniz? Ne zamandan beri bu tarzı devam ettiriyorsunuz?
İtalya’da Saklı Tiyatro grubunun direktörüyüm. 20 yıldır bunu devam ettiriyorum. Bizim 25 kişilik dünyanın farklı yerlerinde yaşayan bir tiyatro grubumuz var. Yılda bir kez bir araya geliyoruz. Ve topladığımız hikayeleri birbirimize anlatıyoruz. Öncelikle tiyatrocunun bir gazeteci gibi araştırma ve gözlem yapması önemli.
Tiyatro röportajı; antropoloji, gazetecilik ve tiyatronun birleşiminden oluşuyor. Antropoloji bölümünde vücudun her tarafını çalıştırıyoruz. Mesela İranlı bir kız birine aşıksa ve onun gözlerine bakamıyorsa o kızın gözleriyle bakmak zorundayım. Bir erkek için dans ediyorsam saçımı şöyle hareket etmeliyim. Fiziksel olarak da verebilmeliyim.
Diyarbakır’da bir tane kadın vardı. Öyle bir duruşu vardı ki, “hiçbir zaman ağladığımı göstermeyeceğim, o zevki sana tattırmayacağım” şeklindeydi. Fiziksel bir eylemdi aslında. Bu çalışmaya başlamadan önce bu duyguları yaşadıklarını bilmiyordum. Bunların hepsi antropolojik bir çalışma.
Batılı bir insan olarak benim normal davranışlarımın dışına çıkıp sizin davranışlarınıza girmem lazım. Gazetecilik boyutunda ise Filistin’de, İran’da Basra’da veya başka yerlerde neler olduğunu bilmek ve araştırman gerekiyor. Enteresan olan kısmı ilk kez tanıştığın biriyle ikinci gün kol kola giriyorsun. Bu işte sevdiğim taraf bu aslında.
Tiyatro röportajını bir örnekle anlatmanızı istersek?
Örneğin dün Sur’a gittim. Bir çay ocağı gördüm, iki tane adam oturuyordu. Bunlar buranın sahipleri ve hiçbir müşteri yoktu. Mavi parmaklıklar arkası kapalı, giriş yapamıyorsun. Ben o resmi oradan alıyorum. Kimi zaman konuşuyorum, bazen konuşmuyorum da.
Ben orada şöyle anlatıyorum. Benim eşimin Diyarbakır’da Sur’da bir tane çay ocağı var. Çocuklarıma zor yemek veriyoruz, çünkü çatışma var, sokağa çıkma yasağı var. Biz ekmek bulamıyoruz vb. Kendini o anda o kişinin yerine koyuyorum. Yöntem bu.
Yapılan röportajlardan sonra kendini onun yerine koymak. Kimi zaman çocuklarla, kimi zamansa bir anneyle yapılan röportaj şeklinde çıkıyor.
Bağdat, Basra, Musul...
Farklı ülkelerdeki bu 25 kişilik grubun çalışma tarzı nasıl, bu durum bir dezavantaj yaratmıyor mu?
Ramallah, İskenderiye, Bağdat, Basra, Süleymaniye gibi ülkelerde yaşıyorlar. Farklı ülkelerde farklı hikaye derleme açısından avantaj. Bunlar hikaye topluyorlar. Sonra da kendilerini onların yerine koyuyorlar.
Önümüzdeki ay içerisinde Bağdat, Basra ve Musul’da olacağım. Oradaki arkadaşlarla bir araya geleceğiz. Daha sonra da İtalya’da buluşacağız. Onlar kendi ülkelerinde aktör olarak çalışıyorlar.
İlk tiyatro röportajınız neydi?
1998 yılında Diyarbakır ve Kürdistan hakkında bir röportajdı. Oyunun ismi de “Kürdistan’dan Uzakta”. Kısa film olarak da çekildi. Hediye adlı bir kadının hikayesini anlatıyordum. Oğlu dağda ölen fakat bunu kabullenemeyen bir anne rolündeydim. Onunla konuşuyordum, hiç ölmemiş gibi davranıyordum. Yakılmış bir köyden göç etmiştik. Aktörlerden biri de bir köyde öğretmenlik yapan birini canlandırıyordu.
"Normal tiyatro yapamayacağımı anladım"
Bu tarzı geliştirme fikri nasıl çıktı ortaya?
Ben Hollanda asıllıyım. Orada drama öğretmenliği yapıyordum. 1990’lı yıllarda Grotoski gibi büyük ustalarla ve canlı tiyatroda çalıştım. Normal tiyatro yapmanın dışında “tiyatro hangi amaçla kullanılır, tiyatroyla ne yapabiliriz?” diye bir arayışım vardı. O sırada bir proje için gittiğim İtalya’ya yerleştim.
8 yıl boyunca cezaevleriyle çalıştım. Devlet tarafından organize edilen bir projeyle içlerinde mafyaya karışmış, suç işlemiş insanlarla tiyatro çalışması yaptık. Özel bir otobüsle onları tiyatroya götürüyorduk. Onlar sahne alırken sıradan insanlar da gelip izliyordu. Bir süre sonra ünlü olmaya başladılar. Bu proje halen devam ediyor.
Ben de Saklı Tiyatro’ya başladım. İki yıl kadar devam ettim. O sırada dünyada çok farklı olaylar oluyordu, depremler, savaşlar oluyordu, insanlar botlarla geliyordu. Ben normal tiyatro yapamayacağımı anladım. Eğer yapacaksam sesi olmayanların hikayesini anlatmalıyım diye düşündüm. Bu 20 yıl kadar önceydi elbette. Sonra oturup bir proje yazdım. Güney İtalya’ya gidip botla gelenlerin kimler olduğunu öğrenmeye çalıştım. Kürtlerdi bunlar.
Sonra bu hikayelere ulaşma nasıl gelişti?
Güney İtalya’da botlarla kaçan Kürt ailelerle görüştük. O zamanlar daha gençtim. Sonra İstanbul’a geldim. Orada üç genç kadınla birlikte yaşadım. Aileleri ya dağda ya Avrupa’daydı. Sonra Diyarbakır’a geldik. Durumlar çok kötüydü 98 de. Köyü yanmış ailelerle görüştük. Aynı zamanda polis takibi yaşıyorduk. Biz üç dört kişi beklerken 36 aile gelmişti görüşmeye. Kucaklaşıp öptüler. İnsanlar orada oturdular ve saatlerce bize hikayelerini anlattılar. Yaşlı kadınlar Avrupa’nın hiç yardım etmediğini söyleyerek öfkeli biçimde bize bağırıp çağırıyordu. Kimisi gördükleri işkenceyi anlatıyor kimisi ise oturup sadece susarak ağlıyordu.
"Birarada yaşayınca anlıyorsun"
Bu hikayeleri hissederek anlatmak için ne yapmanız lazım? Ya da neler yaptınız?
Bir batılı olarak böyle bir hikayeyi anlattığınızda bazı şeyleri dışarıda bırakmanız lazım. Mesela bir bomba patladığında ne hissedildiğini anlatmam için Bağdat sokaklarında dolaşmam gerekiyordu. Empati yapmam gerekiyor. Sıradan, kırsal bölgede yaşayan bir kadının nasıl yaşadığını anlatabilmek için onlarla yaşaman lazım.
Ben Irak’ta öyle yaptım. Onlara göre giyindim. Nasıl yaşadıklarını, toplumsal değerlerini onlarla birlikte yaşayarak algıladım. Bir yandan da muhteşem bir samimiyet var. Birarada yaşayınca fark ediyorsun. Bazen bağı yaratan sadece bir şarkı olabiliyor. (Kürtçe bir şarkı mırıldanıyor)
Hikayeni anlatabilmem için bunları bilmem lazım. Hikayemin anlatılmasını istemiyorum derse bunu anlatamam zaten. Sürekli olarak bu insanlarla burada da aynı şeyi yapmaya çalışıyorum. Otele gitmektense oyuncu arkadaşların evinde kalıyorum. Diyarbakır’ın değişimini görüyorum mesela. En son 6 yıl önce gelmiştim. Arada epey fark var.
Şimdi neden buradasınız?
Buraya gelme nedenim buradaki tiyatronun kapatılmasından dolayıydı. Dayanışma için geldim. Avrupa’da ki birçok insanın bölgede yaşananlardan haberleri yok. Burada tutuklanan bir gazetecinin ismini herkes bilebilir ama Avrupa’da kimse neler olduğunu bilmiyor. Biz de şu anda bunu duyurmaya çalışıyoruz.
9 gün süren bir atölye çalışması yaptınız. Değerlendirmenizi istersek neler söylersiniz?
Bu performansı yapmak için zamanımız çok azdı. Biraz daha çalışılması gerekiyordu. Grupta bazı arkadaşlar fazlasıyla duygusal olabiliyor. Şimdi yapmaya çalıştığımız şey ağlamaklı ve depresyona girmeden bu dileği açabilmek. Çoğu şu anda kendi içlerinde ne var ne yok anlatamıyorlar daha çok başkalarının hikayelerini anlatıyorlar. Ayrıca hayal çalışması yapıyoruz. Bu hayal oyununda da illa sizin hayaliniz olmak zorunda değil, bu bir yaşlının, bir çocuğun, bir kadının hayali olabilir diye koyduk ortaya. Özellikle batıda insanlar hangi kelimeyi nasıl anlar, neyi, nasıl algılar, bunu da çalışmaya çalışıyoruz.
Mesela “Dışarı çıktım ve Şeyh Sait Meydanı’na gittim” dediğinizde buradan biri anlar ama dışarıdan biri buranın neresi olduğunu bilmez. Bu yüzden karşıdaki insana bu duyguyu hangi ifadeyle nasıl geçirirsin, nasıl anlatırsın. Bunu göstermeye çalışıyoruz. Bizim çabamız o batıdaki birinin burada yaşayan birinin ne hissettiğini aynı anda hissetmesi. Performansta hikaye anlatımlarının yanı sıra bir ev yapmaya çalışıyoruz bedenlerle. Yere düşüp tekrar kalkmak dramatik bir şey aslında. İzleyici bunu izlediği anda bundan kaçamayacağını hissetmeli. Derinden etkilendiğimi söyleyebilirim. Sanatçılar için kendilerini ve acılarını paylaşmak o kadar da kolay değildi.
"Dünyayı değiştirmeyecek ama küçük bir damla"
Bu performansın devamı gelecek mi?
Şimdilik tek gösterim ama gelecekte ne olur bilinmez. Kendileri isterlerse tekrarlayabilir. Ben tekrar gelirsem ya da onlar gelirse İtalya’ya neden olmasın. Bazı gördüklerimi, beraberimde götüreceğim. Bilmedikleri bir şeyle bir bağ kurulacak.
Diyarbakır’daki kültür ve sanat kurumlarına kilit vurulduğu halde Amed Şehir Tiyatrosu’nun varlığını sürdürme çabalarına ilişkin diyecek bir sözünüz var mı?
Elbette şu anda burada her yer kapatılmışken insanların gelebileceği bir yerin olması çok önemli. Umut verici bir şey. Araplardan duyduğum bir söz vardı. Direniş ve hayaller. Bence burada da tiyatro aracılığıyla bir direniş var. Hayallerini tiyatro aracılığıyla devam ettiriyorlar.
1998 yılında ilk kez geldiğim Sur’da el işçiliği yapan kişilerin çıkarttığı bakırın kokusunu hatırlıyorum. Şimdi küçük sokakları kaplayan devasa binaların arkasında yıkılmış ruhu öldürmeye çalışıyorlar.
Tiyatro röportajıyla birlikte olmayan mezarınızı arıyorsanız işte o anda kişilerle, o şekilde empati kurabiliyorsunuz. Tabi bu sizin durumunuzu veya dünyayı değiştirmeyecek ama küçük bir damla olabilir. (BD/EA)