"Şike soruşturmasının, generallerin istifasının ve yaz sıcaklarının gündemi doldurduğu bugünlerde dereler üzerinde küçük ölçekli santrallerin yapımını kolaylaştıran yeni bir düzenlemenin sessizce gerçekleştirildiğini öğrendik."
Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu'nun (EPDK) 21 Temmuz'da yürürlüğe giren ''Elektrik Piyasasında Lisanssız Elektrik Üretimine İlişkin Yönetmeliği'' ile hidroelektrik santrallerinin (HES) yapımının kolaylaşması yönünde bir adım daha atıldı.
Yönetmeliğe göre, gücü 500 elektrik kilowat'ın (kWe) altında olan yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı üretim tesisleri için lisans alma ve şirket kurma yükümlülüğü ortadan kalkıyor.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bülent Duru, yönetmeliği, "ülkenin bütün derelerini sınırsız biçimde ekonomik faaliyetlere açma hedefine ulaşmada bir aşama olarak görmek gerektiğini" ifade etti. Duru'yla, yönetmelikten yola çıkarak HES sürecindeki son durumu konuştuk.
"Göründüğü gibi değil"
Yönetmelik, yenilenebilir enerji kaynaklarıyla ilgili nasıl bir düzenleme getiriyor?
EPDK'nın çıkardığı son yönetmelik, dereler üzerinde küçük ölçekli santrallerin yapımını kolaylaştırma yönünde atılmış bir adım. Aslında, gündelik ihtiyaçlarını yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılamaya olanak tanıyan düzenlemenin, çiftçileri, çevrecileri, ekolojistleri memnun etmesi beklenebilirdi.
Ancak yönetmeliğin öngördüğü kurallar biraz daha ayrıntılı incelendiğinde, durumun göründüğü gibi olmadığı ortaya çıkıyor.
İlk söylenebilecek şey, lisans almadan, şirket kurmadan üretilebilecek enerjinin üst sınırının 500 kWe gibi çok yüksek bir düzeyde tutulmuş olması. Böylece, yalnızca bireylerin ya da konutların değil, örneğin orta ölçekli bir işletmenin ihtiyacını karşılayacak miktarda üretimin önü açılmış oluyor.
Sadece 25 MW'nin üzerindeki santrallerin, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) sürecine sokulacağı akla getirilirse, söz konusu üretim biçimine hiçbir şekilde denetim getirilmeden geçilebileceği kolayca anlaşılabilir.
"HES meselesinde son nokta"
Bu değişiklikler, HES yapım sürecini nasıl etkileyecek?
Yönetmelikte sözü edilen yenilebilir enerji kaynaklarının başında HES'ler geliyor. Bu düzenlemeyle, zaten daha önceden büyük bölümü HES'lerle kaplanmış derelerin, geride kalan parçaları da küçük yatırımcılara, parti tabanına açılarak HES meselesine bir son nokta konulmak isteniyor.
Söz konusu yönetmeliği, ülkenin bütün derelerini sınırsız biçimde ekonomik faaliyetlere açma hedefine ulaşmada bir aşama olarak görmek gerekir. Önce 2010 yılında, Yenilenebilir Enerji Kanunu'na HES'ler eklenerek, hidrolik enerji, desteklenecek enerji türleri içinde alındı.
Ardından Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği değiştirilerek hidroelektrik santrallerin tampon bölgede Bakanlık izni ile yapılmasının önü açıldı. Sonra doğal sitler üzerinde de HES kurma amacıyla "Tabiatı ve biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu" hazırlandı.
EPDK'nın yönetmelik değişikliği HES'lerin önündeki engellerin kaldırılmasında son aşamalardan birisini oluşturuyor. Su ve toprak gibi iki kıt doğal kaynağı ekonomik faaliyetlere sonuna kadar açmak, AKP'nin değişmez bir politikası oldu. Bu uğurda gerekirse Anayasa değişikliği, gerekirse bakanlık değişimi, gerekirse de yasa ve yönetmelik değişikliğini yapıyor.
Yargının yerindelik denetimi yapamamasını, üç değişik çevre bakanlığı kurulmasını ve doğal varlıkları hedef alan onlarca yasal düzenlemeyi bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
"Denetimin dışında kalacaklar"
HES'ler ÇED sürecinin dışında mı tutulacak?
ÇED Yönetmeliği'nde, kurulu gücü 25 MW ve üzeri olan nehir tipi santrallerin ÇED uygulanacak projeler listesinde yer aldığını görüyoruz. EPDK'nın yönetmeliğinde sözü edilen santraller ise buna göre çok küçük kaldığı için ÇED sürecine sokulmadan faaliyetlerine başlayabilecekler.
"HES'ler 'çevreci' değil"
HES'ler derelere veya geniş anlamıyla su kaynaklarına nasıl zarar veriyor?
Aslında sanıldığın tersine hidroelektrik santraller "sanıldığı kadar çevreci" değil. Yapım ve işletim aşamasında doğa üzerinde kurulan baskıyı hesaba kattığımızda, diğerlerinden hiç de geride kalmadığını hemen anlayabiliriz.
Hidrolik enerji üretiminde derelerin yatakları değiştiriliyor, sular uzun süre denize dökülemiyor; bunun sonucunda bazı canlı türleri yok oluyor, nehirlerin debileri değişiyor, göller küçülüyor, sulak alanlar yok oluyor, su kalitesi bozuluyor. Santralin, ilgili tesislerin ve yolların yapımı sırasında kesilen ağaçları, üstü örtülen tarım alanlarını da hesaba katmak gerekir.
Türkiye'deki bütün HES projelerinde söz konusu zararları görmek mümkündür.
"İktidarın eli güçlendi"
Yargının yerindelik denetimi yapamamasının önemi nedir?
Yargının yerindelik denetimi yapamaması aslında yeni bir düzenleme değil. İdari Yargılama Usulü Kanunu'nda zaten idari mahkemelerin yerindelik denetimi yapamayacakları, işlevlerinin idarenin eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olduğu belirtiliyordu.
Bu düzenlemeyi Anayasa'ya taşıyarak, hukukilik denetimine Anayasal güç vererek kent ve çevre davalarında iktidarın elini güçlendirmek istediler sadece.
"Tabandan ve sermayeden gelen istekler"
Konuyla ilgili Bakanlıkların isim ve görevlerinin değişmesinin bu süreçteki yeri nedir?
AKP'nin çevresel değerleri korumak gibi bir kaygısı yok; yalnızca "Nasıl olur da buralardan iktisadi ve siyasi yarar sağlarım" derdinde. Öncelikle, iktidara geldikten hemen sonra, 2003'de "Çevre" ve "Orman" Bakanlıklarını birleştirdiler.
2011 genel seçimlerinden hemen önce ani bir kararla, Bayındırlık Bakanlığı'nı kapatıp "Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı" adında yeni bir oluşuma gittiler. Onun ne anlama geldiğini anlayamadan da bu sefer "Su ve Orman" ile "Çevre ve Şehircilik" adında iki yeni Bakanlık kurdular.
Bütün bu değişiklikleri de ilgili kuruluşların, uzmanların, demokratik kitle örgütlerinin görüşlerini dikkate almaksızın yaptılar. Özetle, parti içinden, tabanından ya da sermayeden gelen istekler, AB'den gelen çevreci uyarılarla harmanlanıyor ve sonuçta ortaya böyle metinler, bu tür düzenlemeler çıkıyor. Sonra da kamuoyuna bu düzenlemelerin ne anlama geldiğini sorgulamak düşüyor. (AS)