Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu tarafından Orta Avrupa Üniversitesi (Central European University) ile ortak düzenlenen Savaş, Hafıza ve Toplumsal Cinsiyet Konferansı'nın dördüncü oturumunda kadının savaş alanındaki varlığı ve rolü tartışıldı.
Toplumsal Cinsiyet, Cinsel Şiddet ve Uluslararası Hukuk başlıklı oturum, Western Sydney Üniversitesi'nden Anna Reading moderatörlüğünde üç konuşmacı ile gerçekleşti. Etkin bellek çalışmalarıyla toplumsal cinsiyet güvenliği ve eşitliği sağlanabileceği, konuşmacıların ortak söylemi oldu.
Çatışma sonrası toplumsal cinsiyet güvenliği mümkün mü?
Oturum, Manchester Üniversitesi'nden Laura McLeod'un "Hatıralar ve Gündemler: Sırbistan'da Çatışma Sonrası Toplumsal Cinsiyet Güvenliği Vizyonları Üretmek" başlıklı makalesini sunmasıyla başladı.
Yerel ve uluslararası belleğin farklarına değinen McLeod, bu iki tip belleğin hedeflenen barış inşası için kolektif bir şekilde işlemesi gerektiğini söyledi.
"Hatırlamak geçmişi değil bugünü de etkiliyor. Geçmişi yaşatmak için değil, geleceği iyileştirmek için hatırlamalıyız," diyen McLeod'a göre çatışma ve savaş deneyimlerinin her bireyde aynı kalmıyor ve herkeste farklı ortaya çıkıyor. Bu çoğulluk savaş sonrası travmaları iyileştirmek ve toplumsal cinsiyet güvenliği sağlamak için kullanılıyor
Savaş deneyimine ve travmaya dışarıdan bakanlar konuya daha nötr yaklaşabiliyorlar. McLeod, bu tarafsız duruşu olumlu görüyor. Dışarıda kalanların da bu deneyimin bir parçası olması ve konuyla ilgili hatıralar biriktirmesi ise 'uluslararası hafıza'ya katkıda bulunuyor. Savaş sonrası üretilen uluslararası hafıza, savaşa maruz kalmış bireylerin yaralarını sarmasına ve toplumsal cinsiyet güvenliği sağlanmasına büyük ölçüde katkıda bulunuyor.
McLeod, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (BMKP) önderliğinde Sırbistan'da yerel aktivistler tarafından yürütülen bir inisiyatiften de bahsetti. Gündemini Birleşmiş Milletler'in belirlediği bu inisiyatif, batı Balkanlarda cinsel şiddet, çocuk istismarı ve savaş suçları gibi konularını takip ediyor. Yakın zamanda yaptıkları kayda değer işlerden biri ise Sırp ceza kanununa aile içi şiddeti engellemeyi sağlayacak bir yasa ekleme önerisi.
McLeod, günümüzde Batı Balkan ülkelerinin şiddete fazlasıyla yatkın olduğunu da ekledi. Ancak Sırbistan'ın savaş esnasında 'saldırgan devlet' olarak yansıtılmasının uluslararası bir sorun olarak algılanmasına ve kadına yönelik şiddet bağlamından kopartıldığını da düşünüyor.
Sırbistan'da yaptığı röportajlarda yerel aktivistlerlerin şiddetin (özellikle de aile içi şiddetin) siyasi bağlamdan uzaklaştırılarak işlenmesinden şikayetçi olduğunu belirtti. Aktivistler, Sırbistan'da günümüzde görülen aile içi şiddetin altında yatan en önemli sebebin 1990'larda işlenen savaş suçları olduğunu düşünüyor. İşlenen savaş suçlarıyla gerektiği gibi yüzleşemeyen Sırp halkının kolektif bilincinde kalan bu travmalar, günümüzde aile içi (ve dışı) şiddet olarak ortaya sıkça çıkıyor. Bu nedenle feminist Sırp aktivistler aile içi şiddetin insani ve psikolojik değil, siyasi bir sorun olarak tanınmasının savaş sonrası sağlanması hedeflenen toplumsal cinsiyet güvenliğine doğru önemli bir adım olduğu görüşünde.
Dikkat, "kolay kadınlar" askeri ittifakı bozabilir!
Helsinki Üniversitesi'nden Marjaana Jauhola ise kendi ülkesinden bir örnekten bahsetti. Jauhola'nın sunduğu makale, Finlandiya'da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 1325 nolu çözüm önerisini yeniden politikleştirmek gerektiğini savunuyordu. Konuşmasında 1325 nolu BM Güvenlik Konseyi kararından bahsetmeyen Jauohola, Finlandiya'nın cinsiyet eşitliğini sağlamış modern bir ülke olduğu illüzyonunu kritik etmeyi tercih etti. Bu eleştiri, Finlandiyalı kadınların kolektif belleğinde Laponya Savaşı ardından yaşanan travmalara dayandırılmıştı. Jauloa, üçüncü nesil Finlandiyalı kadınların Laponya'da yaşananlar üzerine yürüttükleri eleştirel hafıza çalışmalarının feminist siyaset anlatısının bir parçası haline gelmesinin önemini de vurguladı.
Jauhola argümanını kurarken Finlandiyalı yazar Katja Kettu'nun Ebe (Midwife) adlı romanından bolca yararlanmış. Roman, 1944-45 yıllarında Finlandiya'da gerçekleşen Laponya Savaşı sırasında yaşanan bir aşk hikayesini anlatıyor. Alman bir askerle aşk yaşayan Finlandiyalı bir kadın, sevgilisinin peşinden Alman savaş kamplarına kaçarak burada hemşirelik yapmaya başlıyor. Kadının görevi daha sonra askeri genelevlerde cinsel şiddete uğrayan kadınlarla ilgilenmek ve hamile kalanlara kürtaj yapmakla sınırlı kalıyor. Kitabın en sonunda ise genelevin kurbanlarından biri haline geliyor. Jauhola, hikayenin ana karakteri olan bu kadına roman boyunca bir isim verilmemesinin de önemli bir detay olduğunun altını çizdi.
Jauhola konuşmasının büyük kısmında Finlandiya sınırları içine konuşlanmış yaklaşık 200 bin Alman askeri ve Finlandiyalı kadınlar arasındaki ilişki üzerinde durdu. Bu kadın-erkek ilişkilerinin savaş sonrası Finlandiya toplumu içinde tabu haline geldiğini ve sessizleştirildiğini de sözlerine ekledi.
II. Dünya Savaşı sonrası dönemin Finlandiya milli tarihinde ulusu birleştiren ve birbirine bağlayan bir süreç olduğunun vurgulandığını söyleyen Jauhola, bu söylemi de eleştirdi. Pek çok Finlandiyalı kadın bu birleşimin dışında kaldı. Örneğin Ebe adlı kitaptakı ana karakter Finlandiya'ya dönüşünü "Bir Alman askerinin fahişesiydim ve kucağımda bir piçle evime dönüyordum," diye anlatıyor. Alman askerleriyle birlikte olan Finlandiyalı kadınların kamuoyu tarafından'gevşek, kolay kadın' ve 'fahişe' olarak damgalandığını söyleyen Jauhola, bu kadınlar hakkında "Ulusa ihanet ettiler ve Almanya ile olan askeri ittifakın zayıflamasına sebep oldular," şeklinde yorumlar yapıldığı, bu söylemin o dönemde Finlandiya medyasında sıkça kendine yer bulduğunu söyledi.
Uluslararası hukukun cinsel savaş suçlarına bakışı
Oturumun son konuşması ise Medica Mondiale'yi temsil eden Gabriela Mischkowski tarafından yapıldı. Mischkowski, savaş esnasında işlenen cinsel şiddet suçlarını detaylı bir şekilde inceledi.
Yugoslavya savaşı sırasında işlenen tecavüz suçları sistematik bir 'etnik temizleme' aracı olarak görüldüğü için çoğu zaman feminist bağlamda incelenmiyor. Mischkowski, uluslararası hukuk bu suçların kadına değil, etnisiteye yönelik işlendiğini söylüyor. Bu bakış açısının fazlasıyla dar olduğundan yakınan Mischkowski, cinsel şiddetin bir savaş silahı olarak etnik temizlik için kullanıldığı fikrine karşı çıkmasa da, bu eylemlerin 'kadına yönelik işlenen suç' olarak da tanınması gerektiğini ve yargılama sürecinin feminist bağlamdan destekle ele alınması gerektiğini düşünüyor: "Günümüz söylemi, savaş sırasında işlenen cinsel şiddet suçlarının pişmanlık uyandıran ve üzücü, ancak göz ardı edilebilecek savaş suçları olarak algılanmasına sebep oluyor."
Mitschkowski'ye göre bu durumun sonuçlarından biri de, 'normal' olarak tanımlanan pek çok erkeğin savaş esnasında bir 'tecavüz canavarı'na dönüşüp, savaştan döndükten sonra herhangi bir utanç kırıntısı bile hissetmeden hayatına devam edebiliyor olması.
"Savaş esnasında işlenen cinsel şiddet suçları, mahkemelerde yargılanan siyasi liderler konumundaki sanıklara mal edilebilir mi?" diye de soran Mischkowski, toplu tecavüz emrini veren ve şu an mahkeme karşısında olan Radovan Karadzic, Ratko Mladic gibi siyasi liderlerin mi, yoksa bu suçları bizzat işleyen bireylerin mi yargılanması gerektiğinin büyük bir hukuki çelişki olduğunun altını çizdi.
"Bu suçları işleyen tüm bireyleri yargılamak neredeyse imkansız, ancak emri verenlerin mahkumiyeti de toplumsal vicdanı rahatlatmaya yeter mi? Şu an elimizde olanın en iyisi hali hazırda yargılanmakta olanların mahkumiyeti olur."
Mischkowski, Eski Yugoslavya Uluslararası Savaş Mahkemesi'nin erkek çalışanlarına hangi tür davaları tercih ettiklerini sorduğunda 'cinayet' yanıtı aldığını söyledi. Erkek hukukçular, tecavüz davalarında rahatsızlık hissettiklerini ve konu hakkında rahatça konuşamadıklarını belirtmişler.
Tanıklık yapan Bosnalı tecavüz kurbanı kadınlar da deneyimlerinden ötürü yoğun bir utanç duyarken, erkek hukukçuların da en az onlar kadar utanç duydukları için davaya sağlıklı yaklaşamadıklarını söyleyen Mischkowski, bu durumun uluslararası hukukçular tarafından üzerinde düşünülmesi gerektiğini vurguladı.
Konuşmanın en ilginç noktası, tecavüz suçlarının cinsellik ve şehvet ile bağlantısının konuşulması oldu.. Mischkowski, bu suçların 'cinsel' yönden değil, şiddet ve siyaset yönünden incelendiğini söyledi.
Konu hakkındaki tartışma, konferansa katılan öğretim üyelerinden Cynthia Cockburn'ün sorusuyla devam etti. Tecavüz ve cinsel şiddet konuşulurken asla 'cinsel istek', 'şehvet', 'cinsel uyarılma' gibi faktörlerin dile getirilmediği ve tecavüz eleştirisi söylemlerinin çok sınırlı kaldığı konusunda salon hemfikirdi.
Feminist düşüncenin tecavüz söylemlerinde daha geniş bir bakış açısı üretmesi gerektiğini düşünen panelistler, savaşın ve öldürmenin de aslında erotikleştirildiğini ve erkeklerin günümüz ataerkil kültüründe öldürme konusunda erotik bir takıntıya sahip olduğunu belirtti.
Mischkowski konuşmasının sonunda oturumun dinleyicilerini düşündürücü sorularla baş başa bıraktı. Mischkowski'nin sorduğu sorulardan biri şuydu: "Yugoslavya savaşı sırasında cinsel şiddet suçu işleyen erkekler, savaşın ardından 'sevgili', 'eş', 'koruyucu' erkek rollerini kimliklerinde nasıl barındıracaklar, kendi karakterlerini nasıl yeniden inşa edecekler?" (EK/HK)