Zülfü Livaneli’nin ‘Huzursuzluk’ romanında bir bilge soruyordu:
“Harese nedir bilir misin oğlum?
Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir.
Harese şudur evladım.
Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani.
Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır.
Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar.
Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar.
Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider.
Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve.
Bunun adı haresedir.
Demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir.
Bütün Ortadoğu’nun âdeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında ‘kendini öldürdüğünü’ anlamaz.
Kendi kanının tadından sarhoş olur...”
*
Eskilerin ‘b.kun ortasından teker geçmiş’ deyişindeki gibi. Kirli gündemlerin tam içinde. İrin akıyor usul usul. Makama, mevki ye, yetkiye, paraya, altına doymayanlar, kendi kanından sarhoş olanlar geçiyor gözler önünden… Gülsek de kimi zaman kimi sözlere, içimiz kağıt kesiği gibi. Kan yok ama sızısı ne yaman!
Ve ne çok yanıtsız soru var. Ve ne çok gelecek kaygısı. Ve ne çok ‘ne olacak bu memleketin, çocuklarımızın ahvali’ hali…
Ağır tokat gibi gündemler birbiri peşi sıra dizildikçe, avunmak, aldanmak, gerçeklerden kaçmak istiyor insan ya da sığınılacak bir liman, bir esinti, bir hoşluk, güzel bir anda nefeslenmek…
Açıyorum WhatsApp grubumu.
Kültür Lezzet Yolcuları (KLY) yayıncılarının estirdikleri birbirinden muhteşem, bilgi yüklü programların birinde, Aborjinlerle ilgili bir kitaptan aklında kalan bir paragrafı paylaşıyor bir arkadaş:
“Kırılan kemikleri karşı karşıya getirir bekleriz. Karışmayız hiç. Bekleriz ki birbirlerine şarkılar söyleyip birleşsinler…”
Televizyonlardan haksız kazançlar, rüşvetler, iddialar, iftaralar, hayal bile edemeyeceğin milyon dolarlar, eurolar, sayamadığın, alt alta bile yazmayı beceremediğin paralar akıyor ardı ardına… Havada hakaretler uçuşuyor.
Mümkün mü?
İddiaların iftira olduğunu anlatabilmek için Hz. İsa’nın ‘temiz ve pak annesi’ Meryem’e… Peygamber efendimizin ‘mübarek ve pak eşine’ edilen iftiralara kadar gidenlerle, aklını hakir görenlerle, kırılmış kemiklerimiz karışır mı birbirine dans ederek… Hiç sorumlusu olmadığımız yenilmiş herzelerden (1) payımıza düşecekleri, bizi bekleyen alacakaranlığı görürken, kırılan kalplerimiz onarılabilir mi kıranlar tarafından…
Bağırıp çağırmaktan öfken tükenmiş, elinde bir tek utanç kalmışsa ne yaparsın? Bu topyekûn çöküşü durduracak gücün yoksa bile, ‘kırılan kemikleri karşı karşıya getirip birbirlerine karışıp şarkılar söylemeyi bekleme’ romantikliğine sığınabilir misin? Ne kadar durabilirsin/oturabilirsin bekleme odasında? Yaşamın kıyısında?
Hep başka dünyaları hayal eden, başka bir yaşamın mutlaka olması gerektiğini düşünen, kuytu sularda kuyruğunun çevresinde dönüp duran, sormayan/sorgulamayan/merak etmeyen/ hayal kurmayan balıklardan biri olmamak için kendini cesaretle nehrin akışına, tehlikelere bırakan ve sonu, sonunu getirdiği bir balıkçılın midesinde sona eren Küçük Kara Balık mı olmalı, yoksa Neil Gaiman’ın (2) sözlerine kulak verip bir köpekbalığı mı:
“Yazıyorsun. Kimsenin bilemeyeceği kadar zorlu bir iştir bu. İyi günde de yazıyorsun, kötü günde de. Köpekbalığı gibisin; ya ilerleyeceksin ya öleceksin… Yazmak kurtuluşun olabilir ama olmayabilir de. Kaderinde bu olabilir ya da olmayabilir. Fark etmez. Şimdi önemli olan arka arkaya gelecek kelimeler. Sonrakini bul. Yaz. Yeniden. Yeniden. Yeniden.”
*
İsmi /yazdıkları hayli tartışmalı Amerikalı siyaset bilimci Lawrence Freedman’ın Strateji isimli kitabının açılış cümlesi, şaka gibi gelecek ama –ahir zaman filozofu- Mike Tyson’la başlar: "Herkesin bir planı vardır, ta ki ağzının ortasına ilk yumruğu yiyene kadar."
Şimdi sen düşünüyorsun. Ağzımızın ortasına yumruk yiyip yemediğimizi ya da kaç okka çektiğini. Kırılan diş, patlayan dudak, dağılan bir burun olup olmadığını. Öylece düşünüyorsun… Dayağı sen yemiş, sen atmış gibi utanıyorsun bir de. Çok utanıyorsun. ()
(1) Herze yemek: 1) yersiz söz söylemek; 2) gereksiz davranışta bulunmak.
(2) Neil Gaiman’dan yazar adayına mektup: Duvar Ör!/Egeoistokur