Solcu öğretmen Nazım Abe (Şener Şen) emekliliği gelince, öğrencilerinin resimlerini, hatıralarını, Mardin'in bir köyünden bavuluna doldurur, bütün köylü uğurlar onu. Tek derdi vardır oradan ayrılırken, çocuklarının okuması. Döner gelir çocukluk semtine, Samatya'ya...
Samatya Nazım Abe'nin gözünde aynı fakir, aynı komşuluk ilişkileri, Ermenilerin Rumların ve daha nice milletin insanının yan yana yaşadığı yerdir. Nazım Abe böyle bir Samatya bırakmıştır, ama geri döndüğünde baba evini müteahhide verip, köşeyi dönmenin hesaplarını yapan bir erkek evlatla karşılaşır. Baba evindeki kiracıları çıkarmaya vicdanı elvermediği için başka bir ev bulur yerleşir. Sonra taksicilik yapmaya başlar.
Çocukluk arkadaşı Takoz Atakan'ın taksisinde geceleri çalışan bu çelebi, idealist ve en önemlisi hâlâ öğretmen olan Nazım Abe'nin yolu bir pavyonda çalışan Dünya (Meltem Cumbul) ile kesişir. On üç yaşında iki kişinin tecavüzüne uğrayan, memleketimizin klasik namus anlayışının zoruyla evden ayrılmak zorunda kalıp pavyonda türkü söyleyen Dünya, Dünya'nın belalı kocası Halil (Timuçin Esen), hiç konuşmayan kızı Melek ve Nazım Abe'nin iki çocuğu Piraye ve Mehmet'le olan ilişkileri iç içe geçer...
Öyle çok konu var ki filmin bu birbirine geçen hayat öyküleri bölümünde...
Dünya'nın sevdiği tek şeyi, türkü söylemeyi ekmek kazanma yolu olarak seçtiği pavyonda Halil'le tanışması ve ihtimal ki yaşadığı aşk, onu evliliğe ve kızı Melek'i doğurmaya götürürken; Nazım Abe'nin öğrencilerine ve onların eğitimine duyduğu aşk, kızıyla ve oğluyla arasında uçurumlar yaratmış ve onu taksiciliğe getirmiştir.
Filmi izleyenlere bir kez daha anlatmaya gerek yok tabii... İzlemeyenlere ise söyleyebileceğim tek şey, muhakkak izlemeleri. Okuduğumuz, bildiğimiz birçok problemi, namus cinayetlerini, yapılaşmayı, eğitim sistemini, dayanışmayı, kadına bakış açısını, filmde güzel bir kurgu içinde yer yer canımız acıyarak izliyoruz çünkü.
Film, Halil karakteriyle klasik Türkiye erkeği modelinin nasıl aynı zamanda patriyarkal sistemin mağduru olduğunu ortaya koyuyor. Film boyunca nefret duyulması gereken, dayakçı, kıskanç, aşık, kızını çok seven, aşkı için evini, ailesini, işini kaybetmiş olan bu adamı (Halil), nefret ve acımanın iç içe geçtiği hislerle, yer yer de gözyaşlarıyla izledim.
Hulasa biz bu numaraları da bu modelleri de aslında gayet iyi biliyoruz. Pazartesi Dergisi'ndeki bir yazısında, "Aşk kadınların afyonudur" diyen Ayşe Düzkan'a hak vermemek ne mümkün bu noktada. Fakat bir şey var ki, aşk kadınları uyuşturup sindirirken, erkekleri saldırganlaştırıyor. Dövüp dövüp, "Elim kırılaydı da dövmeyeydim canım karımı" diyen Halil, Dünya'nın türkü söylerken başka bir erkeğe (o dakikaya kadar erkek gibi görmediği Nazım Abe'ye) bakışını görünce çekiyor silahını... İkinci kez ateşlemeye hazırlandığı silahını kendi başına dayamadan önce de özür diliyor...
Bu kadar basit. Ama gerçek hayatta yaşadıklarımız da aynı derecede "basit" değil mi zaten?
Bir iktidarın; özrünün arkasında duramayacak kadar, özür diledikten sonra yaşayamayacak kadar köklü bir iktidarın intiharı değil mi aslında yaşanan?
Şahsen şu yaşıma kadar izlediğim Türk filmlerindeki Neriman Köksal karakterlerine de, Nuri Alço tiplemelerine de uzaydan gelmiş gibi bakmadım hiç. Bu nedenle Dünya'nın yaşadıklarına "çok klasik" diyenlere, hayatın kendisinin de, erkeklerin kadınlar üzerindeki iktidarlarından dolayı çok klasik işlediğini söylemek isterim.
Meltem Cumbul'un genel olarak iyi oynayabildiği bir rol için seçilmiş olması, yönetmenin işini iyi bildiğinin göstergelerinden bence.
Bir de söylemeden geçemeyeceğim, filmde Aynur Doğan o muhteşem sesiyle Kürtçe türküsünü söylerken Dünya'nın gözlerinden süzülen yaşlar, hiç sözünü anlamasak da müziğin, acıları paylaşmak için ne kadar güzel bir vesile olduğunu bir kez daha düşündürdü bana. Dünya'yla birlikte ağladığım şarkı boyunca, türküde ne dendiğini sorgulamak hiç hatırıma gelmedi. Dünya'nın "Bu türküye ağlamak için ille Kürtçe bilmek mi gerek" sözleri tek başına çok şey anlatıyor zaten diye düşünüp koyuverdim göz yaşlarımı.
Uzun lafın kısası, naçizane önerim, babalarla geç kalınmış konuşmaların en çok yapıldığı otuzlu yaşlarını süren kadınların filmi muhakkak izlemeleri gerektiği... Geç kalınmış konuşmalara cesaret bulunamayan, bahaneler üretilen yoğun zamanlar diliminde, belki sahiden çok geç kalınabileceğini yaralayarak hissettiren bir film çünkü Gönül Yarası.
Erken ya da geç, babalarıyla hâlâ vakit geçirme şansı olanlardan, hayatını köy okullarındaki kızlar ve oğlanlara adamış öğretmen babaların ihmal edilmiş kızlarındansanız eğer, filme mendilinizi alarak gitmenizi öneririm.
Hele ertesi günü bayramsa, babanızı eski öğrencileri, saat başı arayıp bayram kutlaması yapıyorlarsa, her telefonu kapadığında babanız size sitemkâr - siz ona neden diye sorarak bakıyorsanız; sizi de annenizi de, kardeşinizi de ihmal ettiyse bile; hâlâ şansınız varsa konuşmak için, bu filme gidin önce, sonra da konuşun. İyi geliyor... (BD/BB)