İbrahim Müteferrika ve 28 Çelebizade Mehmet Efendi ile başlayan süreçte, siyasi-sosyal-ekonomik tarihe paralel olarak, Saray'ın yönetiminde ve parasıyla çıkartılan yerli ve yabancı gazeteler, sansürün teorik olarak kaldırılışı, Kemalist iktidarın Cumhuriyet gazetesi, II. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Sertellerin Tan gazetesi, 46'daki Demokrat Parti'nin zaferinin ardından Sedat Simavi'nin Hürriyet 'i, kronolojiyi izleyecek olursak 1968'de Haldun Simavi'nin ofset tekniğiyle basılan ilk gazete Günaydın 'ı yaratması...*
Haldun Simavi,kuşkusuz gerek Hürriyet'i babasından devraldığı 1954-68 döneminde ama esas olarak, Günaydın'ı Asil Nadir'e sattığı güne kadar yönettiği dönemde (1968-1988), Babıali'de orijinal, farklı bir sima olarak temayüz etti, özellikle de popüler gazetecilik uygulamaları ve tiraj konusundaki başarılarıyla anıldı.
Ne var ki Haldun Simavi, kimilerine göre bir efsane olarak kayıtlara geçmişse de aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, ne bizzat kendisi ne de Günaydın gazetesi hakkında ciddi, akademik ya da mesleki bir çalışma yayınlandı.
Zengin içerik
İşte Akgün Tekin 'in 'Türk Basınında Kayan Yıldız: Haldun Simavi'nin Günaydın'ı' bu eksikliği gidermeye aday, kuşkusuz iyi niyetli bir girişim.
792 sayfalık kitap, Doğan Kitap'ın Anı dizisinden yayınlanmış olsa da, Tekin, şahsi mesleki hatıratının Günaydın döneminin dışına da çıkmış, ayrıca, anı kitaplarında pek rastlamadığımız olumlu bir teknik geliştirerek, söz konusu bazı olayları, gazetecilik refleksi sayesinde, olayın kahramanlarına yeniden başvurarak en doğru hatta farklı versiyonlarını kayda geçirmiş.
Kitabın, daha doğrusu Tekin'in bir başka olumlu yanı da, konusuna, yani efsanevi kahramanı Haldun Simavi'ye nesnel yaklaşılmasını istediği için, çoğunlukla onu övenlere yer vermekle birlikte, Necati Doğru ve Mete Akyol gibi iki Simavi muhalifinin görüşlerini de aktarmaktan çekinmemiş olması.
Zaman zaman, dogmatik Simavi sevgisini dengeleyebilmek için Haldun Bey'in bazı olumsuz niteliklerini de yazmadan edememiş.
Yine de tür olarak anı ile değerlendirme arasına yerleştirebileceğimiz bu devasa çalışmanın, yazar açısından aksayan bazı yanları yok değil:
Akgün Tekin'e önce son dönemde sağlığıyla ilgili olarak geçirdiği kaza nedeniyle geçmiş olsun, sonra ellerine sağlık ama Simavi hayranlığını saklayamayan Tekin, kahramanına her zaman da nesnel yaklaşamıyor, yaklaşması da zaten mümkün değil.
Çünkü Günaydın döneminde, Necati Zincirkıran ve Rahmi Turan 'dan sonra gazetenin dördüncü adamı konumunda olan Tekin, ekmek teknesine halel getirecek bilgi, yaklaşım ve tahlillerden uzak duruyor.
Zaten Tekin'in gazetecilik anlayışı ve pratiği de, Haldun Simavi'nin popülist, tiraja dayalı, sansasyonel gazetecilik anlayışıyla örtüştüğü için, yazardan eleştirel, sorgulayıcı bir tutum beklemek çok anlamlı değil.
Yine de bilerek ya da bilmeden aktardığı olay ve bilgiler, Haldun Simavi efsanesinin çözülmesi hatta yıkılması için ilginç, önemli ipuçları veriyor.
Tekin'in kitabında çok fazla tekrar var. Bir de gereksiz yere, anlatımına galiba canlı bir hava vermek için, 'Teybimin düğmesine bastım', 'Bir kadeh daha yudumladım', 'Derin bir nefes çektim sigaramdan' türünden ayrıntılar var.
Tekin galiba ilk 200 sayfada nispeten kronolojik bir düzen izlerken, artık sıkılmış mı ne, kendi de gayet açık ve samimi bir şekilde, "Buraya kadar kronolojik olarak yazdım, bundan sonra gelişigüzel, aklıma gelenleri, aklımda kalanları yazacağım" diyor ve bir kitap yazmak için gerekli olan minimum disiplinden azat ediyor kendisini.
Haldun Simavi'yi tanımış, Günaydın'ı bilen iyi bir editör, kitabı daha düzgün bir şekle-biçime sokabilir, en az 100-150 sayfa tasarruf edebilirdi.
Terzinin söküğü
Gariptir, Batı'da ya da başka bir meslek kolunda, Tekin'inki kadar oylumlu, zengin bilgiler içeren bir kitap çıksa, -üstelik bu alanda kendi türünün ilk kitabı- o mesleğin erbabı kaleme sarılıp konuya ilişkin görüş ve değerlendirmelerini ayrıntılı ve derin bir şekilde yazar.
Başta eski Günaydıncılar olmak üzere bazı gazeteciler, neredeyse yasak geçiştirircesine, köşelerinde 2-3 satır bir şeyler yazmışlar ama bu yazdıklarından kitabı okuyup okumadıkları bile belli olmuyor.
İnternet sitelerinde kısa bir-iki tanıtım yazısı gördüm, o kadar. Oysa ki Barutçu'nun iki yıl önce çıkan "Babiali Tanrıları: Simavi Ailesi" kitabı hakkında, ki magazin yanı ağır basıyor, çok sayıda yazı ya da alıntı var.
- Yazın bu sıcağında kaldırım taşı hacminde kitabı kim okuyacak canım ?
- Bizim Ako, Günaydın'ı yazmış okudun mu?
- Ne okuyacağım yahu, beraber yaşadık o günleri
- Günaydın öldü bitti abi...Nostaljinin alemi yok...Kesilmiş kulağın davası mı olurmuş?
Bunlar tamamen hayali cümleler. Ama çok da gerçek dışı olmasa gerek. Bizim basın, başkasının tarihine önem vermez ki, kendi tarihine ciddi bir şekilde eğilsin.
Belki de kitap henüz yeni olduğu ve ilgili okurlar henüz okumayı bitirmemiş olduğu için yeteri kadar ve içeriği anlamlı yazı çıkmamıştır, dileğinde bulunalım.
Aslında Haldun Simavi, gerek basın, gerek medya, gerekse Günaydın konusunda gazeteyi sattığından bu yana hiç konuşmadı.
Tekin de aslında bu kitap için kendisiyle görüşmek istemiş ama Haldun Bey reddetmiş. Kendisi geçmişle ilgilenmezmiş, kendisinin söyledikleri değil, başkalarının Günaydın hakkında söyleyecekleri daha mühimmiş....
Tanımasak bu sessizliği tevazuyla açıklamak mümkün olabilirdi. Ama benim başka ihtimaller geliyor aklıma: Haldun Bey gibi mağrur bir patron, bugünkü medya ortamında Günaydın'ın nelere kuluçkalık ettiğini görse gerek...
O sevgili gazetesini, ciddi bir röportajcı karşısında pek iyi savunamaz herhalde. Bir başka ihtimal, Haldun Simavi'nin belki de artık söyleyecek bir şeyi kalmadı.
Kendisi halen Londra'da TRT Int'i izlediğini, Türk gazetesi okumadığını ve Recep Tayyip Erdoğan'ı beğendiğini söylemiş bir meslektaşına.
Biri iyi öteki değil
Tekin'in kitabında, iki kitaptan uzun uzun alıntılar var: Necati Zincirkıran'ın "Hürriyet ve Simavi İmparatorluğu" ile Bora Paran'ın "Bir İmparatorun İçyüzü: Asil Nadir". (Şimdiye kadar sözünü ettiğim üç kitap da 'İmparator'lu. Ebedi nostalji...Ah Osman ah!).
Geçmişi doğru bir şekilde yazıya geçirme konusunda titiz ve hassas olan yazar, (Bunu de kendisi sık sık tekrarlıyor, gereksiz) kimi meslektaşlarının tanıklıklarına başvurduğu gibi, konuya ilişkin yayınlanmış iki kitaptan da sık sık alıntılar yapıyor ki, bence bu da doğru ve olumlu bir tutum.
Çünkü bir kere "Her kitap, biraz da başka kitaplardan oluşur"; ikincisi de, birisi bir olayı, hele iyi bildiği bir olayı, bizzat yaşadığı bir olayı, zaten oturup kitabına almışsa, onu doğrudan alıntılamak hem dürüst bir yaklaşım, hem de okura ilk kaynaktan bilgi vermek açısından daha uygun bir tutum.
Akgün Tekin, Zincirkıran'ın kitabıyla kıyaslandığında, şahsen benim önem verdiğim bir karakteriyle kendini ayırt ediyor: Tevazu!
Bir açıdan değerlendirildiğinde, Türk basınında önemli değişiklikler gerçekleştirmiş bir ekolün, bir ekibin önemli bir yöneticisi olmasına rağmen, Tekin efendiliği ve mesleğe bağlılığı nedeniyle, özel olarak neredeyse hiçbir yerde kendini övmüyor, kolektif olarak gerçekleştirdikleri çalışmaları olumlu bir şekilde aktarıyor.
Tekin'de böyle yıldız olma, öne çıkma hevesi yok ki... Zincirkıran'ın kitabında ise, özür dilerim ama, bir çiftlik kahyasının ağası için kaleme aldığı bir methiye havası sezdim.
Ağayı över gibi görünüp kendini methediyor sürekli olarak. Necati Bey, fotoğraf altlarında bile, bir muhabiri betimlerken (Cüneyt Arcayürek) "E Cüneyt'in parlamasında Genel Yayın Yönetmeni olarak benim de az payım yoktur" demekten kendini alamıyor mesela.
Zincirkıran'ın kitabı aslında Simavi ailesi ve Hürriyet'ten çok kendi imparatorluğunun bence sığ bir reklamı...
Her şeye rağmen, Zincirkıran'ın kitabında da ilginç, önemli "insider" bilgiler var. Tahlil konusunda aynı şeyi söylemek mümkün değil. Çünkü egosantrik bir yaklaşım, hele genel ve geniş bir siyasal-toplumsal-kültürel ve ideolojik kültürden yeteri kadar nasiplenememişse bir insan, her gelişmeyi ancak kişisel perspektifiyle sınırlı düzeyde algılayabilir.
Zincirkıran aslında erken dönem ama öz PR'cı ve pek sofistike olmayan bir televizyon reklamcısı kılığına bürünmüş bir medya ideologu olarak boy gösteriyor.
Çünkü Necati Bey'e inanacak olursak, Demirel'i AP'nin başına getiren de, onu Başbakan yapan da kendisi. (Aslında her şey bir yana, bu sevap bile yeter de artar ona!).
Bizde doğru dürüst bir medya eleştirisi olmadığı için (çünkü doğru dürüst bir medya yok) kimsenin ne hakkı verilebiliyor mesleki olarak, ne de olumsuzlukları sergilenebiliyor somut olarak.
Bu nedenle çoğu gazeteci, mesela anılarını yazarken, sürekli olarak ne kadar büyük, ne kadar başarılı olduğunu yazmak zorunda kalıyor. Hele egosu şişkinse, çoğu zaman haddini de aşarak, fil dişi kulesinde aynaya bakıp kendini tatmin etmeye çalışıyor.
Fransızların bir atasözü, "İnsana yine de en iyi kendisi hizmet eder" der. "Başkası seni övmezse, sen kendini öv", diye de tercüme edebiliriz bu deyişi...
Ben özel olarak kendisini öven insanlardan haz etmem. Çünkü bir insan iyi bir şey yapıyorsa, hele gazetecilik gibi kolektif ve kamusal bir alanda, bu çalışmaları takdir edecek onlarca, yüzlerce hatta binlerce insan zaten vardır.
Kalkıp başkalarının yapması gereken bir işi, bu öz reklamcılar yapınca insan ister istemez kaygıya düşüyor:
Kimse beni beğenmemişse, beni övmemişse, ben de oturup kendim yazarım! Demek istediğim, bir insan başkaları tarafından takdir edilmiyorsa ve bu açığı kendi kapıyorsa, burada hakikaten bir açık var demektir!
Akgün Bey'in kitabına dönmeden, Bora Paran'ın çalışmasına da kısaca değineceğim.
1983-87 döneminde Londra'da birlikte çalıştığım -ben Cumhuriyet, o Günaydın muhabiriydi- Paran'ın kitabını büyük bir zevkle okudum. Açıkçası Paran'ın bu kadar kıvrak ve mizahi bir dili olduğunu bilmiyordum.
Ayrıca Paran çok doğal, çok gerçekçi bir şekilde betimlemiş başından geçenleri.
Bu başarının altında yatan galiba Paran'ın dürüstlüğü, tevazusu ve içine düştüğü trajik durum. Paran, Asil Nadir'in bir gazeteci çalışanı olarak, zaman zaman da danışmanı olarak, Kıbrıslı iş adamının yalanlarını, üç kağıtlarını, tanık olduğu dalavereleri çok akıcı bir şekilde kaleme almış.
Haldun Simavi döneminde başladığı Günaydın'ın Londra muhabirliğini, Asil Nadir döneminde de sürdürmeye çalışan Paran, iç iktidar çelişmelerini, Nadir'in adını kullanarak ona yakın durarak -Nadir'in deyişiyle 'Köpeklik yaparak'- para, makam, iktidar peşinde koşan gazetecileri, avukatları ve iş adamlarını anlatıyor kitabında.
Hiç hakaret etmeden gayet sakin hatta mizahi bir tarzda. Mağdur olduğu halde kendisini ön plana çıkarmadan, kendini övmeden, başkasına da çamur atmadan...
Paran'ın kitabı, Haldun Simavi'nin Günaydın'ı açısından bence çok önemli:
Çünkü, gazeteciliğe bu kadar bağlı olduğu söylenen, gazeteciliği bu kadar sevdiği yazılan bir gazeteci-patron, herhalde en az evladı kadar sevdiği gazetesini, sonuç olarak basın dünyasının dışından gelen, aslında biraz dikkatlice incelendiğinde daha o dönemde bile pek sağlam pabuç olmadığı bilinmesi gereken bir iş adamına nasıl da devreder?
Pardon, işin içinde milyarlar söz konusu olduğunda, anlaşılan Simavi'nin gazetecilik ideali buharlaşıyor. İyi niyetli (?) Tekin ve bazı arkadaşları, Simavi'nin Günaydın'ı Asil Nadir'e satarken, sözleşmeye "çalışanların haklarının baki tutulmasına" ilişkin bir madde koymamasını eleştiriyor, iş işten geçtikten sonra.
Ayrıca böyle bir madde konmuş olsa bile, Nadir'in bu maddeyi uygulamayacağı o kadar açık ki... Haldun Simavi'nin umurunda mı hiç kendisine milyarlar kazandıran yöneticileri, çalışanları?
O çalışanların bazıları nasıl olsa bugün "Haldun Bey sıradan bir insan gibi çarşıya çıkar fiyatları araştırırdı", "Baskı makinesi bozulduğunda tulumu giyer usta gibi çalışırdı", "Aşağıda rotatif dönerken Yazı İşleri toplantısında, kulağını kabartır, makinede ve baskıda bir aksaklık olduğunu anlardı" türünden cümlelerle Simavi'nin yatırına bez bağlıyor.
80 yaşına yaklaşan Haldun Bey'e uzun ömürler dileyelim ki, belki bir gün kaptanlığını yaptığı geminin gizli seyir defterini yayınlar da, biz de hem geminin, hem mürettebatın ve tabi ki seyrettiği denizin inceliklerine, ama en önemlisi kaptanın beyin kıvrımlarına, yürek zigzaglarına vakıf olalım. Bilgimiz artsın, bakışımız genişlesin...
40 yıl önce ve bugün güncel
Önce bir saptama: Akgün Tekin'in kitabı, bir geçmiş dönem gazetesinden söz etse de, aslında çok güncel bir konunun tartışılması için son derece iyi, olumlu, müsait bir zemin yaratıyor.
Yakın geçmişte de Türk medyasında, "gazetenin ekonomik bağımsızlığı" adı altında bir tartışma, Hürriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök tarafından gündeme getirildi.
Özkök, her zamanki gibi işi daha da abartarak, medyada tekelleşmeyi bile savundu. Çünkü bu görüşe göre, "gazeteler, iyi habercilik yapabilmek için ekonomik olarak mutlaka bağımsız olmalı".
Tırnak içindeki bu önerme ilk başta doğru görünebilir. Ama bugün medya kuruluşlarının, gazeteciliğin yanı sıra inşaattan bankacılığa, cep telefonundan enerjiye, çok sayıda sektörde aktif olması, gazeteciliğin bağımsızlığını hatta özerkliğini tamamen tehdit ediyor, hatta ortadan kaldırıyor.
Mesela Hürriyet gazetesinde POAŞ'la ilgili herhangi bir olumsuz haberin yayınlanmasını tamamen önlüyor. Keza, bir gazetenin, doğru, kamu yanlısı, çok yanlı, inanılır, güvenilir, hızlı haber vermeyi ilk hedef olarak benimsemesi yerine, daha çok ilan-reklam almak, daha çok satmak -çünkü ekonomik bağımsızlık daha çok para kazanmak demek- gibi hedefleri olduğunda, bu durum da "iyi haberciliği" önlüyor.
Başta iktisadi iktidar olmak üzere Türkiye örneğinde askeri ve siyasi iktidara daha çok bağımlı hale geliyor gazete ya da medya grubu.
Tüm bu tartışmanın özü şu: Bir gazete, evet hem bir üstyapı kurumudur (çünkü halkı bilgilendirir, halka farklı siyasi-ideolojik-kültürel...vs... fikirler önerir) hem de bir ticari kuruluştur.
Dolayısıyla üstyapı kurumu niteliğini ve işlevini yürütebilmesi için para kazanmak, kar etmek, yatırım yapmak durumundadır. Bütün mesele, bir gazetenin, bir medya kuruluşunun bu iki niteliğini, iki işlevini birbirine zarar vermeden belirli bir hiyerarşi içinde yönetmesidir.
Gazetenin ticari yanını ön plana alırsanız, yani temel hedef olarak para kazanmayı, kar etmeyi ilk hatta tek görev olarak benimser ve tüm yapıyı bu hedefe göre kurar ve işletirseniz, bir gazetenin herhangi ticari bir kuruluştan farkı kalmaz, dolayısıyla üst yapı kurumu niteliğini kaybeder.
Daha doğrusu, üst yapı kurumu nitelik ve işlevi, ticari işleve bağımlı kılınmış olur.
Gazete okura, siyasal-toplumsal-ekonomik gerçekleri mi (hakiki gerçek) verecektir yoksa, kendi çıkarlarını (siyasi-ekonomik-ideolojik) mı (medyatik Gerçek) haber ve yorumlarına yansıtacaktır?
Bu ikisi çeliştiğinde, ki çoğu zaman çelişir, okur orta belki de uzun vadede gazeteden uzaklaşmayacak mıdır?
Burada mesleğin temel sorusuna verilecek yanıt önemli: Ben ne amaçla gazete yayınlıyorum?
Esas olarak para kazanmak, kar etmek, ekonomik durumumu güçlendirmek (dolayısıyla da siyasi gücümü artırmak) için gazete çıkarılıyorsa, o zaman Genel Yayın Yönetmeninin çalışma tarzı değişir:
"Bana en fazla para kazandıracak haberi yayınlarım, para kaybettirecek haberi yayınlamam ya da küçük veririm" der, böylelikle, gazetenin temel unsuru olan haberin niteliği değişir.
Gayrı ihtiyari vecizler
Burada bir parantez: Zincirkıran'ın kitabında beni hayretlere gark eden birkaç "haber" tanımı var. Mesela Necati Bey diyor ki, "Bir gün önce meydana gelmiş ve bizim bilmediğimiz her şey haberdir".
Hava atmak için kitabının bir yerinde Columbia Gazetecilik Okulu'na da değinen Zincirkıran'ın bu tanımında birkaç sakatlık var:
Bir kere bir bilginin haber olabilmesi için, ille de bir gün önce meydana gelmesi şart değildir. Daha önce de olabilir hatta daha sonra meydana gelebilecek bir gelişme de haber olabilir.
"Bizim bilmediğimiz" ne demek? "Biz" ile kim kastediliyor? "Sizin" bilmediğinizi başkaları biliyorsa da haber oluyor mu acaba?
Tanım, bir olguyu net bir şekilde betimleyen cümle ise, Zincirkıran'ın haber tanımındaki "şey" sözcüğü neyi ifade ediyor acaba? Ne menem bir şey bu Necati Bey haberi acep?
Hürriyet ve Günaydın gibi iki büyük gazetede yıllarca Genel Yayın Yönetmenliği yapmış bir şahsiyetin böyle ilkokul talebesi düzeyinde tanımlar önermesi, biraz da Türk basınında kadro kalitesiyle ilgili olsa gerek.
Zincirkıran sanki kırdığı potun farkındaymış gibi, bu tanımın hemen ardından akıllara seza bir başka haber tanımı daha veriyor: "Gazetecilikten gelmiş Genel Yayın Yönetmenlerinin haber dediği şey, haberdir".
Egosantrizmin bu kadarına pes yani! Bence işte tamda Zincirkıran'ın bu haber tanımları, haber, hem de manşetlik haber!
Dönüyorum, gazetecilik tartışmasına:
Haldun Simavi'nin bizzat kendisi de yıllar sonra, bugünkü medya ortamını değerlendirirken "işin içine fazla ticaret girmesinden" yakınıyor.
İlke koymak/İlke oymak
Tekin'in kitabında Haldun Simavi'nin muhabirlere ilişkin özü doğru ama uygulaması yanlış ve efsanenin parçası haline getirilen iki pratiğinden söz etmek gerek:
Birincisi, Haldun Bey, daha o dönemlerde başlayan "Ticari kuruluşların, özel sektör beylerinin, bedava reklam kılığında haber yayınlanması için gerçekleştirdiği davetler ve gezilere katılma yasağı".
İlke olarak doğru. Bugün Batı'da az sayıda da olsa bazı gazeteler bu ilkeyi hala uyguluyor. Mesela Fransa'da yaklaşık yüzyıldır yayınlanan haftalık siyasi-mizah gazetesi "Canard Enchaine"(Zincirli Ördek) şimdiye kadar ne bir santim/sütun ilan-reklam almıştır, ne de özel ya da kamu sektörünün bir davetine katılmıştır.
Haldun Bey, bu yasağın gerekçesini de doğru bir şekilde açıklıyor: İş çevreleriyle fazla sıkı fıkı olmayın yoksa onlar hakkında doğru haber yapamazsınız.
Buraya kadar her şey iyi, güzel. Ama gelin görün ki, dönemin sıkı muhabirlerinden Ergin Konuksever'in Kuzey Kutbu gezisine katılması nedeniyle çektiği fotoğraflar için prim, ama kuralı çiğnediği için işten atıldığını bizzat Tekin yazıyor.
Haldun Bey'in İstanbul'da bulunmadığı bir dönemde, Konuksever, Genel Yayın Yönetmeni Necati Zincirkıran'ın onayı ile bu geziye katılıyor. Ancak dönüşte de işten kovuluyor.
Simavi'nin çifte standardına bir örnek. Konuksever, o geziye kendiliğinden, kendi başına, gazete yönetiminin onayı olmadan gitmemiş ki... Simavi, Zincirkıran'ı kovamayacağına göre, kabak Konuksever'in başına hem de haksız bir şekilde patlıyor.
Tekin, bu olayda Zincirkıran'ın verdiği kararı ve muhabirini nasıl canla başla savunduğunu anlatamıyor tabi ki... Ağanın eline su dökülmez ki...
Simavi, doğru ve haklı bir şekilde, bu tür davetleri reddederken, devlet büyüklerinin de dış gezilere, parası devlet kasasından ödenmek üzere muhabirleri götürmesine de ilke olarak karşı çıkıyor.
Simavi burada yine haklı. Çünkü neyin haber olarak izlenip izlenmeyeceğine devlet büyükleri değil, gazete yönetimi karar verir. Eğer bir devlet büyüğünün gezisi izlenecekse, muhabir, devlet kasasından değil, gazetenin kasasından harcırahını alır.
Simavi, İngilizlerin, gazetecilik mesleği için söylediği ünlü sözü mutlaka biliyor: There is no free meal! ( Hiçbir yemek bedava değildir).
Buraya kadar her şey hoş ve güzel. Ne var ki Haldun Simavi'nin bizzat kendisini 12 Eylül darbesinin baş mimarı Kenan Evren'in uçağında bir dış gezide görmek ne kadar acı verici meslek adına. Meslek ilkesi, rejime ya da döneme göre mi uygulanıyor Sir?
Bir de Basın-Yayın Genel Müdürlüğünün 1 Ekim 1954 tarihli bülteninde, Başbakan Adnan Menderes'le Münih seyahatine katılan yolcular arasında gazeteci Haldun Simavi'nin adı geçiyor. İsim benzerliği olmasın?
Şahsen ben, ilke koyup ihlal etmektense, ilkesiz davrananları tercih ederim. İkincilerin hiç olmazsa bir iddiaları yoktur ve zaten onlardan da tutarlı bir tutum beklenmez.
Yazılmayanlar da önemli
Tekin pek sözünü etmiyor ama Günaydın'ın 12 Mart, 12 Eylül, işçi hareketleri, gençlik, aydınlar, milliyetçilik gibi tayin edici konularda halkın çoğunluğundan çok, resmi ideolojinin popülist versiyonlarını haber ya da yorum olarak sayfalarına aktardığını unutmuyoruz.
Belki bu kasıtlı tercih, başlı başına bir eleştiri konusu edilemeyebilir ama, gazetecilik, habercilik açısından, yani olguları eğmeden-bükmeden, abartmadan-küçümsemeden aktarma konusunda Günaydın arşivi öyle pek de muteber bir arşiv değildir.
Günaydın'ı ya da Haldun Simavi ekolünü eleştirirken popüler gazeteciliği topyekün reddetmek herhalde kimsenin harcı değil. Popüler gazetecilik başlı başına, bizatihi olumsuz, kargılanacak, eleştirilecek bir tarz da değil.
Ne var ki, popüler de olsa, gazeteciliğin hiçbir türü, Tekin'in "süsleme" dediği, olayı, olguyu, bilgiyi değiştirmeye cevaz vermez.
Popüler gazeteciliğin ABD'deki babası Pulitzer gazetesinin duvarlarına asmıştır, muhabirlerine söyleye söyleye dilinde tüy bitmiştir: Her şeyden önce yayınladığımız haber doğru, evet DOĞRU olacak!
Haldun Bey efsanesinin benim gözümde çökmesine neden olan birkaç vaka, birkaç tutum daha var, Tekin'in yazdıklarından çıkardığım: Birincisi sendika konusu.
Bugün ve Simavi'nin döneminde ABD dahil bütün Batı dünyasında medya işverenlerinin en doğal hak olarak kabullendiği sendikal haklar, Simavi'nin çileden çıkmasına neden olan bir bütün.
Öyle ki, Günaydın'ın Ankara bürosundaki sendikalaşma girişimini bastırmaya yönelik olarak gönderdiği bir idareciye mealen, "Git, bu sendika işini bitir, bitiremezsen büroya kilidi vur, kapat, dön İstanbul'a" diyebiliyor.
Haldun Bey'in örnek aldığı Joseph Pulitzer bile, neredeyse yüzyıl önce, ABD'de rakibi Hearst ile işçi sendikasına karşı birleşmesine rağmen, bu kadar insafsız, bu kadar sert olmamıştı vakti zamanında.
Akgün Tekin ise, İstanbul'da gelişen sendikalaşma çabalarına, idarenin yalan ve dalavere ile set çektiğini neredeyse ballandıra ballandıra anlatıyor. Yakışmamış Tekin'e... Kendisi bile "Sonradan pişman olacağımız gelişmeler" diye eklemek zorunda hissetmiş.
Gemici mi havacı mı?
Tekin ve arkadaşları övse de, Haldun Simavi'nin çalışanlarına karşı olağanüstü tepeden baktığını anlatan bölümler var ki, hele bir tanesi insanın kanını donduruyor:
Televizyonun yayına başladığı ilk dönemde, Ankara'da haftanın belirli bir günü, gazetelerin Ankara büro şefleri de ekrana çıkıp siyasi gelişmeler hakkında TRT programcısının sorularını yanıtlıyor, hasbıhal ediyorlar.
Günaydın'daki en küçük bir gelişme bile Duçe Haldun Amca'nın iznine tabi olduğu için, Ankara temsilcisi de Simavi'den televizyona çıkmak için izin istiyor ve bu programda Günaydın gazetesinin adının birkaç kez geçmesinin bile iyi reklam olacağını savunuyor.
Yani maksat Günaydın'ın (varsa?) fikirlerini televizyon aracılığıyla yaygınlaştırmak değil, ekranı bir reklam mecrası olarak kullanmak.
Haldun Bey karşı çıkıyor, izin vermiyor. Bu mesele bir gün Yazı İşleri toplantısında gündeme geliyor. Galiba Rahmi Turan hafif çekingen bir şekilde Haldun Bey'den muhalefetinin gerekçesini öğrenmek istiyor.
Cevap korkunç: "Yavrum, bizim okurlar sizi adam sanıyor, televizyona çıkıp rezil mi olacaksınız!".
Bir gazete patronunun Ankara bürosunun sorumluluğunu emanet ettiği bir insana (ve galiba tüm çalışanlarına) ne kadar güven duyduğunu gösteren trajik bir durum. Burjuvazinin mağrur olduğunu bilirdim de, bu kadarına rastlamamıştım.
Bilahare Ercan Arıklı ile Dinç Bilgin 'in de uyguladığı bir başka Haldun Simavi ilkesi: Gazetede çirkin insan resmi yayınlanmayacak. Adam gazete değil güzellik enstitüsü reklam broşürü basıyor sanki! Hem sonra kim tayin ediyor güzellik kriterlerini?
Haldun Bey, "çirkinlere" ayrımcılık uyguladığı gibi "şişmanları da" sevmiyor.
Daha sonra Aydınlık gazetesinde sayfa sekreteri olarak birlikte çalıştığımız önce sendikacı sonra kooperatifçi Süreyya da, Günaydın'da muhabir olarak çalışırken kilolu olduğu için Haldun Bey tarafından işten çıkarılmış: "Yavrum, bu çocuk kilolu, atik muhabirlik yapamaz, çıkarın bu çocuğu".
Zincirkıran, Turan ya da İdare Müdürü Kınacı da ağızlarını açıp bu saçmalığa itiraz edemiyorlar tabi.
Günaydın gazetesi, aslında hiç de Akgün Tekin'in anlattığı gibi masum popüler bir gazete değildi. Çok satması yayınladığı haberlerin doğruluğunu kanıtlayan bir olgu değil.
Haldun Simavi ekolü, "haberin doğru olması önemli değildir, ilginç olması önemlidir" şiarını benimsemiş bir gazetecilik uygulaması. Bu açıdan bakıldığında, Günaydın okurları da, zaten Tekin de, Nazmiye Demirel haberi -ki o da bir kaza- dışında bugün hala övgüyle anılacak bir habercilik, yani topluma, okura olumlu katkıda bulunmuş bir haber örneği veremiyor.
Tekin, belki de inanarak -ama okurun inanması güç- "Biz hiçbir zaman asparagas yapmadık en fazla haberi biraz süsledik, ilginç hale getirdik" diyebiliyor. Oysa ki bir gazeteyi gazete yapan esas olarak arşividir. Bugün Günaydın arşivi incelendiğinde, ancak bir elin parmak sayısını aşamayacak kadar önemli, kalıcı habere rastlamak mümkün.
Post Günaydın
Evet, Haldun Simavi bir ekol yarattı. İşte tam da bu ekol, Akgün Tekin'in yine çok masumane bir tarzda aktardığı, Tan gazetesini doğurdu.
Günaydın ekolünden yetişenler ve bu ekolü benimseyenler arasında bugün hala mesleğini icra edenlere bir bakın. Bunların arasında gazeteci sıfatını gerçekten hak eden kaç kişi var? Bence hiç yok.
Aslında, yanlış anlaşılmasın, mesele şahsi değil. Ben de Türk Gazetecileri Standartları Enstitüsü sorumlusu değilim. Mesele bir ekol, bir sistem meselesi. Günaydın'ın 60'ların sonunda yaptığını Star gazetesi de 2000'lerde yaptı. Sonuç olarak ikisi de başarısız -yani iz bırakmayan, sürdürülebilir olmayan- girişimler.
Murdoch'a ve İngiliz Sun gazetesine özenen Haldun Simavi, 80'li yıllarda tencere-tava promosyonu olarak adlandırılan gazetelerin metalaşmasının, toptan satış bültenleri haline gelmesinin de Türkiye'deki ilk mucitlerinden.
Kupon hastalığını Babıali'ye yerleştiren patron. Günahlarıyla sevapları bir teraziye konsa, kefelerden biri çok ağır basar...
Simavi'nin ideal gazetecisi kim biliyor musunuz? Rahmi Turan! Adı asparagasla özdeşlemiş bir gazete yöneticisi, aslında Simavi'nin idealini de çok güzel teşhir ediyor.
Haldun Bey'in favori muhabirlerinden biri de Ertuğrul Akbay! Günaydın'ın ilk başlardaki polis-adliye muhabiri, bilahare istihbarat şefi de köşesinden kulak çekmekle ünlenen Ahmet Vardar.
Türkiye'de yaşı 60'ın üzerindeki gazeteciler, biraz da nostaljik bir şekilde, 80 öncesi gazeteciliği pek överler. Tekin'in kitabını eleştirel bir gözle okuyanlar aslında bugünkü çürümenin kökenlerini Günaydın ekolünde çok kolay bir şekilde bulabilir.
Tekin'in kitabında hoş anekdotlar, komik olaylar da var. Kimi sayfalarda kahkaha atarak güldüğüm bile oldu. Çoğu zaman da kara sırıtmalar...(RD/EÜ)
* Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Hıfzı Topuz 'un Türk Basın Tarihi