Ekim ayındaki Frankfurt Kitap Fuarı'nda, Alman Yayıncılar Biriliği'nin geleneksel Barış Ödülü Susan Sontag'a verildi. Sontag'ın ödül töreninde yaptığı konuşmayı naklediyoruz...
Paul Kilisesi'nde, bu dinleyicilerin önünde, 53 yıldır Alman Yayıncılar Birliği tarafından pek çok yazara, düşünüre ve halka örnek olmuş isme verilen bu ödülü almak, bu tarih yüklü mekânda, böyle bir günde konuşmak, gurur ve ilham veren bir tecrübe.
Alman Yayıncılar Birliği'nin bu toplantıya katılması için yaptığı daveti derhal reddeden Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Büyükelçisi Daniel Coats'un kasıtlı olarak burada bulunmayışına daha da hayıflandım şimdi. B
u daveti reddetmesi, Bay Coats'un normal bir diplomatik görevi yerine getirmekten, ülkesinin ve elbette ki benim ülkemin ilgisini ve itibarını temsil etmekten çok, Bush yönetiminin ideolojik duruşunu ve kindar tepkiselliğini tasdik etmeye meyilli olduğunun göstergesi.
Büyükelçi Coats, burada olmamayı seçti, gazetelerde, televizyonlarda yayınlanan röportajlarımda ve bazı makalelerimde, Irak'ın istilası ve işgaline, Amerikan dış politikasının yeni radikal eğilimine dair eleştirilerim yüzünden böyle bir karar aldığını düşünüyorum. Kanımca burada olmalıydı, Almanya'da temsil ettiği ülkesinin bir vatandaşı, önemli bir Alman ödülüne değer bulundu.
Roma ve Atina
Mars ve Venüs
Bir ABD büyükelçisi, ülkesini temsil etmekle yükümlüdür, ülkesinin belli bir kesimini değil, tamamını. Ben, elbette ki ABD'yi temsil etmiyorum, Bay Bush'un ve danışmanlarının emperyal programını desteklemeyen o hiç de azımsanamayacak azınlığı bile.
Edebiyat dışında hiçbir şeyi temsil etmediğimi düşünmek isterim; belirli bir edebiyat düşüncesini ve vicdanını, belirli bir vicdanı ya da görevi. Ancak, Avrupa'nın büyük ülkelerinden biri tarafından verilen bu ödülün mahiyetini ve ödülün benim iki kıta arasında "entelektüel bir elçi" (elbette ki mecazi anlamda) görevi üstlendiğim belirtilerek verilmesini göz önünde bulundurarak, Avrupa ve Amerika arasındaki ünlü uçurum hakkında, ilgi alanlarımın ve heyecanlarımın birleştirdiği bu uçurum hakkında, birkaç düşüncemi dile getirmeden edemeyeceğim.
Öncelikle, bu -halen birleştirilmeye, kapatılmaya çalışılan- bir uçurum mu? Ya da aynı zamanda da bir çatışma değil mi? Avrupa ve bazı Avrupa ülkeleri hakkında yapılan öfkeli, kaba yorumlar şu sıralar Amerikan siyasî retoriğinde geçer akçe.
Ve burada, en azından kıtanın batısındaki varlıklı ülkelerde, Amerikan karşıtlığı daha önce hiç olmadığı kadar yaygın, hem de eskisine nazaran daha şiddetli ve daha sık dillendirilir bir durumda.
Nedir bu çatışma? Kökleri derinlere mi dayanıyor? Galiba öyle. Avrupa ve Amerika arasında su yüzüne çıkmayan, gizli bir husumet oldu hep, en az anne-baba ve çocuk arasındaki kadar karmaşık ve çelişik bir husumetti bu.
Amerika neo-Avrupalı bir ülke; son yirmi-otuz yıla kadar da nüfusunun büyük bir çoğunluğu Avrupalılardan oluşuyordu. Buna rağmen sağduyu sahibi Avrupalı gözlemcilerin nazar-ı dikkatini hep iki ülke arasındaki farklılıklar çekti: 1831'de yeni kıtayı ziyaret eden ve Fransa'ya, 170 küsur yıl sonra hâlâ ülkem hakkında yazılmış en iyi kitap olan "Amerika'da Demokrasi"yi yazmak için dönen Alexis de Tocqueville de, seksen yıl önce Amerikan kültürü hakkında şimdiye kadar kaleme alınmış en ilginç kitabı, son derece etkili ve pek çoklarını kızdıran "Klasik Amerikan Edebiyatı Çalışmaları"nı yayımlayan D.H. Lawrence da Amerika'nın, Avrupa'nın çocuğu olduğunu, anti-tezi olma yolunda olduğunu ya da zaten çoktan bir anti-tez olarak ortaya çıktığını anlamışlardı.
Roma ve Atina. Mars ve Venüs. Avrupa ve Amerika arasındaki kaçınılmaz çıkar ve değerler çatışması fikrini geliştiren son günlerin popüler broşürlerinin yazarları yaratmadı bu antitezleri. Yabancılar bu konu üzerinde çok düşündüler, altyapıyı hazırladılar. James Fenimore Cooper'dan Ralph Waldo Emerson'a, Walt Whitman'a, Henry James'den William Dean Howles'a ve Mark Twain'e kadar 19. yüzyıl boyunca kaleme alınmış Amerikan edebiyatı eserlerinde kendini gösteren bu temanın gelişimini sağlayacak zemini sağlayıp bu eserlerde durup durup tekrarlanan melodinin oluşumuna katkıda bulundular.
Amerikan masumiyeti ve Avrupa'nın ince zevki ve kültürlülüğü; Amerikan pragmatizmi ve Avrupa'nın entelektüel düşünme biçimleri; Amerikan enerjisi ve Avrupa'nın bıkkınlığı; Amerikan saflığı, yalınlığı ve Avrupa alaycılığı; Amerikan iyi kalpliliği ve Avrupa kötü niyetliliği; Amerikan ahlâkçılığı ve Avrupa'nın ödün verme sanatı -bilirsiniz bu nağmeleri.
"Eski"yi "yeni" olarak yeniden vaftiz etmek
Bu nağmelerin hepsinin koreografisini farklı yapabilirsiniz, çalkantılı iki yüzyıl boyunca her türlü değerlendirme ve eğilimin dansına eşlik etti bu nağmeler. Avrupaseverler, bu muhterem antitezleri Amerika'yı gözünü ticaret bürümüş bir barbarlıkla, Avrupa'yıysa yüksek kültürle özdeşleştirmek için kullanabilirler.
Avrupa düşmanlarıysa hali hazırdaki mevcut görüşü, Amerika'nın idealizm, açıklık ve demokrasiyi temsil ettiğini, Avrupa'nınsa kuvvetten düşmüş züppe bir zarafetle özdeşleştiğini savunabilir. Oysa Tocqueville ve Lawrence bundan çok daha şiddetli, derin bir şeyi gözlemlemişlerdi: Söz konusu olan sadece Avrupa'dan, Avrupalı değerlerden bağımsızlığını ilan etmek değildi, daha da ötesi vardı.
Avrupa değerlerini ve Avrupa'nın gücüne istikrarlı bir şekilde boş verme ve onu yok etme durumuydu bu. "Eskisini ortadan kaldırmadan asla yeni bir şeyiniz olamaz" diye yazmıştı Lawrence, "Avrupa eski olandı. Amerika yeni olan olmalı. Yeni olan da eskinin ölümüdür."
Amerika, Lawrence'ın öngördüğü üzere demokrasiyi bir araç olarak kullanarak -özellikle de kültürel demokrasiyi, adap demokrasisini kullanarak- Avrupa'yı yok etme operasyonu içine girmişti. "Ve bu görev tamamlandığında" diyordu Lawrence, "Amerika pekâlâ bir demokrasiden başka bir şeye de dönüşebilir".
Belki de o zamanlar olabilir denilen şey şimdi gerçekleşiyor. Yaptığım göndermelerin edebî olmasını anlayışla karşılayın lütfen. Neticede edebiyatın -mühim edebiyatın- işlevlerinden biri de kehanette bulunmak, gelecekten haberdar etmektir.
Şimdi karşı karşıya olduğumuz şey, büyük harflerle yazılmış olan şey, yıllardır süren edebî -ya da kültürel-bir çekişme, eskiyle modem arasında süregelen bir tartışma. Geçmiş, Avrupa'nın ta kendisi -ya da öyleydi- ve Amerika da geçmişle bağlarını koparma prensibi üzerine kuruldu, itaat ve üstünlük biçimleriyle, neyin üstün olduğu ve neyin en iyi olduğuna dair standartları sebebiyle engel teşkil eden ve boğucu olarak görülen, temelde demokratik olmayan ya da günümüzde bununla eşanlamlı sayılan elitist bir Avrupa'yla bağlarını koparma prensibi üzerine kuruldu.
Muzaffer bir Amerika'dan bahsedenler, Amerikan demokrasisinin Avrupa'yı reddettiğini ima etmeye devam ediyorlar. Evet, doğrudur, özgürleştirici, faydalı olduğu varsayılan bir tür barbarlığa kucak açıyorlar.
Bugün Avrupa'nın, pek çok Amerikalı tarafından elitist değil de, daha çok sosyalist olarak görülmesi, Avrupa'nın hâlâ Amerikan standartlarına göre gerileyen, inatla eski değerlere bağlı, yozlaşan bir kıta olarak, sosyal devlet olarak algılanıyor olması anlamına geliyor. "Yenilesin"; sadece kültür için ortaya atılan bir slogan değil, aynı zamanda sürekli gelişen, dünyayı kucaklayan bir ekonomik makineyi de tanımlıyor bu söz.
Fakat eğer gerekirse "eski" bile "yeni" olarak yeniden vaftiz edilebilir. Bildiğinden şaşmayan Amerikan Savunma Bakanı'nın Avrupa'yı unutulmaz bir şekilde "eski" (kötü) Avrupa ve "yeni" (iyi) Avrupa diye ikiye ayırıp ortalığı karıştırmayı denemesi bir tesadüf değildi elbet.
Almanya, Fransa ve Belçika nasıl "eski" Avrupa oldu da, İspanya, İtalya, Polonya, Ukrayna, Hollanda, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Bulgaristan kendilerini "yeni" Avrupa'nın parçaları olarak buldular?
ABD'nin halihazırdaki siyasî ve askerî gücünün uzantılarına destek vermek daha arzu edilir bir kategori olan "yeni" kategorisine dahil olmaya yeter. Bizim yanımızda olan "yenidir". Tüm çağdaş savaşlar, amaçları bölgesel olarak genişleme, kıt kaynakların ele geçirilmesi gibi geleneksel amaçlar olsa da, kültürler çatışması olarak sunulur -kültür savaşları-, her iki taraf da kendisinin üstün olduğunu savunur ve diğerini barbar olarak nitelendirir.
Düşman "bizim yaşam biçimimiz" için bir tehdittir; bir kâfir, kutsal sayılanlara saygısı olmayandır; kirleten, yüksek ve daha iyi değerleri lekeleyendir.
Günümüzde militan İslamcı fundamentalistlerin sunduğu gerçek bir tehdide karşı girişilen savaş bunun en açık örneği. Burada dikkat edilmesi gereken şey, daha ılımlı bir küçük düşürmenin Avrupa ve Amerika arasındaki husumetin temelini oluşturduğudur.
Tarihsel olarak şimdiye kadar Avrupa'da duyulmuş en kötücül anti-Amerikan söylemin -Amerikalıların barbar olduğu söyleminin- soldan değil de, aşırı sağdan geldiğini unutmamak gerek. Hitler de, Franco da defalarca Avrupa medeniyetini basit, ticarî değerleriyle kirleten Amerika'yı (ve bir dünya Yahudiliğini) şiddetle eleştirdiler.
Tabii ki Avrupa'da pek çok kişi Amerikan enerjisini, "modern"in Amerikan versiyonunu takdir ediyor. Emin olun , Avrupa kültürel değerlerine inanan Avrupa'nın eski sanatlarında ıslahı ve Amerikan kültürünün ağır ticarî önyargılarından kurtuluşu bulan Amerikalı gezginler de oldu hep bunlardan biri karşınızda duruyor. Ve tabii böyle Amerikalılara mukabil Avrupalılar da Avrupa'da mevcuttu hep: ABD'ye hayran, sadece Avrupa'dan farklı olduğu için Amerika fikriyle büyülenmiş Avrupalılar bu bahsettiklerim.
Amerikalıların gördüğü Avrupasever klişenin neredeyse tam tersi: Amerikalılar kendilerini medeniyetin koruyucusu olarak görüyorlar. Barbar kalabalıklar, artık kapının gerisinde değiller, içimizdeler, bütün kalkınmış şehirlerde varlar ve nasıl zarar verebileceklerini tasarlamakla meşguller diye düşünüyorlar.
Güçlü bir ülke -tanrıyı da yanına alarak- terörizme (artık barbarlıkla eşanlamlı sayılan terörizme) karşı savaşırken çikolata imal eden ülkeler (Fransa, Almanya, Belçika) kenara çekilmeli. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell'a göre eski Avrupa'nın (bazen bu sözle sadece Fransa kastediliyormuş gibi geliyor insana) ABD'nin başını çektiği koalisyon güçleri tarafından ele geçirilen bölgelerin yönetim ve idaresinde etkin olma isteği son derece komik.
Bunun için ne gerekli askerî kaynağa, ne gerekli şiddet zevkine ne de fazlasıyla barışçıl şımarık nüfusunun desteğine sahip. Ve Amerikalılar haklılar. Avrupalılar, hiç de öyle Protestan ya da kavgacı bir halet-i ruhiye içinde değiller.
Bazen rüya görmediğimden emin olmak için kendimi çimdiklemem gerekiyor: Ülkemde pek çok kişinin neredeyse bir yüzyıl boyunca dünyaya böylesine korku salmış bir ülkeye, Almanya'ya şimdi karşı olmasının gerekçesinin -yeni "Alman sorunu"nun- Almanların savaştan kaçınması ve Alman kamuoyunun artık tamamıyla barışçı olmasından kaynaklanmasına inanamıyorum.
Amerika ve Avrupa hiç mi ortak ya da dost olmadı? Tabii ki oldu. Ama belki de bu birlik olma hali istisnalardan ibaretti, bir kaide olmaktan ziyade. Böyle bir birlik olma hali, II. Dünya Savaşı'ndan Soğuk Savaş'a kadar geçen zaman içinde yaşandı; Avrupalıların Amerika'nın müdahalesinden dolayı, imdadına yetişmiş ve destek vermiş olmasından dolayı Amerika'ya minnettar olduğu zamanlardı bunlar. Amerikalılar kendilerini Avrupa'nın kurtarıcısı olarak görmekten hoşnutlar. Ama Avrupalıların kendilerine sonsuza dek minnettar olmasını istiyorlar ve şimdilerde Avrupalıların böyle bir minnettarlık içinde olduğu söylenemez pek.
İki kaçış
"Eski" Avrupa'nın bakış açısıyla, Amerika pek çok Avrupalının ona duyduğu hayranlığı ve minneti çarçur etti. 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra Amerika'ya duyulan yoğun sempati gerçekti. Almanya'da bunun ne denli içten ve samimi yaşandığına bizzat ben şahidim, o sıralar Berlin'deydim.
Ama sonraki günlerde, her iki tarafta da artan bir yabancılaşma yaşandı. Tarihin en zengin ve güçlü ülkesinin insanları, Amerika'nın sevildiğini, Amerika'ya gıpta edildiğini ve öfke duyulduğunu bilmek zorundaydılar.
Yurtdışına çıkan az sayıda insan, pek çok Avrupalı tarafından Amerikalıların kaba ve kültürsüz bulunduğunu bilir ve eski sömürgelerin birikmiş öfkesini hatırlatan davranışlarla bu beklentileri karşılamakta hiç tereddüt etmez.
Ve Amerika'yı ziyaret etmekten ya da Amerika'da yaşamaktan keyif alan bazı kültürlü Avrupalılar, küçümseyerek de olsa, bunun nedenini "evdeki" kısıtlamaların ve yüksek kültürün yükünden kurtulmaya fırsat veren bir koloninin özgürleştirici ortamı olarak adlandırırlar.
San Francisco'da yaşayan Alman bir sinemacının bir keresinde "burada hiç kültürünüz yok" diyerek Amerika'da yaşamayı sevdiğini söyleyişi geldi aklıma. Sayıları azımsanamayacak kadar çok Avrupalı vardı, D.H. Lawrence da dahil. "Orada hayat köklerden geliyor; kaba, ama dirimsel" diye yazmıştı 1915'te, Amerika'da yaşama planlan yaptığı sıralarda bir arkadaşına. Amerika büyük bir kaçış fırsatıydı.
Ya da tam tersi: Avrupa, "kültür" arayan Amerikalı kuşaklar için bir kaçıştı hep. Tabii ki burada sadece azınlıklardan bahsediyorum, imtiyazlı azınlıklardan.
Amerika kendini medeniyetin savunucusu ve Avrupa'nın kurtarıcısı olarak görüyor, Avrupa'nın bunu neden bir türlü idrak edemediğini anlamıyor; Avrupalılarsa Amerika'yı pervasız, savaş yanlısı bir ülke olarak görüyor.
Amerikalılar bu tanımlamaya cevaben Avrupa'yı Amerika'nın düşmanı sayıyor ve Amerika'da sıkça duyulmaya başlanan yorum da, Avrupa'nın barış yanlısıymış gibi davranırken aslında tek amacının Amerika'yı güçten düşürmeye çalışmak olduğu. Özellikle Fransa'nın kendini dünya meselelerine yön vermekte Amerika'ya eş tuttuğunu, Amerika ne kadar üstün olsa da, onun eşiti olmaya çalıştığı düşünülüyor.
İnsanlar için dünyayı kutuplara ayırmadan (onlar ve biz) görmek zor ve zamanında Amerikan dış politikasının tecrit fikrini güçlendiren bu kavramlar, şimdi de emperyalist görüşlerin güçlenmesini sağlıyor. Amerikalılar dünyayı düşmanları olarak görme fikrine alıştı. Düşmanlar başka başka yerlerde, tıpkı savaşın hep "uzaklarda bir yerlerde" olması gibi. 'Yaşam biçimimiz" için amansız ve sinsi bir tehdit olan Rus ve Çin komünizminin yerini artık İslâmî fundamentalizm aldı.
Ayrıca, terörist de komünistten daha elastikî bir kelime. Daha fazla farklı mücadeleyi ve çıkarı bünyesinde barındırabiliyor. Bu, savaşın sonsuz olacağı anlamına gelebilir -her zaman terörizm olacaktır (her zaman yoksulluk ve kanser olacağı gibi), yani zayıf olan tarafın şiddetin genellikle sivilleri hedef alan bu şeklini kullanacağı asimetrik çelişkiler hep varolacak. Ülkede hakim yaygın ruh hali olmasa da, Amerikan retoriği, dürüstlük mücadelesi hiç sona ermeyeceğinden, bu talihsiz olasılığa destek verecektir.
Eskiden çok yeniye kıymet veren bir tür muhafazakâr düşünce sistemi geliştirmek, Avrupalıların anlamakta güçlük çektiği derecede derin bir muhafazakârlığı olan ABD'nin dehasıdır. Bu aynı zamanda şu anlama geliyor: ABD son derece muhafazakar gibi gözükse de -örneğin ülkedeki gücün kullanımına yönelik sıradışı fikir birliği, kamuoyunun ve medyanın pasifliği ve konformizmi (Tocqueville buna 1831 yılında dikkat çekmişti)- aslında aynı zamanda da bir o kadar radikaldir, hatta Avrupalıların aynı oranda anlamakta güçlük çektiği devrimci bir yanı bile var.
Puzzle'ın parçalarından biri elbette ki resmî söylemle yaşanan gerçekliklerin arasındaki kopuklukta yer alıyor. Amerikalılar mütemadiyen "gelenekleri" övüyor, aile değerlerine yağdırılan övgüler bütün politikacıların söyleminin merkezini oluşturuyor.
Buna rağmen Amerika'nın kültürünün, aile hayatı, aile kavramı üzerinde çürütücü bir etkisi var, aslında tüm gelenekler arasında daha geniş bir farklılık şablonu olarak kabul edilebilecek "kimlikler" olarak yeniden tanımlanan gelenekler hariç, en çok da işbirliği ve yeniliğe açıklık üzerinde böylesine bir etkiye sahip.
Belki de yeni (aslında çok da yeni olmayan) Amerikan radikalizminin en önemli kaynağı, muhafazakâr değerlerin kaynağı olarak görülebilecek olan din. Pek çok yorumcu, Amerika'yla Avrupa ülkeleri (Amerika'nın yaptığı günümüzdeki sınıflandırmaya göre hem yeni, hem de eski kabul edilen ülkeler) arasındaki en büyük farkın ABD'de dinin hâlâ toplum içinde ve toplum dilinde merkezî bir konumda bulunması olduğuna işaret ediyor.
Ama bu Amerikan tarzı din: Dinin kendinden çok, din fikri. 2000'de George W. Bush başkan adayıyken bir gazeteci, kendisine en sevdiği düşünürün kim olduğunu sorduğunda, Bush'un takdirle karşılan cevabı -burada herhangi bir Avrupa ülkesinde merkezî bir partinin böyle bir makama aday olan isminin vereceği bu cevap alay konusu olmasına sebep olurdu- Hz. İsa'ydı.
Ama Bush tabii ki bunu kastetmemişti ve sözleri de zaten eğer seçilirse yönetiminin İsa'nın ilkeleri ya da sosyal programlarına bağlı kalarak hareket edeceği şeklinde anlaşılmamıştı.
Amerika sözde dindar bir toplum. Yani hangi dine bağlı olduğunuzun, bir dininiz olduğu sürece hiçbir önemi yok. Sadece Hıristiyan olan (ya da belli bir Hıristiyanlık mezhebinden olan) hakim bir dine, hatta bir teokrasiye sahip olmak imkânsız olurdu. Amerika'da din bir seçim meselesi.
Bu modern, görece olarak içerikten yoksun din fikri, Amerikan konformizminin, kendi inanışını diğerlerinden üstün görme tavrının ve ahlâkçılığının (Avrupalıların çoğu kez küçümseyerek Püritenizmle karıştırdığı şey) temelini oluşturuyor.
Amerikalı dinî gruplar her ne kadar farklı tarihî inançları temsil ettikleri iddiasında olsalar da, hepsi aslında benzer şeyleri öğütlüyor: Kişisel davranışlarda reformu, başarının değerini, toplumsal işbirliğini ve başkalarının seçimlerine hoşgörüyle yaklaşmayı salık veriyor. (Tüketici kapitalizminin işleyişini ilerletmek ve düzeltmek amacına hizmet eden erdemleri.) Dindar olmak saygınlığı sağlıyor, düzen temin edip ABD'nin dünyayı yönetme görevine ahlâkî anlamlar yüklüyor.
Yayılmakta olan şey -buna ister demokrasi, özgürlük deyin, ister medeniyet -devam etmekte olan bir çalışmanın bir parçası, aynı zamanda da gelişimin ta kendisi. Aydınlanma'nın gelişim düşü, hiçbir yerde Amerika'da olduğu kadar verimli bir ortama sahip değil.
Kutuplaşmanın maskesinin düşürülmesi
Peki biz bu kadar mı ayrıyız birbirimizden? Avrupa ve Amerika'nın günümüzde kültürel olarak birbirine bu kadar çok yakınlaştığı bir dönemde, böylesine büyük bir bölünmenin olması ne kadar da garip.
Amerikalılarla varlıklı Avrupa ülkelerindeki yurttaşların günlük yaşamlarında bunca benzerlik olmasına rağmen, Avrupa ve Amerika tecrübesi arasındaki uçurum, kökleri önemli tarih farklılıklarına, kültürün rolünün ne olduğu düşüncesindeki farklılıklara, gerçek ve hayal edilmiş hafızalardaki farklılıklara dayanan gerçek bir uçurum hâlâ.
Bu husumet -çünkü arada gerçekten bir husumet var- Atlantik'in iki yakasındaki insanların tüm iyi niyetine rağmen yakın gelecekte çözülecekmiş gibi gözükmüyor, insan, bu kadar ortak noktamız varken aradaki farkları çoğaltmaya çalışanlara üzülebilir ancak.
Amerika'nın hâkimiyeti, üstünlüğü olduğu bir gerçek, ama Amerika, şu anki yönetimin de görmeye başladığı üzere, her şeyi tek başına yapamaz. Dünyamızın -paylaştığımız dünyanın- geleceği bağdaştırmacı ve karmaşık bir gelecek. Birbirimizden kopmuş değiliz.
Her geçen gün birbirimizin içine daha çok sızıyoruz aslında. Neticede varabileceğimiz herhangi bir anlayış ve uzlaşma yolu, "eski" ve "yeni" arasındaki o çok eski karşıtlık hakkında daha çok düşünmekten geçiyor. "Medeniyet" ve "barbarlık" arasındaki karşıtlık temelde koşullu bir karşıtlık; her ne kadar bazı reddedilemez gerçekler söz konusu olsa da, böyle düşünmek, bu tür bir iddiada bulunmak son derece yozlaştırıcı olur.
Ama "eski" ve "yeni" arasındaki karşıtlık, tecrübe olarak adlandırdığımız şeyin merkezinde gerçek ve silinemez bir şekilde mevcut. "Eski" ve "yeni" tüm duyguların, dünyaya intibak etme hissinin daimî kutuplan. Eski olmadan yapamayız, çünkü tüm geçmişimiz, irfanımız, anılarımız, üzüntülerimiz, gerçeklik hissimiz onda gizli.
Yeniye inanmadan yapamayız, çünkü tüm enerjimiz, iyimser olabilme yetimiz, kör biyolojik arzumuz, unutma yetimiz -uzlaşmayı mümkün kılan sağaltıcı yeti- onda saklı. İçsel yaşam, yeniye güvenmemeye eğilimli. Güçlü olarak gelişmiş bir içsel yaşam yeniye dirençli olacaktır. Bir seçim yapmamız gerektiği söyleniyor bize, eski ve yeni arasında. Aslında her ikisini de seçmeliyiz.
Eğer hayat eski ile yeni arasındaki uzlaşmalar değilse nedir ki? Bana kalırsa, kişinin sürekli kendini bu katı karşıtlıklardan konuşarak sıyırabileceği yollar araması gerek. Eski yeniye, doğa kültüre karşı -belki de kültürel hayatımızın önemli mitlerinin sadece tarihî olarak değil, coğrafî olarak da miadını doldurması kaçınılmazdır. Bununla birlikte, bunlar yine de birer mitten, klişeden ve stereotipten ibaret olacaktır. Artık gerçekler daha karmaşık.
Hoşgörünün melankolik erdemi
Hayatımın büyük kısmı, kutuplaştıran ve karşıtlık yaratan düşünce biçimlerini çözmeye adandı. Siyaset diliyle, çoğulcu ve laik olanı tercih etmek anlamına geliyor bu. Bazı Amerikalılar ve pek çok Avrupalı gibi, ben de tek bir ülke tarafından (benim ülkem de buna dahil) yönetilen değil de, çok yanlı bir dünyada yaşamayı tercih ederim.
Bir başka müfrit, korku dolu yüzyıl olma yolundaki bu yüzyılda, insanlığın, dünyanın gidişatını düzeltebileceği, iyileştirebileceği düşüncesinin ilkelerine, özellikle de Virginia Woolf'un "hoşgörünün melankolik erdemi" adını verdiği görüşüne sonsuz destek verdiğimi söyleyebilirim.
Önce bir yazar olarak konuşmama izin verin, edebiyat denilen işin temsilcisi olarak, çünkü benim yetkinlik alanım bundan ibaret, içimdeki yazar, tüm bunlara yürekten bağlı olsam da, iyi vatandaşa, "entelektüel, sanat elçisi"ne, insan hakları savunucusuna güvenmiyor -bu ödülün bana verilme nedenleri bunlar. Yazar, doğruyu yapmaya çalışan, doğruyu destekleyen kişiden daha şüphecidir, kendinden daha çok şüphe duyar.
Edebiyatın bir görevi de sorular üretmek ve halihazırdaki inançlara karşı argümanlar öne sürmektir. Sanat, muhalif olmadığı zamanlarda bile zıtlığa yönelir. Edebiyat diyalogdur, yanıt vermektir. Edebiyat, kültürler gelişip birbirleriyle etkileşime girdiğinde insanlığın canlı ve ölü olana tepkiselliğinin, yanıtının tarihi olarak tanımlanabilir.
Yazarlar, bu ayrılık klişeleriyle, farklı olduğumuz klişeleriyle savaşmak için bir şeyler yapabilirler. Çünkü yazarlar sadece mitleri aktaran değil, aynı zamanda onları yaratanlardır da. Edebiyat sadece mitler sunmaz, onların karşı mitlerini de öne sürer, tıpkı hayatın karşı tecrübeler -ne düşündüğünüze, hissettiğinize ya da inandığınıza şaşırmanızı sağla yan tecrübeler- sunması gibi.
Bence, yazar, dünyada neler olup bittiğine dikkat eden kişidir. Yani insanoğlunun ne tür kötülüklere muktedir olduğunu anlamaya, içselleştirmeye, ilişki kurmaya çalışan, ama bu anlayışının sonunda kendisinin yozlaşmasına, bunların onu alaycı ve yüzeysel kılmasına izin vermeyen kişidir.
Edebiyat, bize dünyanın neye benzediğini anlatabilir. Edebiyat, dil ve anlatı aracılığıyla standartlar sunup derin bilginin kuşaktan kuşağa geçmesine imkân sağlayabilir.
Edebiyat, başkaları için, bizden olmayan, bizim olmayanlar için ağlamayı öğretebilir bize, bu yetimizi kullanmamızı sağlayabilir. Eğer bizden olmayanlar ve bizim olmayanların duygularını anlayıp paylaşama-saydık, kim olurduk biz? En azından bir süreliğine de olsa kendimizi unutamasak? Eğer öğrenemesek kim olurduk? Affedemesek? Olduğumuzdan başka bir şey olmaz mıydık?
Millî kibir hapishanesinden kaçış
Bu şerefli ödülü, bu şerefli Alman ödülünü almamdan dolayı elime geçen fırsatı kullanarak, izin verirseniz kendim hakkında bir şeyler anlatmak istiyorum.
Hitler'in iktidara gelmesinden iki hafta önce, üçüncü kuşak Polonya ve Litvanya Yahudisi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Amerika'nın Arizona ve California eyaletlerinde, Almanya'dan çok uzakta büyüdüm.
Buna rağmen tüm çocukluğum boyunca Almanya'nın ne denli korkunç bir ülke olduğu fikri yakamı bırakmadı hiç, çocukluğum Almanya, bugün neyin yüce ve değerli olduğunu belirleyen ölçütlerimin olmasını sağlayan sevdiğim Alman kitapları ve müzikleriyle doluydu.
Bach, Mozart, Beethoven, Schubert ve Brahms'tan önce tanıştım birkaç Alman kitabıyla. Güney Arizona'daki ilkokulumdaki bir öğretmenimi hatırlıyorum, Meksika'da Pancho Villa'ya karşı Pershing ordusuyla savaştığını anlatıp öğrencilerinin saygısını kazanan Bay Starkie'yi. Görünen o ki, o zamanki Amerikan emperyalizminin eski gazilerinden olan bu kır saçlı bey, Alman edebiyatının idealizminden etkilenmişti ve benim de kitaplara ne denli meraklı olduğumu bildiğinden "Werther" ve "Immensee" kitaplarını ödünç vermişti.
Çocukluğumun çılgınca okuma günlerinde, şans eseri başka Alman kitaplarıyla da tanıştım. Korku ve adaletsizliği keşfettiğim Kafka'nın "Ceza Kolonisi" de bu kitaplar arasındaydı. Ondan birkaç yıl sonra, Los Angeles'ta bir lise öğrencisiyken, tüm Avrupa'yı bir romanda buldum. Hayatımda hiçbir kitap, kısaca Avrupa medeniyetinin göbeğinde yaşanan idealler çatışmasını konu alan "Büyülü Dağ" kadar önemli olmadı benim için.
Sonrasında da Alman yüksek kültürüyle yoğrulmuş uzun bir hayat. Aslında yaşadığım kültürel çöl göz önünde bulundurulursa, bana o zamanlar neredeyse gizli ve olağanüstü tecrübeler edinme imkânı veren kitaplar ve müzik dışında, bir de gerçek tecrübeler vardı.
Alman kültürel diasporasının son mirasçılarından olduğumdan, Hitler'den kaçıp 1930'larda Amerika'ya gelen ve ülkeyi, özellikle de üniversiteleri zenginleştiren eşsiz bazı mültecilerle, yazarlar, sanatçılar, müzisyenler ve akademisyenlerle tanışma fırsatım oldu.
Onlu yaşlarımın sonunda, yirmili yaşlarımın başında arkadaşım olarak adlandırma imtiyazına sahip olduğum ikisinin ismini vereyim: Chicago Üniversitesi ve Harvard'da beraber okuduğum Hans Gerth ve Herberth Marcuse. Sonra Ohristian Mackauer ve Paul Tillich, Peter Heinrich von Blanckenhagen, özel derslerde beraber olduğum Aran Gurvvitsch ve Nahum Glatzer, daha sonra yirmili yaşlarımın ortalarında New York'a taşındıktan sonra tanıştığım Hannah Arendt. Anılarını burada yâd etmek istediğim isimler bunlar. Ama tüm bunların arasında, Alman kültürüyle, Alman ciddiyetiyle tanışmamın, on yaşımdayken ilkokulda öğretmenim olan ve sonra bir daha hiç görmediğim adı sanı bilinmeyen, eksantrik Bay Starkie'yle (ilk adını bildiğimi bile sanmam) başladığını asla unutmayacağım.
Bu da aklıma bir hikâye getirdi, konuşmamı sonlandıracağım hikâyeyi -böyle olması uygunmuş gibi gözüküyor, neticede ben ne bir kültür elçisiyim, ne de hükümetimin ateşli bir eleştirmeni; bu görevi sadece iyi bir Amerikan vatandaşı sıfatıyla yerine getiriyorum. Ben bir öykü anlatıcısıyım.
Bay Starkie'nin verdiği Goethe ve Storm kitaplarında çocuk olmanın bunaltıcı görevlerinden kaçışı bulan, o kitaplar sayesinde nefes alan on yaşındaki bana dönersek eğer, o zamanlar -1943 yılında-Arizona'nın kuzeyinde içinde binlerce tutuklu Alman askerinin, Nazi askerinin olduğu bir hapishane olduğunun farkındaydım ve bir Yahudi olduğumu bildiğimden (sadece lafta Yahudi'ydim, çünkü aslında ailem gayet laik bir aileydi, ama sadece ismen Yahudi olsam da, bu Naziler için yeterliydi) sürekli aynı kâbusu görüyordum.
Rüyamda Nazi askerler hapishaneden kaçıyor, annem ve kız kardeşimle yaşadığım kasabanın dışında olan evimize geliyor ve beni öldürmeye çalışıyorlardı.
Bundan yıllar sonrasına, 1970'lere, kitaplarımın Hanser Verlag tarafından yayınlanmaya başlandığı zamanlardan Şubat 1999'da öldüğü güne kadar Hanser'deki editörüm olan güzide insan Fritz Arnold'la tanıştığım yıllara gelirsek, ilk karşılaşmalarımızda Fritz bana -sanırım bunun aramızda gelişecek herhangi bir dostluğun önkoşulu olduğunu düşündüğünden- savaş yıllarında neler yaptığını anlatmak istediğini söyledi.
Bana böyle bir açıklama yapmak zorunda olmadığını söyledim, ama elbette ki bu konuyu açmış olması etkilemişti beni. Bu arada belirtmeliyim ki Fritz Amold, tanıştıktan sonra bana Nazilerin başta olduğu yıllarda neler yaptığını anlatmak isteyen kendi kuşağından (1919 doğumluydu) tek Alman değildi. Ve dinlediğim tüm hikâyeler de Fritz'ten duyacaklarım kadar masum hikâyeler değillerdi.
Neyse, Fritz bana savaşın başladığı zamanlarda, onbaşı rütbesiyle Wehrmacht'a gönderildiği sırada, önce Münih'te, sonra da Köln'de edebiyat ve sanat tarihi okuyan bir üniversite öğrencisi olduğunu anlattı. Ailesi Nazi yanlısı değildi. Babası Simplicissimus'un efsanevi siyasi çizerlerinden Karl Arnold'du, ama bir yerlere göç etmek de söz konusu bile değildi.
Bu yüzden, korkarak da olsa Fritz, ölmemeyi ve öldürmemeyi umut ederek kendisine verilen görevi kabul etmişti. Şanslıydı. Önce (üssünün kendisini teğmenliğe yükseltme önerisini reddettiği) Roma'da, sonra da Tunus'ta görevlendirilecek kadar, cepheden uzakta olacak ve bir kere bile bir silahı ateşlemek zorunda kalmayacak kadar ve son olarak da 1943 yılında Amerikalılar tarafından esir alınacak ve diğer Alman askerlerle birlikte Atlantik'i aşıp Norfolk Virginia'ya, oradan da trenle kıtanın öte tarafına, savaşın geri kalan kısmını geçireceği hapishaneye, .Kuzey Arizona'ya getirilecek kadar -bu doğru kelime mi, bilmiyorum ama şanslıydı.
İşte o zaman ona, hayretle içimi çekerek -çünkü zaten bu adamı sevmeye başlamıştım, bu çok sıkı bir dostluğun, aynı zamanda da yoğun bir iş ilişkisinin başlangıcıydı- Kuzey Arizona'da savaş suçlusu olarak tutuklu bulunduğu zamanlarda, Nazi askerlerinden korktuğumu, onlardan asla kaçış olmadığını düşündüğümü söyleme keyfini yaşadım.
Sonra da Fritz bana hapishanede geçirdiği neredeyse üç yıl boyunca, orada olmaya katlanmasını sağlayan tek şeyin kitap okumasına izin verilmesi olduğunu anlattı: Hapishanedeki yıllarını, İngiliz ve Amerikan klasiklerini tekrar tekrar okuyarak geçirmişti.
Arizona'da büyümeyi bekleyen, daha büyük bir gerçekliğe kaçmayı bekleyen küçük bir çocukken beni kurtaranın da kitap okumak olduğunu, hem İngilizce, hem de çevrilmiş yabancı dillerdeki kitapları okumak olduğunu anlattım ben de ona. Edebiyata ulaşabilmek, dünya edebiyatına ulaşabilmek, millî kibrin hapishanesinden, zevksizlikten, estetik yoksunluğundan, zorunlu taşralılıktan, anlamsız okul eğitiminden ve noksan kaderlerden ve kötü şanstan bir kaçıştı.
Edebiyat, daha büyük bir hayata, yani özgürlük alanına yollanmaya imkân veren bir geçiş belgesiydi. Edebiyat, özgürlüktü. Özellikle de okumanın değerine ve ruhaniliğe böylesine gayretle meydan okunduğu zamanlarda, edebiyat özgürlüktür. (SS/ÇD/NM)
* Çeviren; Çiğdem Dalay