Flaubert'in kendisinin de gözlemlediği gibi, hastalık yoluyla cezalandırılma da bir klişeydi. "FRENGİ. Az ya da çok herkeste vardır" diye yazıyordu Kabul Gören Düşünceler adlı, ondokuzuncu yüzyıl ortasının basmakalıp sözler antolojisinde.
Ondokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başı Avrupa'sında frengi ve zihinsel süreçlerin hızlanması arasında, romantik dönemden beri tüberküloz ve duygusallık arasında kurulagelmiş bağlantıya benzer bir bağlantı kurulunca frengi gerçekten de olumlu çağrışımlarla anılmayı başardı.
Yaşamları frenginin neden olduğu bunamayla son bulan bütün yazar ve sanatçıları onurlandırmak ister gibi, frenginin sinir sistemini tutmasıyla beyinde oluşan lezyonların özgün sanat ya da düşünceyi esinlediğine inanılır oldu.
Yapıtları yirminci yüzyıl başı hastalık mitleriyle dolu olan Thomas Mann, frenginin esin perisi olduğu düşüncesini Doktor Faustus adlı romanının merkezine yerleştirmişti. Romanın kahramanı olan büyük bir besteci, bile isteye kaptığı frengi sayesinde yirmi dört yıllık coşkulu bir yaratıcılık süreci yaşıyordu (şeytan ona frenginin merkezi sinir sistemiyle sınırlı kalacağı güvencesini vermiştir).
E.M. Cioran 1920'lerin sonunda ergenlik yıllarının şöhret düşleri içinde frengi hasedinin nasıl bir yer tuttuğunu anlatmaktadır: Frengi kaptığını fark edecek, dehasını ortaya koyabileceği olağanüstü verimlilikte birkaç yılla ödüllendirilecek ve sonunda çıldıracaktır.
Frenginin sinir sistemini tutmasıyla ortaya çıkan bunamanın bu biçimde romantize edilişi yüzyılımıza özgü, daha kalıcı bir fantezinin, akıl hastalığının sanatsal yaratıcılık ya da düşünsel özgünlüğün kaynağı olduğu fantezisinin habercisi sayılabilir.
Ancak AIDS vakalarında bunama her ne kadar hastalığın ileri dönemlerinde görülen yaygın bir belirtiyse de benzer bir mitoloji ortaya çıkmamış, çıkacağa da benzememektedir. AIDS de kanser gibi, belki de ölüm çağrışımı çok güçlü olduğundan romantizasyona izin vermez. Ölürken duyulan öfkenin bence hakikate en uygun anlatımı olan, Krzysztof Zanussi'nin Spiral adlı filminde kahramanın hastalığı hiç belirtilmez; demek ki, zorunlu olarak kanserdir.
Birkaç kuşaktan beri ölüm düşüncesi kanserden ölüm anlamına gelmektedir ve kanserden ölüm türe özgü bir yenilgi olarak yaşan ulanır. Ama artık, yaşamı ve umudu kınayan AİDS'tir.
Hastalığın ahlaki gevşeklik ya da çöküşün görüntüsü ve cezası olduğu inancı tam ters yönden bakılarak da anlaşılabilir: Toplumsal kargaşa ve çürüme bir hastalık olarak nitelenmektedir. Toplumsal krize ilişkin kimi aceleci yargılan dile getirirken veba eğretilemesi öylesine vazgeçilmezdir ki, kolektif hastalıkların artık ahlaki açıdan ele alınmadığı ve büyük bulaşıcı salgın hastalıkların sıklıkla ve güvenle geçmişe mal edildiği1 bir çağda (1920'lerin başı ve ortasındaki grip ve ansefalit salgınlarından, 1980'lerin başında yeni bir gizemli salgın hastalığın bildirilmesine kadar geçen dönem) bile hükmünü sürdürmüştür.
1930'larda toplumsal ve ruhsal felaketlerin bir eşanlamlısı olarak veba eğretilemesi çok yaygındı. Vebanın bu tarz çağrışımları genellikle büyüklenmeci, antiliberal tavırlarla el ele gider: Artaud'nun tiyatro ve veba hakkında yazdıkları ya da Wilhelm Reich'ın "duygusal veba" kavramı buna birer örnektir.
Böylesi, türe özgü bir "tanı" kaçınılmaz olarak tarih karşıtı düşünmeyi teşvik eder. Aynı zamanda hem bir teodise hem de bir demonoloji olarak fenalığın simgesini güvence altına almakla kalmaz, fenalığı kaba ve korkunç bir adaletin temsilcisi de yapar.
Karel Çapek'in Beyaz Veba (1937) adlı oyununda, faşistlerin iktidara geldiği bir devlette ortaya çıkan iğrenç hastalık yalnızca kırk yaşın üstündekilere, yani bu durumdan sorumlu tutulabilecek kişilere bulaşmaktadır.
Çapek'in Çekoslovakya'nın Nazilerce işgalinin hemen arifesinde yazdığı bu alegorik oyun, orta görüşteki bir Avrupalı liberalin barbarca olarak tanımladığı bir tehdidi dile getirmek için salgın hastalık eğretilemesinin kullanılması bakımından ilginçtir.
Oyundaki gizemli, korkunç hastalık hızla yayılan, ölümcül, cüzamı andıran bir hastalıktır, ve elbette bütün dünyaya Asya'dan yayılmıştır. Ancak Çapek politik anlamda kötüyü yabancı saldırısıyla açıklamak yanlısı değildir. Kendi didaktik söylemini hastalığın kendisine değil, bilim adamlarının, politikacı ve gazetecilerin hastalık hakkında oluşturdukları enformasyon ağı üzerine kurmuştur.
Bu hastalık konusunda en ünlü uzman bir muhabire söylev çeker ("Bilinen en yeni hastalık. Şimdiye kadar beş milyon kişi bu hastalıktan öldü, yirmi milyon kişi hasta ve bu sayının en az üç katı insan vücutlarındaki mermerimsi lekelerden habersiz gündelik hayatlarını sürdürüyorlar"); başka bir doktoru hastalığın bilimsel adı olan Çeng sendromu yerine "beyaz veba", "Pekin cüzamı" gibi popüler isimler kullandığı için azarlar, kendi ekibinin bu yeni virüsü tanımlayıp, hastalığın tedavisini bularak bilimin saygınlığına katkıda bulunacağını ve Nobel ödülü kazanacağını düşler ("dünyadaki bütün kliniklerin yoğun bir araştırma programları var"); hastalığın tedavisinin bulunduğu sanılınca sevinçten deliye döner ("tarihin en tehlikeli hastalığıydı, hıyarcıklı vebadan bile korkunçtu"); hastalık belirtilerini gösterenleri sıkı gözetim altındaki toplama kamplarına gönderme planlan yapar ("Hastalar aynı zamanda potansiyel birer yayıcı olduklarına göre henüz hastalık bulaşmamış olanları iyi korumalıyız. Bu konuda duygusal davranmak ölümcül olacağından suç sayılır").
Çapek'in ironi anlayışı, her ne kadar karikatür mizahını andırıyorsa da, medikal ya da ekolojik felaketlerin modern kitlesel toplumlarda "yönetilen" bir kamu olayı haline gelişinin bir skecidir. Ve her ne kadar salgın eğretilemesini geleneksel anlamda, yani bir cezalandırma aracı olarak kullanıyorsa da (sonunda hastalık diktatörü öldürür), Çapek'in sezgileri, onu hastalığın açık seçik bir eğretileme olarak anlaşılmasını sağlamaya yöneltmiştir. Oyundaki doktor bilimin başarısının savaşa girmek üzere olan diktatörün erdemleriyle kıyaslandığında bir hiç olduğunu belirtmektedir: "[diktatör] çok daha büyük bir illeti başımızdan savmıştır: ulusumuzu kemiren anarşi illetini, yozlaşma denilen cüzzamı, barbarca özgürlük salgınını, toplumsal çözülme vebasını."
On yıl kadar sonra yayımlanan Camus'nün Veba'sı bir başka büyük Avrupalı liberalin vebayı daha çağrışımsal biçimde kullanmasıdır. Beyaz Veba ne kadar şematikse, Camus'nün romanı da o kadar inceliklidir.
Kimileri, romanda Akdeniz'in bir liman kentinde baş gösteren hıyarcıklı veba salgınının Nazi işgalini simgelediğini söylese de, roman politik bir alegori değildir. Buradaki veba ceza olarak verilmemiştir. Camus, yozlaşma olsun, zorbalık olsun hiçbir şeyi, hatta ölümlülüğü bile eleştirmemektedir. Veba örnek alınacak bir olay, yaşamı ciddi kılan ölümün istilasından başka bir şey değildir.
Camus vebayı eğretilemeden çok özet gibi kopuk, stoik bir tarzda, yargıda bulunmadan kullanmıştır. Ancak Çapek'in oyun kahramanları gibi Camus'nün roman kahramanları da 20. yüzyılda vebanın akıl almaz bir şey olduğunu söylerler... sanki böyle bir salgının olamayacağına, artık olamayacağına inanmak olmamasını zorunlu kılıyormuş gibi.
AIDS, kanserden çok frengiye benzer bir biçimde, bireysel ve toplumsal zedelenebilirliğin göstergesi olan bir hastalık hakkındaki uğursuz fantezileri besliyor gibi görünmektedir. Virüs bedeni işgal eder, hastalıksa (ya da yeni söylemde hastalık korkusu) bütün toplumu.
1986 sonlarında Başkan Reagan AIDS'in -tabii ki "sinsice"- "toplumumuza boydan boya yayılmakta olduğunu" beyan etmiştir. Ancak çoğunluk politikalarıyla ilgili karanlık sezdirimleri dile getirmek için bir bahane olan AIDS, politik hakaretler dağarcığına çok geçmeden eklendiği Fransa'da bile, ancak iç düşmanları niteleyen bir eğretileme olarak inandırıcı görünmektedir.
Le Pen kimi muhaliflerini "AIDS gibi" (sidatique) olmakla suçlamış, anti-liberal polemikçi Louis Pauvvels önceki yıl boykota giden öğrencilerin "zihinsel AiDS'ten mustarip" olduklarını söylemiştir (sont atteint d'un sida mental).
Gelgelelim, AIDS uluslararası düşmanları niteleyen bir eğretileme olarak pek de geçerlilik kazanmamıştır. Gerçi Jeane Kirkpatrick, bir keresinde uluslararası terörizmi AiDS'e benzetmeden edememişti ama bu tarz hamleler pek enderdir - belki de bu alanda kanser eğretilemesi çok daha verimli olduğu için.
Bu, AİDS'in eğretileme olarak kullanılırken abesle iştigal edilmediği anlamına gelmez, yalnızca AİDS'in eğretileme potansiyeli kanserinkinden farklıdır. Alain Tanner'in filmi La Valle'e Fantome'daki (1987) yönetmen düşünürken "sinema kanser gibidir" der, sonra düzeltir: "yok, sinema bulaşıcı, AIDS demek daha doğru".
Bu karşılaştırma AIDS eğretilemesinin bilinçli ve önceden kararlaştırılmış bir biçimde eksiltilerek kullanıldığını düşündürtüyor. AIDS'in eğretileme olarak ayırt edici özelliği bulaşıcı olması değil, gizil kalabilmesidir. Nitekim, Filistinli bir Yahudi olan yazar Anton Şamas tıbbi, cinsel ve politik fantezilerle dolu bir nöbet anında, Kudüs'te yayımlanan bir haftalık dergi olan Kol Ha'ir'e 1948'deki İsrail Bağımsızlık Bildirgesi hakkında şunları yazmıştır:
" [bu bildirge] İsrail ülkesindeki Yahudi Devletinin AIDS'idir. Uzun süren kuluçka dönemi Gush Emunim ve ...[Rabbi Meir] Kahane'yi yaratmıştır. Her şeyin başlangıcı budur; sonu da bu olacaktır. Eşcinsellere olan sempatime karşın, maalesef belirtmek zorundayım ki, AIDS genellikle tek cinsiyetli cinselliği tercih edenlerde görülmektedir; tek uluslu bir Yahudi devleti de, tanımı gereği kendi yıkımının tohumlarını içinde barındırmaktadır, yani politik bağışıklık sisteminin çöküşünü, ki biz buna demokrasi diyoruz... Bir zamanlar bir Palmachnik kadar güzel olan Rock Hudson, Palmach'ın dağılmasından sonra şimdi ölüm döşeğindedir. İsrail Devleti bir zamanlar (Yahudiler için tabii) gerçekten de güzeldi."
AİDS'in, bulaşıcılık ve başkalaşım için eğretileme olma potansiyeli gizillikle kurulan bağlantısından daha da vaatkârdır. Her ne kadar kanserden eskiye oranla daha az korkuluyorsa da, bu hastalık korkulan ya da onaylanmayan bir şey için hâlâ yaygın bir eğretilemedir. AIDS benzer biçimde kullanılabiliyorsa, bu onun yalnızca yayılmacı olmasından (bu kanserle ortak özellikleridir) ya da bulaşıcı olmasından değil, virüsleri kuşatan özgül bir imgelemden kaynaklanmaktadır.
Viroloji AİDS'ten bağımsız ama gene de AIDS mitolojisini besleyen yeni birtakım tıbbi eğretilemelerin kaynağıdır. William Burroughs AIDS'in ortaya çıkmasından yıllar önce "dilin bir virüs olduğu" kehanetinde bulunmuş, Laurie Anderson da bu görüşü desteklemişti.
Virüs yoluyla açıklamalara gitgide daha sık başvurulmaktadır. Yakın zamana dek, kuduz ve grip gibi viral olarak bilinen enfeksiyonların belirtileri kısa sürede ortaya çıkıyordu. Ancak çok yavaş ilerleyen viral enfeksiyonların sayısı artmaktadır. Merkezi sinir sisteminin zamanla ilerleyen ve öldürücü olan birçok hastalığı, yaşlılıkta ortaya çıkabilen kimi dejeneratif beyin hastalıkları ve oto-immün denilen hastalıkların aslında yavaş ilerleyen viral hastalıklar olduğundan kuşkulanılmaktadır. Kimi kanserlerin viral kökenli olduğuna ilişkin kanıtlar da artmaktadır.
Komplo kavramı amansız, sinsi ve çok sabırlı virüs eğretilemeleriyle dile getirilmektedir. Görece daha karmaşık organizmalar olan bakterilerin tersine virüsler yaşamın son derece ilkel bir biçimi olarak tanımlanmaktadır. Buna karşılık, etkinlikleri önceki enfeksiyon modellerinde öngörüldüğünden çok daha karmaşıktır. Virüsler yalnızca enfeksiyona ve enfeksiyonun bulaşmasına neden olmakla kalmaz. Genetik "bilgi" taşıyarak hücreleri dönüştürür, çoğunlukla kendileri de evrilirler.
Çiçek virüsü yüzyıllardır değişmeden kalmıştır, oysa grip virüsleri öylesine hızla evrilirler ki, aşıların her yıl değiştirilmesi gerekmektedir.3 AİDS virüsü, daha doğrusu AİDS'e yol açtığı sanılan virüsler en az grip virüsleri kadar mutasyona elverişlidir. Gerçekte "virüs" artık değişimin eşanlamlısıdır. Geçenlerde Meksika folk müziğini rock'n'roll a neden tercih ettiğini açıklayan Linda Ronstadt şöyle diyordu: "Çağdaş müzikte tek gelenek var, o da değişim. Mutasyon geçirmek gerek, tıpkı bir virüs gibi."
Eğer "veba" sözcüğünün bir eğretileme olarak geleceği varsa, bu daha bildik bir kavram olan virüs sayesindedir. (Belki de ilerde basilin neden olduğu bir hastalık veba benzeri olarak görülmeyecektir.)
Hatta artık bilgisayar gücüne ayrılmaz biçimde bağlı olan bilgi bile virüse benzetilen bir şeyin tehdidi altındadır. Yazılım virüsleri olarak bilinen korsan programların, (bir organizmanın genetik kodunu kopyalayan ve yabancı genetik materyal aktarabilen) biyolojik virüslerin davranışını taklit ettiği düşünülmektedir.
Bilgisayarla kullanılan ya da bilgisayar telefon hatları ya da veri ağları yoluyla başka bilgisayarlarla iletişim halindeyken takılan bir diskete kaydedilmiş bu programlar kendilerini bilgisayarın işletim sistemine kopyalayabilmektedirler.
Tıpkı biyolojik adaşları gibi, bilgisayarın belleğine verdikleri hasarın sinyalleri hemen ortaya çıkmamakta, bu da "enfekte" olan programa başka bilgisayarlara yayılacak kadar süre tanımaktadır. Virolojiden alınan ve kısmen AİDS bahsinin her yerde hazır ve nazır oluşundan beslenen bu eğretilemeler, her alanda karşımıza çıkmaktadır. (Pennsylvania Bethlehem'deki Lehigh Üniversitesinin öğrenci bilgisayar merkezinde, 1987'de hatırı sayılır miktarda veriyi yok eden virüse PC AİDS adı verilmişti. Fransa'da bilgisayar uzmanları enformasyon AIDS'i olarak niteledikleri bir sorundan söz etmektedirler.) Ve AIDS'in her yerde hazır ve nazır olduğu duygumuzu pekiştirmektedir.
Modern dünyadaki en son dönüştürücü unsurlar olan bilgisayarların en son dönüştürücü hastalığımızdan kaynaklanan eğretilemeleri kullanması herhalde şaşırtıcı değildir.
Viral enfeksiyonun seyrine ilişkin betimlemelerin bilgisayar çağı dilinin yankısı olması da hiç şaşırtıcı değildir; örneğin virüsün "kendi kopyalarını ürettiği" söylenmektedir. Mekanistik betimlemelere ilaveten virüslere (bekleyen bir tehdit, değişken, sinsi, yenilenebilen gibi) animistik özelliklerin atfedilmesi, bir hastalığın hünerli, öngörülemez, yeni bir şey olabileceği duygusunu pekiştirmektedir. Bu eğretilemeler, AIDS'i veba gibi görülen öteki hastalıklardan ayıran görüşlerin merkezinde yer almaktadır. AIDS, her ne kadar eski korkuları temsil ediyorsa da, yepyeni bir hastalık, beklenmedik bir olay -yeni bir takdiri ilahi olarak getirildiği konum, duyulan dehşeti arttırmaktadır.(SS/DT/EÜ)
* Susan Sontag'ın "AIDS and Its Metaphors" adlı kitabından, İngilizce'den çeviren: Dürrin Tunç
** Sontag'ın yazısı Yapı Kredi Yayınları Aylık Edebiyat Dergis Kitap-lık'ın Mayıs 2003, 61. sayısından alındı.
Notlar:
1- 1983 gibi yakın bir tarihte, Salgınlar ve Halklar'ın yazarı tarihçi William H. McNeill Kara Ölümün yeni tarihine ilişkin incelemesine şöyle başlıyordu: "bizi atalarımızdan ayıran ve çağdaş yaşantımızı öteki çağlardan tamamen farklı kılan olgulardan birisi de insan yaşamında ciddi birer unsur olan salgın hastalıkların artık kaybolmuş olmasıdır".
The New York Review of Books, Temmuz 1983. Bu ve benzeri ifadelerin Avrupa merkezci olduklarına dikkat çekmeye sanırım gerek yok.
2- Reagan'ın başkalarının hastalığına dair korkunç gerçekliği onaylayışı kendi hastalığının gerçekliğini yadsımasıyla tam bir karşıtlık oluşturmaktadır. Kanser ameliyatından sonra kendisini nasıl hissettiği sorulduğunda şöyle demişti: "Ben kanser değildim ki. İçimde bir şey vardı, kanser de onun içindeydi. O içimdeki şeyi çıkarttılar."
3- Virüse en iyi aşıyla yanıt verilmesi virüsün "ilkel" olmasından kaynaklanır. Bakterilerin metabolizması memelilerinkine göre çok farklıdır. Bakteriler ev sahibi hücre dışında da çoğalabildiklerinden, yalnızca onları hedef alan ilaçlar geliştirmek daha kolaydır. Oysa virüsler ev sahibi hücrelere bağlandıklarından viral fonksiyonları, normal hücre içi fonksiyonlardan ayırmak çok zordur. Bundan ötürü viral enfeksiyonları kontrol altında tutmanın en iyi yolu aşıdır. Aşı, penisilinin bakteriyi hedef aldığı gibi doğrudan virüsü hedef almaz; bağışıklık sistemini uyararak enfeksiyonun önüne geçer.