Yüksekovalı Cüneyt’in babası, oğluna reva görülenler karşısında dehşete düşmüş halde derdini milletvekili Hamit Geylani ve kendisini kameraya çeken gazeteciye anlatmaya çalışıyordu. Çaresiz kalmış baba, gözaltındaki oğlunun serbest bırakılmasına yardımcı olur umuduyla soruları ardı ardına sıralıyordu.
Küçücük çocuğa bu kadarı yapılır mıydı? Hoyratlığın bu kadarı nerede görülmüştü? Kendileri bu ülkenin vatandaşı değil miydi? Onlar da Müslüman değil miydi? Cüneyt onlara silah mı çekmişti? Dağa mı çıkmıştı? Protesto gösterisinde yer aldıysa ölesiye dövmek mi gerekirdi?
Hadi o çocuk, peki polisler neden bu kadar acımasızdı? Onların hiç çocuğu yok muydu? Küçük çocuğun kolu öyle bükülür, o halde dakikalarca tutulur muydu? Peki burayı terk mi etmeliydiler? Bu ülke onların da ülkesi değil miydi? Oğlu bir taş attı diye sahipsiz mi kalmışlardı? Hadi Cüneyt çocukluk yaptı, bir eve öyle kaba şekilde girilir miydi? Kadınlara böyle davranılır mıydı? Savaş mı çıktı ki bu kadar saldırganlardı? Peki, kimse onlara ses etmedi diye Cüneyt’i ve bizi sahipsiz mi sandılar? Bu ülkenin hakkı- hukuku yoksa Avrupa’nın da mı yoktu?
Sonra annesi konuşmaya başladı Cüneyt’in. Küçük oğlunun başına bir şeylerin gelmesinden korkuyordu ama ne yapıp edip oğluna yapılanların hesabını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) soracaktı.
Bu ülkede uzunca bir süredir Kürtlerin aklına gelen ilk mahkemenin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi olması, yaşananların emrini vermiş Hakkari valisine; “polisin havaya açtığı ateş sonucu” ölen İkbal Yaşar’ı gecenin iki buçuğunda ilçe müftüsüyle gizlice defneden [bkz: Mazlum-Der’in “Van-Hakkari-Yüksekova 2008 Newroz Olayları Raporu”] Yüksekova kaymakamına; tüm yaşananları “izinsiz gösteri yapmaya kalkanlara devlet, gücü neyse o oranda karşı duracaktır” basitliğiyle açıklayan geçen yılın Adalet Bakanı, şimdinin İnsan Haklarından Sorumlu Bakanı Cemil Çiçek’e ve mesela 2006 yılının 1 Nisan gününde daha sonra 12 çocuğun ölmesiyle neticelenen Diyarbakır’daki olaylar öncesinde “Güvenlik güçlerimiz çocuk da olsa, kadın da olsa, kim olursa olsun, eğer terörün maşası haline gelmişse gerekli müdahale ne ise bunu yapacak” açıklaması yapan başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a bir şeyler anlatıyor mudur?
Daha 15’indeki Cüneyt, kim bilir Bitlis E Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutuklu kaldığı günlerde, gecelerde neler düşündü, rüyalarına neler girdi? Annesini, kardeşlerini, babasını ne kadar özledi? Kendisini hapse atıp yıllarca dışarı çıkarmayacaklarını düşünüp ne kadar ağladı? Kolunu acıtan polis, Emniyet’te de dehşet saçmaya devam etti mi? Cüneyt orada da dayak yedi mi? O polis, gazetelerde hakkında haberlerin çıktığını görünce hıncını "bunların sebebi olan" Cüneyt’ten almaya kalktı mı?
Veya Cüneyt, ilk siyasi tutukluluğunun ardından gazete ve televizyonlarda haber olduğu için o polislerin, askerlerin kendisine veya babasına bir zarar vermeye yeltenecekleri korkusu yaşayacak mı? Şu anda bu korkuyu yaşıyor mu? Şimdi yarım kalan okuluna Çorum’daki akranı gibi rahatça devam edebilecek mi? Polisin, askerin, dolayısıyla devletin ne demek olduğunu anladı mı?
Bu yaşadıkları nedeniyle kaç uykusuz gece geçirecek, polis gördüğünde kendini nasıl sakınacak? Tutuklu kaldığı koca 20 günde (23 Mart 2008 ile 13 Nisan 2008 arası) birkaç yaş birden büyüdü mü?
Cüneyt elbette ki, cephede savaşırmış gibi sokaklarda ateş açan, nişan almak suretiyle gençleri yaralayıp öldüren, nihayet kendisinin de az önce taş attığı polislerin eline düşünce, kendisine yapılanları unutup "sıradan" bir Türkiye Cumhuriyeti genci olmayacak.
Kürt sorununun silah kuşanmış halde kendine yol aradığı 80’lerden bu yana bir savaşta neler varsa hepsine teker teker tanıklık ederek büyüyen hiçbir Kürt gencinin unutamayıp "sıradan" bir Türkiye vatandaşı olamadıkları ve olamayacakları gibi, o da kolundaki acıyı, yanı başında vurulmuş arkadaşlarının acısını unutmayacak, bunu hissederek büyüyecek. Kendisinden sadece iki yaş küçük Kızıltepeli Uğur’un abisiz ve babasız bırakılmış kardeşleri şu anda ne hissediyorsa o da aynısını hissedecek.
İnsanlar yaşadıklarıyla, gördükleri, duyduklarıyla vardır. Cüneyt de bunlarla var olacak. Kolu gibi kalbi de kırık bir "vatandaş" olacak. Belki hiç "vatandaş" da olmayacak, belki kendisini o gün sokağa çıkartan saikler neyse, yine aynı saiklerle ama bu defa daha güçlü şekilde aidiyetsiz hissedecek.
Babasının aslında siyaseten soru kipinde ifade ettiği "bu ülkenin vatandaşı değiller miydi"yi, yanıtını çoktandır vermiş bir keskinlikte ve ağırlıkta yaşayacak.(HA/EÜ)