Varlık Yayınları tarafından her yıl öykü ve şiir dallarında düzenlenen Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’nin 2022 yılı kazananı Mehmet Fazlı Gök oldu.
Gök’ün ilk öykü kitabı "Çirkin Sevgilim" ise Aralık 2022’de okurla buluştu. Yazar Mehmet Fazlı Gök ile 25 yaşında kazandığı bu ödülün onda yarattığı değişime, İstanbul ve kent ile hesaplaşmaya çalışan öykü karakterlerine ve güncel siyasetin öykücülüğüne etkisine kadar birçok şeyi konuştuk. Öykülerinde bolca yer verdiği Beyoğlu ise buluşma noktamız oldu.
"Öyküleri 8-10 aylık bir süreçte yazdım"
Öykü yazmaya ne zaman başladın? Edebiyatla kurduğun ilişki nasıl gelişti ve devam etti?
17-18 yaşlarımda üniversiteye hazırlanırken ve üniversitenin ilk yıllarında yoğun bir şekilde okuyordum. Üniversitenin ilk yılları sinemaya ilgim çok daha büyüktü.
Sinema yapmak ve yönetmen olmak istiyordum. Ama diğer yandan film izlemekten ziyade okuyordum. İlk yazma denemelerim bu nedenle öykü ve tretman arasında gitti geldi. Daha sonra bu tretmanlardan bir senaryo yazmak yerine öyküler çıkarmaya başladım.
Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’ne giden süreç nasıl başladı?
Çirkin Sevgilim’de yer alan öykülerin tamamını 8-10 aylık bir süreçte yazdım. Ama bu öykülerden önce de yazıyordum. 2021 yılında dosya tamamdı.
Ocak-Şubat 2022 gibi yarışmaya gönderdim. Tabii yarışmadan önce de dergilere öyküler gönderiyordum. Ama dergilerde yayımlanmak için biraz uzundu.
Bir kitabımın olabilmesi için evvela dergilerde yayımlanmak gerektiğine inanıyordum. Yazarların özgeçmişlerinde öykü kitaplarından ve romanlarından önce dergilerde öyküler yayınladıklarını görüyordum. Bir noktada tamamen bu ısrardan vazgeçtim. 2019-2020 civarı yazacağım şeylerin dergilerde yayınlanacağı düşüncesinden sıyrılınca kelime sayısı saymadan, bu öykü kaç a4 oldu diye hesaplamadan çok daha rahat bir şekilde yazmaya başladım.
Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü aldığında ne hissettin?
Bir sabah çok erken bir saatte beni Mehmet Erte aradı. "Ben" dedi "Hiç beklemediğiniz bir yerden arıyorum, biz Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü size verdik' dedi. Ben çok sevindim bunu duyunca.
Ödül bana büyük bir güven verdi. Onay iyi bir yerden geldi. Ama ben bu onaya kişisel olarak hep ihtiyaç duyuyorum. Şu an bir şeyler yazıyorum ve keşke buna da ödül verseler.
Sanki kitabın kuru kuru çıkması iyi olmaz gibi geliyor insana. Bir çeşit ön alma, ön savunma gibi. Çünkü ödülle sunuluyorsun. İnsanı çok koruyan bir şey. Bu onaylara ihtiyaç duyuyorum çünkü 20’li yaşlardasınız ve genç yazarsınız.
Kitapta yer alan beş öykünün ana teması çirkinlik. Çirkinlik kavramı neden dikkatini çekti ve yazınına nasıl dahil oldu?
Muhtemelen Tophane’de yaşarken oluştu bu çirkinlik düşüncesi. Çok yoğun bir yer Tophane. Bir yandan İstiklal’e de yakın, muhafazakâr bir kale gibi. Ama tiyatrolar da var ve tiyatroların karşısında kahvehaneler. Örneğin üçüncü nesil bir kahveciyle bir kahvehane karşı karşıya. O dönem Tophane’de yaşarken günün herhangi bir saati, bazen sabah bazen gece çok geç vakitte, İstiklal’e çıkıp yürüyordum ve hiç iyi hissetmiyordum. Bana hakikaten her şey çok nefret edilesi görünüyordu.
Sonra bu his bütün vizyonuma oturdu. Baktığım yerde, İstanbul’un her yerinde neon tabelalar, çöpler, sidik kokusu, şişe kırıkları, vb. şeyler görmeye başladım.
Ama aslında bu gördüklerimi Büyükada’da, İstanbul’un güzel bir yerinde yazdım. Böyle olmasına rağmen o dönem Büyükada bile bana insana kendisini çok ölmüş hissettiren bir yer olarak görünüyordu.
Gerçi şehre, Ada'dan Bostancı’ya geçtiğimde de bu yoğunlukta bir çirkinlik görmek ve buna takılmak çok mümkündü. Süzer Plaza’yı gördüğünüzde de mümkün. Şöyle bir boğazdan bakınca İstanbul’a, ruh halinize de bağlı olarak gayet çirkin bir şehir aslında.
“İstanbul’da yaşamak Türkiye’de doğmanın tesellisi”
Kitapta yer alan Birinci, Superhero ve Yürüyememek öykülerinde kentle (İstanbul’la) kurduğun ilişki öne çıkıyor. Yürüyememek öyküsünde karakter “yürümek için yürümene izin verilemeyen bir kent burası” diyor. Karakter okuyucuya ne demek istiyor?
Yürüyememek’te bu cümleyi diyen karakter özelinde bir sıkışmışlığın ifadesi olduğu açık. Ama bu karakter flanörlüğe de özeniyor. Flanörlükte boş boş gezinmek söz konusu. Ama İstanbul’un boş boş gezinebileceğiniz bir şehir olmadığını söylüyor. Burada yaşayan herkesin algılarının açık olması lazım. Örneğin Beyoğlu’nda yürürken motorlara dikkat etmek gerek. Düşünceye eşlik edecek bir yürümeyi sağlayabilecek bir şehir değil burası. Karakter bunlardan biraz provakatif bir şekilde söz ediyor.
Ben Ankara’da doğdum büyüdüm ve on sekizime kadar Ankara’dan hiç çıkmadım denebilir. Burada bir farkındalık ve algı açıklığı varsa muhtemelen İstanbul’a alternatif olabilecek başka bir yeri sürekli düşündüğümdendir. Bu alternatifi düşündüğümde hakikaten bir cevabım yok benim. Çünkü yine de zaman zaman İstanbul’da yaşamak Türkiye’de doğmanın tesellisi gibi geliyor.
Ankara’dan sonra İstanbul’u yaşayabileceğim bir kent olarak görmek istedim. Bunu arzuladım ve İstanbul’da yaşamayı istedim. Şimdi pek de yaşanabilir gibi gelmiyor. Ama Ankara gibi bir yere geri dönmeyi düşünemediğim için de biraz bu sıkışmışlık düşüncesi gelişti.
Bu sıralar Yalova, Tekirdağ, Balıkesir gibi şehirlerde yaşamak nasıl olur diye düşünüyorum. İstanbul’a pat diye gelebileceğin şehirler. Bir taraftan İstanbul’da yaşamaya mecburuz.
Buna ben de bir sürü insan da mecbur. Bizim bütün yeteneklerimiz, piyasa değerimiz İstanbul’da para edecek biçimde şekillendi. Başka bir yerde yapabileceğim bir iş de yok benim. Pek çok insan benim gibi İstanbul’u tercih etmiyor, işi gereği mecbur, edinilen özelliklerin burada para etmesi sebebiyle. Bu şehri kendi adına yaşanabilir bir yer olarak görmek istiyorsun. Ama göremedikçe kentin kötü tarafları daha da çok sivriliyor.
“30’uma bu iktidarla gireceğim”
Öykülerinde bireyin şehirle, mekânla ve ülkeyle kurduğu ilişkiye dair birçok ayrıntı var. Ama “Bir Allah Misafiri” öyküsü başta olmak üzere diğer öykülerde de 20 yıllık bir iktidarın izlerini ve etkilerini görmek mümkün. Bu politik etkilerin seni ve senin öykücü kuşağını nasıl etkilediğini düşünüyorsun?
Bir Allah Misafiri’ndeki karakter iyi niyetli ve kibar biri. Başına gelenler neticede çok hoş olmuyor. Evini terk etmek zorunda kalıyor. Siyaset gündelik yaşamımızı çok etkilediği için her zaman öyküye girer ama her şeyden evvel biz bu insanlarla büyüdük. Ben bu iktidarla doğdum ve 30’uma bu iktidarla gireceğim. Bu iktidarsız bir şey düşünmek, bu iktidarsız bir dünyadan bahsetmek realiteden uzaklaşmak olur gibi. Etkileri yadsıyamayacağımız ölçüde şiddetli.
“Ülkemi sevmeyi dilerdim”
Kitapta yer alan son öykü Yürüyememek’te ülkeden gitmek ve kaçıp kurtulmak isteyen bir karakter var. Türkiye’de de neredeyse her iki gençten biri ülkeden gitmeye çalışıyor. Böyle bir karakterin öyküsünü yazmaya iten etkenler neydi? Bu meseleye şu an olduğun yerden nasıl bakıyorsun?
Karakter çok keskin bir şekilde ülkeden gitmek istediğini söylüyor. Sabah uçağı var ama intihar etmeye kalkıyor. Fakat yalandan bir intihara girişiyor. Bileklerini kesmeyi deniyor ama çok da derinden kesmiyor ölmemek için. Ülkeyle kurduğumuz ilişki de böyle aşk nefret ilişkisi gibi.
Bir yandan da belli alışkanlıklar söz konusu tıpkı sevgiliyle olduğu gibi. Sevdiğiniz tarafları, sevmediğiniz tarafları vardır. Çok ciddi alışkanlıklar, aşinalıklar, sadece sizin bildiğiniz detaylar vardır. Ama halledemediğiniz taraflar da vardır. Yani bu ülkedeki yaşamdan, şehirden, yürüyememekten, çirkinlikten bu kadar şikâyet etmemizin nedeni belki de bu durumu iyileştirmek, güzelleştirmek istediğimiz içindir.
Bendeki durum da aslında biraz böyle. Gitmek ve gitmemek ikileminde yaşıyorum. Gitsem mi gitmesem mi, burayı seviyor muyum sevmiyor muyum? Seviyor gibiyim ama sevmiyorum da aynı zamanda. Sevmek zorunda hissetmiyorum kendimi ama daha içten sevmeyi dilerdim.
Yurtdışına gitme düşüncesinde de insanın aklına vazgeçeceği şeyler geliyor. İnsanlar geliyor, dil geliyor, aşinalıklar geliyor. Bu ülke meselesi çok uzamış bir sevgililik ilişkisinden kopamamaya veya ne kadar toksik olursa olsun aile üyeleriyle bağı tam koparamamaya da benziyor.
“Birkaç öykü kitabım daha olsun”
Kariyerinin başında ödüllü bir öykücü olarak öykücülük kariyerinde neler yapmak istiyorsun?
Kendime hiç öykücü demek istemem. Ama muhakkak birkaç öykü kitabım daha olsun isterim. Bugünlerde bir roman yazmayı deniyorum.
Bir öykü kitabı derlemek bir romana göre daha idare edilebilir bir süreç. Yazacağım gibi görünüyor. Benim hayatımla ya da arkadaşlarımın yaşadıklarıyla örtüşen meseleler olacaktır yazacağım şeyler.
Çirkin Sevgilim’i ben 2021 yılında yazdım. O benim 25 yaşımın dondurulmuş hâli gibi geliyor bana. Mesela Nuri Bilge Ceylan’ın "Uzak" filmi de onun 43 yaşının dondurulmuş hâli benim için.
Sanatçının ürettiği şeyin sanatçının bir parçası olması gerektiğini düşünüyorum. Günümüzde okurun beklediği psikolojik derinlik bambaşka bir seviyede. Artık pencere önünde oturup uzak diyarlardaki insanların hikâyelerini okuyor değiliz. Her yere ulaşabiliyoruz.
Bu psikolojik derinliği de kişisel bir şeyler vererek, kısaca itiraflar da bulunarak veya kendi izlenimlerimizin dışavurumunu sunarak verebiliriz.
Munch kadınları vampir olarak resmetmişti çünkü kadınlarla arası iyi değildi. Kadınların vampir olarak resmedilmesi çok yanlış ama ne yapalım. Munch’un salakça hezeyanları da olabilir bu. Ama benim bu öznelliğe en başta bir sanat tüketicisi olarak ihtiyacım var. Bergman ateistti ve babası din insanıydı.
Onun filmlerinde din korkunç görünür. Ama Fanny ve Alexander ya da Kış Işığı bu yüzden enfes filmlerdir bence. Karşı olduğum bir şey varsa, çok klişe ama örneğin Suadiye’de yaşayıp İstanbul’un banliyösünü anlatmaya kalkmaktır. Ve bunu iyi anlatmayı iyi yazarlık olarak göremem. İlle de autofiction olsun dediğim anlamına gelmez tabii bu. Öznelliğin kurguya belli bir oranda girmesi iyidir diyorum.
Yazarlığı kesinlikle performatif bir şey olarak görmediğim için kafamdaki meseleleri ve izlenimlerimi bir karakter üzerine yıkmayı veya kendi kafamdaki düşünceye karşıt bir argümanı bir karakterde kurgulaştırmayı muhtemelen tercih edeceğim. En azından bu bir kariyerse bunun ilk yılları bu şekilde olacak.
Çirkin Sevgilim Arka Kapak yazısı: “İlk ben çıktım merdivenleri, ilk ben geçtim turnikelerden, bir saniye olsun kaybetmedim, yine de ayaktayım şimdi. Bir sonraki treni de bekleyebilirdim, ama binmesem kaçacaktı bu. Son anda attım adımımı. Kalkan bir trene son anda binen kişi olmak bir başka türlü birinci-liktir. Keyfim yerinde. "Doğru kapıya yaslandım. Meydanda iner, biraz yürür, bir filme gire-rim. Bir sürü turist var vagonda. Doğrusu, onları rekabetin dışında görmek büyük bir al-danmışlık olur. "Amatörlerin düşeceği türden bir aldanmışlık. Ben sayısız kez kaybettim onlar karşısında; inişlerde açılacak kapıyı ben şaştım onlar şaşmadı. Binişlerde ben kütük gibi dikilirken onlar kapının kenarından yılan gibi kıvrıldı. Hafife almamak gerekir onları, başka büyük kentlerde çalışıp gelirler. Hiçbirinde seyahat rehaveti yoktur, ummadığınız kadar gayretli, baş döndürücü ölçüde enerjiklerdir. Zaten bana kalırsa İstanbul’u görmek filan bu işin hikâyesi. Onlar da birer yarışmacı. Yarışın hası burada olduğu için geliyorlar.” |
(ED/EMK)