Koordinasyon "savaşa hayır" diyen herkesin içinde bulunduğu bir yapıydı; fakat daha sonra yaşanan bölünmenin çok olumsuz etkileri oldu.
Koordinasyon'da 15 Şubat Küresel Eylem Günü sonrasında bir tartışma yaşanmıştı; insanlar son anda mitinge çağrıldı. 15 Şubat'ın Kurban Bayramı'na denk geldiği kaygısı da hakimdi. 15 Şubat, aynı zamanda Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye getirilmesinin yıldönümüne denk geliyordu. Bu nedenle de kaygılar vardı.
Eylemlerde Kürtlere yönelik saldırılar bir dizi gerginliğe neden oldu. Bu da Irak'ta Savaşa Hayır toplantılarında dile getirildi. Bazıları "onlar varsa biz yokuz" tavrına geldi. Biz buna karşı çıktık. Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu'nun ortak bir çatı olduğunu ve Kürtlere yönelik saldırının kınanması gerektiğini söyledik.
Şu ana kadar katıldığım bütün küresel eylemlerde, konu ne olursa olsun, her zaman Filistinlileri de, Basklıları da görmüşümdür. Bu bana abes gelmiyor. Herhangi bir savaş karşıtı gösteride Kürtlerin veya bir başka kesimin -eşcinsellerin, kadınların, Alevilerin- kendi taleplerini dillendirmeleri, abes olmanın ötesinde, bütünleştirici ve güçlendiricidir aynı zamanda...
Koordinasyon'da bu yönlü bir tartışma çıktı, 1 Mart'a giden süreçte de bu durum sıkıntı yarattı, 1 Mart'ta Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) gibi kurumların çağrısı öne çıkarılarak yapıldı gösteri.
1 Mart başarılıydı, çok çeşitli kesimlerden insanlar bulunuyordu, tezkereyi durdurmada önemli bir faktördü. Belki milyonlarla ifade edilen mitinglerin yapıldığı ülkelerle kıyaslandığında azdı, ama çok büyük bir temsilî gücü vardı, toplumun savaş karşıtı hissiyatını ifade ediyordu.
Fakat 15 Şubatla başlayıp 1 Mart'tan sonra devam eden tartışmalar ileriki zamanda ayrışmalara yol açtı hareket içinde.
Bu ayrışmanın savaş karşıtlarının yürüttüğü faaliyetlere etkisi ne oldu?
Bu ayrışmadan sonra Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu sürdü, ancak bundan sonra Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu (Küresel BAK) kuruldu. Küresel BAK, o tartışmalar yaşanmasaydı, zenginleştirici bir organizasyondu. Daha farklı bir vurgusu ve havası olan bir çalışma olacaktı. Ancak bölünmenin bir tarafı olunca, aktivistler de iki tarafa yöneldi. Kimileri geri çekildi, kimileri iki yapıda da kalmadı. Bu da savaş karşıtlarının etkinliğinde ciddi bir zayıflamaya yol açtı. Bundan da tabii herkesin canı çok sıkıldı.
Aslında aynı coğrafyada farklı savaş karşıtı hareketler birdir. Ama tabii kurumsal düzeydeki parçalanmalar olumsuz etkiler. Hareketin birliğini koruması, farklı kesimlere de hitap etmesi önemli olurdu. Bu yaşanmayınca etkinliğiniz de düşüyor.
Sadece solcuların örgütlenmeleri üzerinden mi gelişti savaş karşıtı hareket? Türkiye'de "örgütsüz" insanların savaş gibi bir meselede bu harekete katılmamalarını neye bağlamak gerek?
Türkiye'de çok sayıda kurumun Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu'nun parçası olması ilk gelişmeydi, ama yeterli değildi. Bu çatı yapılanması taban çalışmasını okulda, işyerlerinde, mahallelerde, her kentte yeterince yapmazsa, katılımcılığa ve çeşitliliğe dayanan, yurttaşlara ulaşmaya çalışan bir alan çalışması olmazsa eksik kalır elbette, işte bugün hâlâ aynı sorunla karşı karşıyayız.
İstanbul Üniversitesi mesela, Türkiye'nin en önemli üniversitelerinden birisi. Oradaki yansımaya, harekete olan katılım varla yok arasında. Toplumun diğer yaşam alanlarına baktığınızda da durum farklı değil, işyerlerinde örneğin, sadece sendikaların örgütlü olduğu yerlerde değil, her işyerinde hareketin kendini anlatması gerekir. Ama bunu da mevcut hiçbir yapı kendi başına yapamaz.
Türkiye'de sivil toplum zayıf. Bu da Türkiye'nin. özgül koşullarından kaynaklanıyor. Sendikalar ve sol da yapmazsa, savaş karşıtlığını kim örgütleyecek? Ev kadınlarının, emeklilerin, öğrencilerin, memurların savaş karşıtı hareket içinde yer almalarını istiyorsak, bunun kendiliğinden oluşmasını beklememek gerek.
Cenova'ya katıldık; orada bir dizi parti, Carlo Gulliani olayından sonra muazzam bir eforla demokrasiyi savunmak üzere İtalya'nın her tarafında sokakta olmasaydı, Cenova "Cenova" olmayacaktı. Bu örgütlülüğün üzerinden atlayamayız, bunu daha da yaymaya ihtiyaç var. Örgütlü ve örgütsüzlerin birlikte çalışabileceği bir birliktelik sağlamak durumundayız.
Peki bu sağlanabiliyor mu, veya sağlanabilmesi için bir ışık görüyor musunuz?
İster sendikalar olsun, ister soldan gelsin, örgütlü kesimin bir deneyim, beceri geçmişi var. Bunlar üzerinden bir mücadele yürütüyorlar. Fakat mücadeleye yeni katılan insanlar açısından bu kriterler yok. Dolayısıyla ortak bir zeminin tarif edilmesine izin vermek gerekiyor. Bu da, birlikte çalışan insanların bunu nasıl yapacaklarını sürekli tartışmalarıyla sağlanabilir.
Bazen süreç yavaş işliyor, ama önemli değil. Önemli olan, ortak enerjinin bir sinerjiye dönüşmesi. Bu konuda da biraz sabırlı olmak gerekiyor. Solun yeni insanlardan öğrenmeye ihtiyacı var, kendisini savaş karşıtı olarak gören yeni insanların da soldan öğrenecekleri çok şey var. Ama hem pratikte hem teoride bir yapılanmışlık söz konusu.
Solda, örgütsüz kesimleri es geçme veya onu tümüyle kontrol etme çabası çok hızla ağır basabiliyor. Bu da insanları geri itiyor haliyle, çünkü kendini eşit bir katılımcı olarak göremiyor.
Solun bu refleksi göstermesinin nedeni ne olabilir?
Gelenekleri ve tabii siyasetleri... Bir tür elitizm var. Sloganlara bakalım: "İşçiler partiye, halk partiye, parti iktidara..." Yani bir parti iktidarı olarak halka gidiyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan gelen bir elitizm, tek adamlık, şeflik anlayışı bütün topluma ilkokuldan itibaren öğretiliyor.
Her türlü yapısıyla parti iktidarını da destekleyen şeyler bunlar. Halbuki demokrasiye, taban demokrasisine, aşağıdan yükselen bir geleneğin peşine düşmemiz gerekiyor.
Bahsettiğim yaklaşım sendikalarımızda da var; sadece parti ve örgütlere değil, içimize sirayet etmiş bir durum. Ama tabii aynı zamanda mücadeleye yeni atılan insanlarda da var o bakış açısı. Bu sadece bir kesimin değil, herkesin sorunu. Herkesin bu sürecin eşit öznesi olabilmesi gerekiyor...
Savaş karşıtı mitinglerde siyasî partilerin, sendikaların, diğer sol oluşumların bayrakları çoğu zaman savaş karşıtı taleplerin önüne geçti. Bu bir handikap değil mi?
Dünyanın hiçbir yerinde parti bayraklarının veya kızıl bayrakların insanların gösterilere katılmalarının önünde bir engel teşkil ettiğini görmedim, 1 Mart'ta veya NATO karşıtı eylemlerde solun olmadığını varsayalım, pek bir şey olmayacaktı maalesef.
Savaş karşıtı hareketin solun ve sendikaların örgütleyiciliğine ihtiyacı var. Büyük bir savaş karşıtı hareketi sağlamanın yolu bence bayrak açanlara savaş açmaktan veya onları karalamaktan geçmiyor. Burada güçbirliğiyle ortak bir proje gerçekleştirmeye ihtiyaç var.
Bizim açımızdan küresel direnişin üç temel noktası var: Çeşitlilik, birlik ve direniş. Üçü de koparılmaz biçimde birbirine bağlı. Birlik sağlanmazsa çeşitlilik olmuyor.
Direniş de bunun özendiricisi olan meşruiyet ve kitlesellikle sağlanabilir, ister savaş karşıtı, ister bir başka mücadele verenler aynı geminin içinde. Bunun sadece bir parçasıyla mücadele yürümez. Gemi su alıyorsa, içindeki tartışmaların, kavgaların hiç kimseye faydası olamaz. Dışarıdan gemiye bakıldığında bu kavgalar deli saçması gibi görünür.
Eylemlere hazırlanırken nasıl sorunlarla karşılaşıyorsunuz?
Çatıda bir birlik sağlayabilirken, tabanda bu birliklerin sağlanmasında sıkıntılar yaşıyoruz. Çatıdaki dinamiği yerelde örmek, çatıyı kurmaktan daha sıkıntılı oluyor. Bu da insanların güven düzeyiyle, toplumsal muhalefete olan güvenle çok ilgili bir şey. Bu, solun ne yaptığından bağımsız ele alınamaz. Veya hangi solun ne yaptığından da bağımsız değil.
Aslında bunun genelleyici bir cevabı olamaz. Bir alanda bir arkadaşımız çok olumlu tepkiler alırken, bir başka yerde olumsuz durumlar ortaya çıkabiliyor. Yani biraz özgül koşullarla ilgili bir durum. Bazen sadece bir arkadaşımız herhangi bir mitinge onlarca kişi getirebiliyor. Bu da bir bağlamın sağlanabildiğinin göstergesi. Bu bağlamı sağlamak için bir anlayış ve tutum değişikliğine ihtiyacımız var. Sonradan katılan insanları özneleştiren, etkinleştiren bir anlayıştan bahsediyorum.
Türkiye'dekinin savaşa karşı bir hareket olmadığı, ama Irak'taki savaşa karşı olunduğu da söyleniyor. Demokratik Halk Partisi (DEHAP) de 27-29 Haziran gösterilerine kitlesel katılım göstermedi. Bunun nedeni olarak da "Türkiye'de birileri zulüm görürken buna ses çıkarılmayıp sadece Irak'taki savaşa hayır denmesine bir mesaj vermek istedik" açıklamasını yaptılar. Hareketin bu yönlü bir eksiği yok mu gerçekten?
Türkiye'de bir sıcak savaş yaşandı. Bu coğrafyada çok uzun yıllardan beri bir savaş karşıtı hareketin örgütlenmesine ihtiyaç vardı. Eksikliktir bu tabii ki. Sola olan güvensizliği irdelediğinizde, bu eksiklik en önemli nedenler arasında yer alıyor. Bugün için de aynı şey söz konusudur.
Kürt sorununu savaş karşıtı hareketin ayrılmaz bir parçası olarak görmemek büyük bir eksikliktir. Yoksa savaş karşıtlığından sadece şunu mu anlıyoruz: Afganistan'a, Irak'a bombalar yağdığında karşıyız, ama içinde yaşadığımız coğrafya da köyler boşaltıldığında, üç milyon insan sürüldüğünde, binlerce insan öldüğünde buna karşı değil miyiz? Bütün bunları birleştirmek de politik bir tavırdır.
Birleştirilmemesinin nedeni ne peki?
Her şeyden önce bu yönde bir politikaya sahip olmak gerekiyor. Irak savaşı süresince kamu sendikalarının bir dizi meselesi vardı. Nemalar ödenmiyordu mesela. Türkiye savaşa her zaman para buluyor, ama kamu çalışanlarına para bulamıyor.
Bunlar, isteseniz de birbirinden ayrılamayacak şeyler; sistem böyle birlikte işliyor. Kişi başına üç aspirin düşüyorsa, aynı zamanda üç de el bombası düşüyor bu memlekette. Toplumun kaynaklarının silaha gittiği son derece ortada. Dolayısıyla savaş karşıtı taleplerle çalışanların ücret, sosyal hak taleplerini birleştirerek ilerlemek gerekiyor.
Aynı mesele Kürt sorunu için de geçerli. Kürtlerin ezildiği, öldürüldüğü, çeşitli operasyonlara uğradığı bir barış, barış değildir. Bunu savaş karşıtları arasında tartışabilirsek, ama yukarıdan bir şekilde değil, ikna temelinde demokratik bir tartışma zemininde yapabilirsek ilerleyebiliriz. Ama tartışmazsak ve sadece Irak'taki savaşa karşı çıkarsak, kopukluklar başlıyor.
27-29 Haziran eylemleri küresel boyutta düşünülmüştü, ancak yurtdışından katılımlar düşük oldu. Neydi bunun nedeni?
Bush'un seyahatlerine denk gelmesiyle ilgili bir durum bu. Bush, bir dizi ülkeyi ziyaret ede ede Türkiye'ye geldi. Bush'u başka Avrupa ülkeleri de bekliyordu, onlar da kendi ülkelerindeki muhalefeti örme çabasına girdiler. NATO odak olmadı muhalifler için, daha çok Bush'tu muhalefetin hedefindeki isim. Türkiye'deki NATO zirvesi de bu nedenle herkes için bir çekim merkezini oluşturmadı.
Son zamanlarda sokak hareketlerinin küçük ve anlık basanlar dışında bir şeye yol açmadığı, büyük kazanımlar elde etmenin, sistemde yıkıcı gedikler açmanın başka yollarını bulmak gerektiği de tartışılıyor. Sokak hareketlerinin faydası nedir sizce?
Sokak hareketi her şeyden önce bizi birbirimize kazandırıyor. Bunun önemini bazen küçümsüyoruz. Mesela benim Türkiye'de tezkerenin geçmeyeceği gibi bir beklentim yoktu. Oradan çıkardığımız dersleri düşünüp yeni bir fikir edinmemiz bile aslında birbirimizi kazanmanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor, ikincisi, küresel düzeyde sistemin meşruluğu sarsıldı.
Bence Arundhati Roy, Naomi Klein ve bir dizi başka yazar bu durumu küçümsüyor. Egemen fikirler egemen sınıfın fikirleridir ve egemen olmalarının altını oymak sistem karşıtlığının çok önemli bir adımıdır.
IMF, 1945'ten beri var. Ama Seattle'dan sonra IMF somut bir hedef haline geldi ve ipliği pazara çıktı. Sistemi yürüten bütün bu ve benzeri kurumlar deşifre oldular. Bugün Bush gittiği her yerde protesto ediliyorsa, bu, birbirini kazanma sürecinin ve toplumsal meşruiteyi sağlayıp Bush'un meşruiyetinin altını oymanın aslında ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Geçen yılın 15 Şubat'ında "artık Bush kimseyi inandıramayacak" deniyordu. Fakat ne savaş engellenebildi, ne de işgal. Küresel düzeyde bir küskünlük oluştu belki, ama bu, iktidarın hedefine ulaşmasında bir engel teşkil etmedi...
Ama bu bir günde olabilecek bir şey değil. 70'lerin sonunu, 80'leri hatırlıyorum. Reagan ve Thatcher'ın iktidara geliş sürecine, kapitalizmin daha fazla kâr elde etmek için her yere saldırmasına tanık olduk. O da bir günde olup bitmedi, sendikalara karşı ideolojik silahlar kullanıldı, işyerleri kapatıldı vs...
Artık sendikalar tamamen dinozordur, artık işyerlerinin temelleri yoktur, artık sermaye köksüzdür gibi bir dizi söylemle kafalarımız muazzam derecede bulanmış, bu arada sol hareket zayıflamış, böyle bir süreç yaşandı, işte bunun karşısında da bir süreç yaşanacak, bunun bir günde olmasını beklemek yanlış.
15 Şubat bir andı, ama bir şeyleri yapabileceğimizi, sokağa çıkıp birbirimizi kazanabileceğimizi, sistemin toplumsal meşruiyetini sarsabileceğimizi gördük. Daha düne kadar karşı çıkmaya pek kimsenin cesaret edemediği özelleştirmelere karşı bugün dünyanın birçok yerinde çok çetin mücadeleler veriliyor. Bu da bir mücadele güveni yaratıyor. 15 Şubat olmadan Türkiye'de 1 Mart'ı düşünemezdik... Bu bağlantıları görmemiz gerekiyor.
Savaş karşıtlarını da, NATO'yu da yönetenlerin erkek olduğuna bazı tartışmalarda ayrı bir vurgu yapıldı. NATO'yu geçelim, savaş karşıtları arasında niye böyle bir durum var?
Kadınların toplumdaki ikinci sınıf konumları her yere sirayet ediyor. Sendikalarımızda da böyle. Kamu sendikalarının üyelerinin çoğu kadındır. Ama onların önlerinin açıldığını görmüyoruz. Kadınların aktif politika yapmasının önünde erkeklere nazaran çok daha fazla engel var. Eğer pozitif ayrımcılık yoksa, karşıt eğilimler oluşturmak çok mümkün değildir. Benzeri yetenekte olan kadın ve erkekler söz konusu olduğunda, kadınlar öne çıkarılmalı. Politik alanlarımızı kadınlara açmalıyız. (HA/BB)