Hükümeti oluşturan üç partinin lideri, Salı günü akşam saatlerinde bir araya gelip 3 Kasım'da erken seçim yapılması konusunda anlaştı.
Bu kararın, İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan'ın öncülüğünde, Kemal Derviş'in desteğiyle kurulan yeni oluşumu nasıl etkileyeceğini ve 3 Kasım'da yapılacak erken seçimin Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne (AB) üyelik sürecine etkisini AB Genişleme Uzmanı Cengiz Aktar'la konuştuk.
"Avrupa Hareketi 2002" girişimi kurucularından, Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Aktar, gelişmeleri bianet'e değerlendirdi.
Yeni oluşumu değerlendirir misiniz? Bir komplo mu, doğal seyrinde ilerleyen bir gelişme mi ya da darbe mi?
Yeni oluşumun sonunun nereye varacağı belli değil ama, Türkiye'nin 1999 yılından beri içinde bulunduğu normalleşme sürecinin bir parçası. Bu süreç ilk Uluslar arası Para Fonu (IMF) programı ile başladı, AB adaylığı, Abdullah Öcalan'ın yakalanması, Kıbrıs'ta müzakerelere başlanması ile devam etti.
Dolayısıyla meseleye makro bakmak lazım. Yeni oluşumun liderleri, Türkiye'nin normalleşmesi yolunda çaba gösteren insanlar. Yeni oluşumun komplo olduğu yönünde tartışma yürütürsek, 1999 yılından bu yana yaşananları da komplo olarak değerlendirmeliyiz. Yeni oluşumun ve yeni oluşumcuların Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) mutabakatını aldıkları ve onların bilgisi dahilinde çalıştıkları da herhalde bir gerçek. Ama, bu Türkiye'de siyaset yapan herkes için geçerli. Sadece ona özgü değil, dolayısıyla bir komplo da değil. Daha önce Necmettin Erbakan da, Tayyip Erdoğan da Amerika'ya gidip icazet almıştı.
Siyasetten bağımsız ekonomi programı
Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem de hükümetin devamı için önemli isimler olmasına rağmen, Kemal Derviş'in istifası daha çok konuşuluyor. Neden?
Kemal Derviş, güçlü ekonomiye geçiş programının mühendisi olarak Türkiye'de siyaset üstü bir kimlik kazandı. Yeni bir hükümetle bu politikaların sürdürülmesi gibi bu politikalardan kopuş da yaşanabilir. Mesela, Derviş gittiğinde yerine Orman Bakanı Nami Çağan'ın gelmesi muhtemel. Onun Derviş'in dışındaki politikaları uygulaması beklenebilir. O zaman dış dünyanın Türkiye'ye desteği ne kadar devam eder, o bir muamma.
Dolayısıyla, Türkiye'nin dış dünyaya bağımlılığı söz konusu ise -ki öyle- Derviş'in hangi hükümette olduğu değil, politikaların sürmesi önemli. Derviş'in genel çizgisiyle hemfikir olmadığı bir hükümet içinde kalması ve kendi izlediği politikayı sürdürmesi başlı başına bir gösterge. Güçlü ekonomiye geçiş programı neredeyse siyasetten bağımsız bir program olarak işliyor. Doğru yanlış tartışmıyorum ama, aynı hassasiyetin AB'ye de, AB adaylığı için yapılması gereken işlere de yansıması gerekir.
Vatandaşların Derviş sevgisini neye bağlıyorsunuz? Derviş geldikten sonra sokaktaki insana da doğrudan etkisi olan pek çok ekonomik gelişme yaşandı. İnsanlar bütün bunlara rağmen Derviş'e sempati mi duyuyor? Neden?
İşleri, iktisadi meseleleri yoluna koymaya gelmiş birisi olarak algılandığı ölçüde kendisine bir sempati duyuluyor olabilir. Ancak icraatlarının sosyal bedeli diğer partiler tarafından, programa muhalif partiler tarafından sömürülmeye çok müsaittir. Dolayısıyla çok kırılgan bir destekten bahsedebiliriz burada ancak. Dediğiniz gibi, birisi çıkar, "siz bu adamın yüzünden işsiz kaldınız" der, onun da desteği orada biter.
Yeni oluşumun tabanı merkez medya
Yeni oluşumun ideolojisi, programı ya da pratikte yapabilecekleri konusunda ne söylenebilir?
Yeni oluşumun sosyal demokrat çizgisinin olacağı söyleniyorsa da benim gördüğüm bir yamalı bohça. Amerika Birleşik Devletleri'nden (ABD) ciddi bir dış desteği var gibi görünüyor. Tek başına iktidar olacağını düşünmüyorum ama, burada merkez medyanın oynadığı role dikkat çekmek gerekiyor. Bütün geriye kalan merkez sol ve merkez sağ partilerin yerine geçecek bir oluşumdan mı söz ediyoruz? Böyle bir şey nasıl olur? Tabanı var mı, kime nasıl hitap edecek, diğer parti aparatlarına nasıl hitap edecek? Bütün bunlar önemli soru işaretleri.
Medyanın yeni oluşuma etkisi nedir?
Merkez medya, kamuoyu oluşturmak ve gündem yaratmakta elbette çok etkili. Biraz, "denize düşen yılana sarılırmış" durumu söz konusu sanırım. Olaylar merkez medyanın isteği doğrultusunda gelişiyormuş gibi görünüyor. Büyük bir ilgi var. O ilgi neden kaynaklanıyor? Yeni oluşumu Kemal Derviş ve İsmail Cem doğrultusunda değerlendirirsek: Her iki isim de Türkiye'de daha önceki dönemin mirasını taşımayan, -bir anlamda- temiz politikacılar. Belki 1999 yılındaki Ecevit gibi... Bu bir avantaj olarak değerlendirilebilir. Ancak, Hüsamettin Özkan'ın işin içinde olması biraz düşündürücü. O, şimdiye kadar Ecevit'in politikalarını sadık bir biçimde ortaya koymuş birisi. Derviş ve Cem ile aynı kefeye konulacak birisi değil. Bir de bir başka önemli nokta, Derviş de Cem de tabanı olan politikacılar değil Türkiye'de. Belki de bunların tabanı merkez medya.
MHP'nin rehinesi Türkiye
Hükümetin liderleri, 3 Kasım'da erken seçim yapılması konusunda uzlaşmaya vardı. 3 Kasım'da seçim yapılmasının anlamı ne? Bu tarih AB ile ilişkileri ve Türkiye'yi nasıl etkiler?
3 Kasım 2002'de erken seçim demek, seçim taksimetresi şu andan itibaren çalışmaya başladı demek. Yani, seçim politikalarının gündemde olacağı bir döneme girildi.. Bu çerçevede, Kopenhag Siyasi Kriteri için atılması gereken adımları, olmazsa olmaz reformları seçim psikolojisine girmiş bir siyasi kadro ne kadar savunabilir? Siyasi söylem bundan sonra Kopenhag Siyasi Kriterleri çerçevesinde yapılması gerekenlere karşı bir propagandayla seçmeninden oy isteme yolunu tutabilir. Yani, ölüm cezası, anadillerde yayın ve eğitim meselesi gibi konularda adım atılmayacağı gibi, bunlar kullanılarak seçmenden oy istenecektir. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) böyle bir politika yürüteceği için, diğer partiler de oy kaybetmemek kaygısıyla aynı tavırda olabilecektir. Bunun karşısında çok cesur siyasetçiler gerekiyor ama, siyasetçiler bu cesareti gösterebilecek mi meçhul...
3 Kasım'da seçim yapmak aynı zamanda yeni oluşumun önünü tıkamak anlamına da gelebilir.
Siz toplumun yüzde 80'inin Türkiye'nin AB'ye üyeliğini istediğini savunuyorsunuz. Peki siyasiler neden bu talebin tam tersi bir politika izliyor?
Toplumun taleplerini dikkate almayacak bir seçim kampanyasına doğru gidiliyor. Helsinki Zirvesi'nden beri bu böyle. Siyasi irade ile toplumun talepleri arasında uçurum var. Yani, yüzde 80 var. Toplum, 13 Aralık 2002'de Türkiye'nin katılım müzakerelerinin başlayabilmesi için gereken reformların hayata geçirilmesini istiyor. Ancak toplumun Avrupa talebi, Avrupa isteği bu kampanyada yerini bulamayacak gibi geliyor bana. Tersten bir okuyuşla, MHP'nin rehinesi durumundaki bir seçim kampanyasına gidiyoruz.
Ancak, biz de bulsun diye elimizden geleni yapıyoruz. Yani, AB adaylığının ve 13 Aralık 2002'de katılım müzakerelerine başlayacak Türkiye'nin seçimin ana teması olması gerekiyor.
AB üyesi ya da ABD neferi
Bütün bunlar gerçekleşmezse?
Bunlar gerçekleşmezse, buna bir de ABD'nın Irak'a müdahalesi eklenirse, Türkiye'nin Aralık sonrasında AB ile müzakerelere başlayamamış bir ülke olmaya ne iktisaden, ne siyaseten ne de toplum olarak nefesi yetmez. Avrupa yoluna geri dönüşsüz bir şekilde dahil olamamış bir Türkiye, her türlü tehlikeye açık bir Türkiye'dir, sonu karanlıktır. Yasaları çıkarıp çıkaramadıkları sonbaharda ortaya çıkacak.
Irak müdahalesinin Türkiye açısından sonuçları?
AB'nin dışında kalmış, ABD'nin Irak politikasında nefer durumundaki bir Türkiye'nin istikbalini düşünmek bile istemiyorum. Laik otoriter bir rejimle sona erer herhalde. Dünyadan kopuk bir nevi Suriye ya da Irak...
Türkiye, Slovakya, Norveç ya da İsviçre
Slovakya ve Türkiye'yi karşılaştırmak mümkün mü?
Slovakya'nın başına gelen şuydu: 1997 Aralık Lüksemburg zirvesinde, Kopenhag Siyasi Kriteri'nde yetersiz olduğu için katılım müzakerelerine başlamaktan men edilmişti. Bunda, Vladimir Meciar hükümetinin genel antidemokratik uygulamalarına ilaveten, ülkede nüfusunun yüzde 10'una tekabül eden Macar azınlığa hiçbir kültürel hakkın tanınmaması rol oynamıştı. Slovakya, katılım müzakerelerine siyasi kritere iki yıl boyunca uyum sağladıktan ve Macarca konusunda adım attıktan sonra Aralık 1999 Helsinki zirvesinde başladı.
Slovakya ile Türkiye'yi karşılaştırmak mümkün tabii ancak, Türkiye'nin bir sonraki zirveyi, ondan sonraki İrlanda dönem başkanlığını, 2004'ü ya da ileriki tarihleri beklemeye tahammülü yok. Türkiye'de AB ile bütünleşmek, ülkenin istikbali açısından olmazsa olmaz bir politika haline geldi. Yani Türkiye AB'ye endekslendi. Kaldı ki, bunu Derviş de bir hafta önce söyledi. "Eğer dünyaya 'AB ile bütünleşeceğiz' mesajını veremezsek borcu döndüremeyiz" dedi. Yani, Türkiye için elle tutulur, somut ve son derece tehlikeli bir anlamı var Kopenhag'daki kararın. Türkiye dört başı mamur bir ülke olsaydı 2004'ü de 2005'i de beklerdi. Norveç ya da İsviçre gibi... Onlar da AB'ye girmiyorlar ama, Türkiye'nin durumu farklı.
Bugünkü karardan sonra Türkiye belki Cumhuriyet tarihinin en kritik yüz elli gününe girdi. Burada toplumun yani AB'yi isteyen toplumun sesini en gür şekilde duyurması gerekiyor. Burada mecralardan birisi de Avrupa Hareketi 2002'dir. Yoksa istikbalimiz karanlık. (BB)