"KESK Tarihi-I, Risk Alanlar, Yolu Açanlar, 1985-1995" adlı kitabı vitrinde gördüğümüzde, Türkiye demokrasi mücadelesinin en etkin güçlerinden olan Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu'nun (KESK) tarihinin yeniden yazılmış olmasının Türkiye demokrasi mücadelesine büyük bir katkı sunacağını düşünmüş, böylece başından beri içinde bulunduğumuz kamu emekçileri sendikal hareketi tarihinin yeni kuşaklara olumlu mesajlar vereceğini ummuştuk.
Ancak yazarlarının Yıldırım Koç ve Canan Koç olduğunu görünce kuruluşundan beri sürekli saldırılarıyla KESK'i bölmeye, yıpratmaya, engellemeye çalışanların yeni bir saldırısı olduğunu tahmin etmemiz güç olmadı.
Kitabı okudukça onurlu bir mücadelenin nasıl tahrif edildiğini, nasıl en ağır hakaretlere muhatap edildiğini gördük. Okudukça Türkiye resmi tarihinin neden bu kadar çarpık olduğunu daha iyi kavradık.
Kitap gerçekten çok öğretici. Çünkü başta muhalefet olmak üzere toplumun her kesimini denetlemek ve yönlendirmek isteyen devletin, sendikal hareketi denetlemek için başından beri ne kadar çok çaba harcadığını ve bunun için kendi kadrolarını nasıl seferber ettiğini, kamu emekçileri mücadelesi boyunca yakından görüp yaşadık.
Bu açıdan yazarlar üzerine düşeni fazlasıyla yapmış ve son olarak da yazdıkları bu kitapla devlete olan bağlılıklarını bir kez daha kanıtlamışlardır...
Yazarların kaleminden devletin kamu emekçileri hareketi hakkındaki düşüncelerini böylesine net açıklamış olması kamu emekçilerinin mücadelesine önemli bir katkıdır. Bize ve kamu emekçilerine devletsel yaklaşımı en somut ifadelerle açıkladıkları için Yıldırım ve Canan Koç'a kamu emekçileri adına teşekkür ederiz.
Yolu açanlar
Kitap çok doğru olarak "Yolu açanlar" ibaresini kullanarak başlamaktadır.
1985 -1990'lı yıllara döndüğümüzde dönem 12 Eylül darbeciliğinin tüm demokrasi güçlerini ve tüm demokratik kurumları kapatıp bastırdığı dönem sonrasıdır.
12 Eylül karanlığından çıkış yolunu arayan demokrasi güçlerinin yaşanan baskı ve sömürülere karşı yeni arayışların yeni buluşmaların başladığı bir dönemdir.
Devrim ve sosyalizm gücümüzün darbelenip dağıtıldığı ama umudumuzu yitirmediğimiz bir dönemdir.
12 Eylül öncesi demokratik emek hareketinden gelenler, o dönemin öğrenci gençliğini temsil eden demokrat- sosyalist gençlik şimdi emek alanında birer kamu emekçisidir. Haklarını almak ülkenin kaderinde demokratik anlamda etkili olmak için bir çaba arayışındadır.
Kuşkusuz egemen devlet için de dönem yeni arayışları gerekli kılmaktadır. Sermayenin serbest dolaşımının ve liberal ekonominin (24 Ocak kararlarının)uygulanmasında gelişen tepkilerin önlenmesi için yapılan 12 Eylül darbesi, işlevini yerine getirmiş, muhalif güçleri bastırmıştı. İş tamamlanmış sıra neo-liberal politikalara uygun devletsel konumlanmaya ve toplumun hazırlanmasına gelmişti.
Darbe rejiminin bu haliyle varlığını daha fazla sürdürmesi olanaksızdı. Giderek dünyadaki konumu zayıflamaktaydı. Hızla tecrit olmakta ve kendisini "normalleştirmesi" için uluslararası güçlerin baskılarıyla karşılaşmaktaydı... Ayrıca bütün baskılara rağmen muhalefet yeniden arayışa girmişti.
Bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti'ni (TC) derinden etkileyen Kürt özgürlük arayışları giderek güçlenmektedir ve muhalefetin Kürtlerle buluşma olasılığı güçlenmiştir...
Bu nedenle de devlet giderek oluşmakta olan muhalefeti kendi çıkarlarına uygun konumlandırmak görevi ile karşı karşıyadır. Devlet muhalefete kendine uygun yeni bir yol açmakla yüz yüzedir.
Bir yandan devrimci demokratik yol arayışları diğer yandan devletin yeni yol açmaları birlikte sürece damgasını vurmaktadır.
Bir yanda düzeni aşan devrimci örgütlenmeler toparlanmaya çalışırken, Kamu çalışanları alanında da (SYK'larda ifadesini bulan sendikalaşma faaliyeti gibi) birliktelik arayışları ve Kürt özgürlük hareketine sempati gelişmektedir.
Öte yandan resmi ideolojiden beslenen ve dernekleşmeyi aşmayan taleplerle devlet güdümlü sendikal faaliyet yürütülmektedir. Hem devletin, hem kamu emekçilerinin emek alanına dönük düzenleme çalışmalarının geliştiği bir dönem yaşanmaktadır.
Yıldırım Koç, kitabında yolu açanın Alpaslan Işıklı olduğunu belirtiyor. "Her şey 1985 yılı Kasım ayının son günlerinde bir akşam Yol-İş Sendikası'nın bir odasında başladı..." (sf.19). O akşam Alpaslan Işıklı, Yıldırım Koç'a "Yıldırım Anayasada memurların sendikalaşmasını yasaklayan şu maddeyi bulsana; ben bir türlü bulamadım: eğer yoksa 14 yıl aradan sonra memurların yeniden sendikalaşması mümkün olabilir"( Sf.19) demiş ve memurlar sendikal mücadeleye başlamış...
Öncelikle kamu emekçileri sendikalaşmasının Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (Türk-İş), Türkiye Yol Yapı İnşaat İşçileri Sendikası'ndan (Yol- İş) başlatılması ve başlatılmasının Alpaslan Işıklı ve Yıldırım Koç'a mal edilmesi doğru bir tespit değildir.
Ancak adı sendika olup da dernek -oda işlevi gören ve devleti zorlamayan örgütlenme yolundan söz edilecekse bunu doğrulamak gerekiyor. Yıldırım Koç ve Alpaslan Işıklı'nın Türk -İş'inin devlet sendikacılığının organizatörü olduğu, sendikal mücadeleye uzaktan yakından bulaşmış herkesin malumudur. Bu nedenle de Türk-İş'i uzun uzun anlatmaya gerek yoktur.
Bu dönem itibariyle devletin kamu emekçilerine açtığı yol, kamu emekçilerinin savunma ve pazarlık gücünün olmadığı ve sistem tarafından kontrol edilebilir bir örgütlülük içine hapsetme yoluydu...
Dönemin hükümet program ve açıklamaları, oda tipi bir örgütlenmedir. Anavatan Partisi Hükümet Sözcüsü ve Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol memurların "oda tipi" bir örgütlemede örgütlenmesinin doğru olacağını savunmaktadır.
Odalar bilindiği gibi yarı resmi kurumlardır. Toplu sözleşme ve grev hakkı yoktur. Ve ayrıca mesleki örgütlenmelerdir. Bu dönemde devletin elli yıllık sözcüsü Süleyman Demirel, memurların grevsiz toplu sözleşmesiz bir sendika kurmasını ve hakları için harekete geçmesini ancak bölücü Kürtlerden uzak durmasını tavsiye etmektedir.
Ana muhalefet lideri Erdal İnönü ve Refah Partisi Sözcüsü Şener Battal da Demirel ile aynı düşüncededir. Görüldüğü gibi hükümet oda önerirken diğerleri de oda benzeri sendika önermişlerdir.
1988 Uluslar arası Sendikal Haklar Kurultayı, bu önerilerin sunulduğu bir kurultay olmuştur. Peki, Alpaslan Işıklı neyi savunmuştur? "Arabayı atın önüne koşmamak gerektiğini ve kırmızı ışıkta geçmemeyi önerip grevsiz toplu sözleşmesiz bir sendika olmasını gerektiğini" savunmuştur.
Yıldırım Koç da hocasının izinden gitmiştir. Yıldırım Koç bu konudaki anlayışını kitabında açıklamaktadır. "KESK'i oluşturacak olan kamu çalışanları sendikaları bir saplantı halinde Toplu iş sözleşmelerine odaklandılar.aracı amaç haline getirdiler Halbuki toplu sözleşme tüm sorunlara çözüm getirecek sihirli bir değnek değildi. Araçları mutlaklaştırıp amaca dönüştürmek büyük hatadır. KESK'i kuracak kamu çalışanları sendikaları bu büyük hatayı yaptı." (Sf.240)
Toplu sözleşme konusundaki görüşlerini öğrendiğimiz Yıldırım Koç, grev konusunda ne düşünüyordu? "Kamu çalışanlarının bu dar bakışlılığı grev hakkına ilişkin talepte de görülmektedir. Fiilen yasakların aşıldığı ve her türlü yasadışı meşru eylemin kolaylıkla yapıldığı bir dönemde 'grev hakkı için grev yapmak' ve temel hedef olarak 'grev hakkının alınmasını savunmak' yine bir aracın mutlaklaştırılması olurdu."(Sf.240-241)
Nitekim Yıldırım Koç ve Alparslan Işıklı'nın önerileriyle kurulan Eğitim-İş kuruluş tüzüğünde toplu sözleşme ve grev hakkı bulunmuyordu. Üyelerin ısrarıyla TİS ve grev hakkı tüzüğe konuldu. Koç'ların da kitaplarında vurguladığı gibi daha sonra tüzüğe alındı.
"14 Mart 1992 günü toplanan 1.Olağan Genel Kurulunda bu amaç maddesine bazı eklemeler yapıldı"..."f) Toplu sözleşmeli ve grevli sendikal yaşamı yaygınlaştırmaya, gerçekleştirip geliştirmeye, çağdaş sendikacılık ilkelerini yerleştirmeye ulusal ve uluslar arası sendikalar ailesinin onurlu ve saygın bir üyesi olmaya"(Sf.170)"
Kaldı ki bu sonradan eklenen madde bile Eğitim ve Bilim İşgörenleri Sendikası'nın (Eğitim -İş) grevli toplu sözleşmeli bir sendika olduğunu kabul eden bir madde değildir. Alpaslan Işıklı ve Eğitim-İş'in grev ve toplu sözleşmeden yana olmadığını kamu emekçileri gerçekleştirdikleri ilk iş bırakma eylemlerinde de tanık olmuşlardır.
20 Aralık 1994'teki iş bırakma eylemi öncesinde devlet ve hükümet kamu emekçilerini cezalarla tehdit etmişlerdir. Alpaslan Işıklı eylem öncesi "kamu emekçilerinin grev yapamayacağını bu eylemin Türk Ceza Yasasının 237. maddesi gereğince bir yıl ile üç yıl arasında hapis cezası olduğunu" açıklamıştı.
Aynı eylem öncesi Eğitim-İş Ankara şubelerinin eyleme katılma kararlarına rağmen Eğitim -İş Genel Başkanı Niyazi Altunya, "Öğretmenlerin öğrencilerini okulda tek başlarına bırakıp iş bırakmalarının öğrencilere haksızlık olduğunu ve eyleme katılmanın yanlış olacağını" açıklamıştır.
Yine Koç'ların kitabında söz konusu eylem için Niyazi Altunya'nın şu görüşlerine yer verilmiştir: "20 Aralık 1994'te zamanki Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonlaşma Kurulu'nca (KÇSKK) kararlaştırılan (ve bu satırların yazarının karşı çıktığı) iş bırakma eylemi yüzde yüz haklı nedenlere dayanıyordu. Ancak kamuoyuna yapılan açıklamalarda kullanılan üslubun sendikal talepleri aşması yeterli hazırlığın ve birikimin yapılmaması ve ceza alanların sendikanın gücüyle korunması birçok üye de pişmanlık yaratmıştır."
Eğitim-İş Başkanı Niyazi Altunya'nın kamu emekçilerinin bu en güçlü eyleminin pişmanlık yarattığını söylemesi, greve üzeri örtülü de olsa yaklaşımını açıklamaktadır. Bu açıklamalar tüm kamu emekçileri tarafından bilinmektedir.
Görüldüğü gibi devlet iktidarı ve muhalefetiyle kamu emekçilerini grevsiz ve toplu sözleşmesiz oda tipi bir örgütlülüğe mahkûm etmeyi bir yol olarak benimsemiş ve kendi inisiyatifinde kamu çalışanlarına bir yol açmıştır. Gerek Alpaslan Işıklı ve gerekse Yıldırım Koç bu açılan yolun sendikalar alandaki öncüleridirler.
Kamu emekçilerinin de kendileri için bir yol arayışında oldukları açıktı. Bu yol devlet güdümlü bir yol değildi. Fiili ve meşru mücadeleyi esas alan bir yoldu. Sendikal mücadeleyi genel sınıf mücadelesinin bir parçası olarak gören bir yoldu.
Bu yol sendikal mücadelenin devrimci demokrat siyasetle bağlantısını gören, genel demokrasi mücadelesinden ayırmayan bir yoldu. Kamu çalışanları hareketinin öncülüğünü yapanlar, sendikal hareketi aynı zamanda devrimci ve demokrasi güçlerinin bir an önce yeniden toparlanması ve buluşturulması için bir zemin olarak da görmekteydiler.
Kamu emekçileri 12 Eylül faşizmini yaşayarak, devletin zulmünü yakından tanıyarak, sendikal taleplerini-konumlarını geleneksel devlet sendikacılığına karşı grevli ve toplu sözleşmeli bir sendika olarak belirlediler. Bunun sonucu olarak da bu yolda sıkı bir mücadeleye girdiler.
Sendikal alanda yaşanan tartışmalar ve verilen mücadeleler aynı zamanda devlet sendikacılığına karşı sınıf eksenli bir mücadeleydi. Bu mücadelede yapılan birçok yanlışa rağmen KESK'i yaratan sendikalar, devletin yaratmak istediği sendikalaşmaya karşı kendi sendikalarını kurmayı başardılar.
Sendikal mücadelenin başından beri gerek "abece Dergisi" gerekse Eğitimciler Derneği (Eğit-Der) içinde yaşanan tartışmalar ve ayrışmalar devlet sendikacılığının etkilerine karşı kamu emekçilerinin sınıf mücadelesi olarak yaşanmıştır.
Yazarların KESK tarihi olarak sunduğu kitap, özü itibarıyla KESK'in devlet sendikacılığına karşı direnişine bir saldırı kitabıdır. Bu kitap bir KESK tarihi olmaktan çok devletin KESK değerlendirmesidir.
KESK sistemden yana bir konfederasyon olarak kurulmadı
Sendikaları düzenin bir parçası ve koruyucusu olarak gören Yıldırım Koç, KESK'e saldırılarında haklıdır.
Bilindiği gibi sendikalar düzen sınırlarında kurulan ama düzenin emekçiler lehine değişimi için mücadele eden örgütlenmelerdir.
Sendikaların işlevi emekçileri düzene tabi kılmak değil, düzeni emekçiler lehine değişime zorlamak, hatta düzenin devrimci anlamda yıkılıp yerine emekten yana bir düzen kurulmasına yardımcı olmaktır.
Özellikle emeğin her türlü hakkının gasp edildiği özgürce örgütlenmesinin yasaklandığı koşullarda sendikalar, yasaları da aşan bir noktada fiili meşru olarak (düzen-dışı) kurulup mücadelelerini sürdürebilirler.
KESK'i yaratan kamu emekçileri de Türkiye'nin bu antidemokratik koşullarında düzen sendikacılığına karşı fiili ve meşru olarak örgütlenip sendikalarını düzen dışı kurup varlıklarını kabul ettirebilmişlerdir.
Yıldırım Koç, yolu açanların sendikalardan beklentisini şu sözlerle vurguluyor: "Sendikalaşma yolunu açan anlayışın temel amacı 'düzen-içi'leşmekti. Türkiye Birleşik Komünist Partisi'nin kendi 'düzen-içi'leşme girişimi anlayışına uygun örgütlenmeler yaratma çabaları ve diğer bazı etmenler Eğitim-İş'i yarattı.( sf.94)
Diğer sendikaları kuranlar için ise şu açıklamayı yapmaktadır: "Düzen- dışı kurulan sendikalar için ikinci seçenek 'düzen-dışı' kalmaktı. Ancak mevcut düzen buna izin vermiyordu."(Sf.94)
Öncelikle Yıldırım'ın bahsettiği "düzen içi"lik, "yasal olarak kabul edilebilirlik" olarak anlaşılmaktadır. Gerek Eğitim-İş gerekse diğer sendikalar, egemenlerin grevsiz toplu sözleşmesiz bir sendika kurulmasına göz yumduğu ama iç yasaların düzenlenmediği koşullarda kurulmuşlardır.
Yasal açıdan kurulan bütün sendikalar, Eğitim-İş de dahil, yasa dışı olarak kurulmuştur. Ve KESK'i kuran bütün sendikalar aynı zamanda grevli toplu sözleşmeli bir sendika yasası istediler. Yani kendi taleplerinin kabulü temelinde "düzen-içileşmek" yasallaşmak istediler.
Yıldırım Koç'un Eğitim-İş dışındaki sendikaları kastederek "Bunlar 'düzen-dışı' kalmak istiyordu" açıklaması, gerçeklerle örtüşmeyen bir çarpıtmadır.
Kitap incelendiğinde, yazarların, "eşgüdüm" anlayışını savunan kesimlerden ve yayınlarından bol bol alıntılar yaptığı ve bu kesimlerin sendikal anlayışlarını öve öve bitiremedikleri göze çarpıyor.
Yazarlar bu sendikal anlayışla ilgili şunları söylüyor: "Daha sonra Eğitim-İş'i kuracak olan kesim ise siyasal tercihlerine bakılmaksızın tüm eğitim çalışmalarını örgütlemeyi amaçlıyor ve siyasal hareketlerin sendikaları dışarıdan yönetme girişimlerine karşı çıkıyordu."(S:79)
Resmi ideolojinin taşıyıcılarının etkili olduğu "eşgüdümcüler", "makul" olanı "sendikal mücadelenin gereğini yerine getiren siyasal tercihlerine bakılmaksızın tüm çalışanlarının örgütlemesini hedeflediği ifade edilen bir sendikal anlayış" olarak niteleniyor.
Fiili ve meşru mücadele anlayışı da sadece Bem-Sen ve Sağlık ve Sosyal Hizmet Kolu Çalışanları Sendikası (Sağlık-Sen) ile sınırlanıyor ve şu ifadeler kullanılıyor: "Eğitim-İş'in 'düzen-içi'leşme çabasıyla açtığı yoldan kısa bir süre sonra geçen Kam-Sen, Bem-Sen ve Sağlık-Sen tümüyle faklı bir çizgideydi. Kam-Sen, Bem-Sen ve Sağlık-Sen, düzen dışı olmaya ve düzenin oyun kurallarıyla bağlı kalmaya çalıştı; bu sendikal ve siyasal anlayışı nedeniyle de büyük bedeller ödedi... 'fiili ve meşru sendikacılık' olarak nitelenen anlayış ve uygulamayı bu kadrolar geliştirdi."(S:95)
Kuşkusuz ki Bem-Sen ve Sağlık-Sen'in fedakârca-militanca yürüttükleri "fiili ve meşru mücadeleyi" kimse göz ardı edemez. Ancak fiili ve meşru mücadele sadece bu sendikalardan ibaret değildi. Söz konusu fiili ve meşru mücadeleyi hayata geçiren ana damarlar KESK'i kuranlar arasında da yer alıyordu.
KESK içinde mücadeleyi sağa çeken anlayışların da bulunmuş olması gerçeği, KÇP'nin fiili ve meşru zeminde direnmediği sonucunu çıkarmıyor. Bem-Sen, Sağlık-Sen ve Kam-Sen'i kuranları da KESK içine çeken bu ortak fiili sendikal mücadele anlayışıydı.
Kuşkusuz KESK ve Kam-Sen'i kuranlar, emek karşıtı bu düzene karşıydı ve düzen ile kendilerini sınırlamıyorlardı. Düzeni emekten yana değiştirmek ve emekten yana bir düzen kurmaya yardımcı olmak için mücadele ediyorlardı.
Bir yandan yasallaşmak, bir yönü ile de yasaları demokratikleştirmek hatta bu sendikalar için "Haklar yasalardan önce gelir" ilkesi esastı. Oysaki yazarların "düzen- içileşmek"ten anladığı düzene yamanmak ve düzeni temsil etmek olduğu anlaşılmaktadır.
Yazarlar, sınıfın kendisi için kurduğu sendikaların sınıftan çok devletin korunmasına öncelik vermesi gerektiğini ileri sürmektedir. Koç'lar şunları ifade ediyorlar: "İşçi sendikalarının tüzüklerinin hemen hemen hepsinin giriş bölümlerinde şu düzenleme yer alır: 'Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması ve Atatürk ilkelerinin yaşatılması doğrultusunda, demokratik ilkelerden sapmadan...' 8 Aralık 1995 tarihinde KESK'i oluşturan kamu çalışanları sendikalarının büyük bir çoğunluğunda ise bu konuda sendika tüzüklerinde ifade edilen bir duyarlılık yoktur."(S:99-100)
Koç'lar düzenin ve devletin sadık bir bekçisi anlayışındadırlar. Bu nedenle de devleti sınıflar üstü ve tarafsız bir kurum olarak görmek ve göstermektedirler.
"Çok kaba ve yüzeysel bir Marksist devleti sadece hâkim sınıfların baskı aracı görür... Ancak bir kaba Marksist bile sınıf mücadelesi içinde sermayedar sınıfla mücadele eder, devletle değil. Emperyalizm olgusu işin içine girdiğinde bir Marksistsin karşısındaki güç öncelikle emperyalistler ve sermayedar sınıftır."(Sf.379)
Marksizm'in en bilinen devlet tanımı, devletin bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı ve tahakküm aracı olarak tanımlamasıdır. Yine Marksizm'e göre devlet, üretim araçlarını ellerinde bulunduran sınıfların zor aygıtıdır. Yani bir sınıf örgütüdür.
Yazarlar, emperyalist bağımlılığın devletin dışında geliştiğini bu nedenle de emperyalizme karşı mücadele ederken devlete dokunulmamasını istemektedir. Oysa TC devleti emperyalizm olmadan nefes dahi alamamaktadır. TC'nin emperyalist ülkelerle, Siyonist İsrail'le ilişkisi ortadadır. Askeri, siyasi ve ekonomik ilişkiler düzeyi meçhul değildir...
Devlet savunuculuğu yapan anlayışlara sormak gerekiyor: Kuzey Atlantik İttifakı'nın (NATO) üyesi kimdir? Dünya Bankası ve Uluslar arası Para Fonu'na (IMF) üye olan, anlaşmalar yapan kim? Devlet değil mi? Yazarların devleti soyutlayarak "devlete değil sermayeye veya emperyalizme karşı mücadele edilmelidir" söylemi, açıkça devlet savunuculuğunu göstermektedir.
Kaldı ki, TC'nin devlet merkezli bürokratik bir ekonomik yapılanma olduğunu da gizlemektedirler. Devlet sadece sermayenin bir devleti değil aynı zamanda bürokratik sermayenin de bir devletidir. Daha özetle devlet bürokrasisinin kendisi de sermayedardır ve sömürücü bir karakter taşımaktadır.
Yazarların sınıflar üstü devlet anlayışı, kamu emekçilerinin işvereninin devlet olduğu gerçeğini de inkâr etmektedir. "Kamu emekçileri devleti düşman olarak gördü. Bunu da 'işveren devlet' biçiminde maskelemeye çalıştı."(Sf.35)
Kamu emekçisi devlet kurumlarında çalışmakta ücretleri ve çalışma koşulları devlet tarafından belirlenmektedir. Bu durumda işveren devlet değil de kimdir?
Yazarlar, TC devleti gerçeğini gizlemeye çalışmaktadır. TC devleti, kendi denetimi dışındaki hiçbir örgüte veya düşünceye "dostça" yaklaşmamıştır. Bu gerçeklik sadece Kürtler için değil devlet güdümlü olmayan her hareket için geçerlidir.
Bu güne kadar gelişen işçi sınıfının mücadelesine, köylülerin toprak talebine, Alevilerin hak arayışlarına, sosyalistlerin, devrimcilerin, Denizlerin, Mahirlerin ve İbrahimlerin direnişlerine nasıl yaklaştığı herkesçe biliniyor...
Koç'ların devleti korumaya alması anlaşılırdır. Çünkü devletin kamu emekçilerinin dostu ve onların haklarını karşılamaya eğilimli olduğunu iddia etmektedirler: "1995'in ilk aylarında Doğru Yol Partisi (DYP), Anavatan Partisi (ANAP) ve Sosyal Demokrat Halkçı Partili (SHP) 301 milletvekilinin ortak tasarısıyla grevli toplu sözleşmeli sendikal hakları anayasa güvencesi altına alma noktasına gelmişti. Ancak sosyalist-komünist hareketlerin bu alanda etkili olanlarının Kürt milliyetçiliğine verdiği destek bu süreci tersine çevirdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Anayasa komisyonu bir anda bu olumlu tasarıyı iptal etti."(Sf.97)
"Türk Milliyetçiliğinin TC'nin temel düşmanı (Kürt emekçiler kastedilmektedir) kabul edildiği bu dönemde bu kesimle ittifak 301 Milletvekilinin girişimine karşın kamu çalışanlarının sendikal haklarının anayasal güvence altına alınmasına engel oldu." (Sf.422)
Yazarlar, görüldüğü gibi, devletin grev ve toplu sözleşmeyi tanımaya hazır olduğunu bunun ise komünistlerin Kürt emekçileriyle ittifakının engellendiğini ileri sürüyor. Peki, Koç'lara sormak gerekmiyor mu? Devlet kamu emekçilerinin grevli toplu sözleşmeli sendikal haklarından bu kadar yanaydı da bırakın sendikaları bütün demokratik kitle örgütlerini neden yasaklayıp yöneticilerini zindanlara doldurdu. Bu hakları verdi de emekçiler mi elinin tersiyle öteledi. El insaf tarih bu kadar çarpıtılır.
Yazarlara göre, kamu emekçilerinin "Kürt milliyetçileri ile ittifakının bu kadar zararlı olduğunu kitabında anlatıp duruyorlar. Ama aynı yazarlar, gerçek olmadığı halde, Kürtlerin ayrı Kürt sendikalarını kurmaya çalıştığını ifade ediyorlar. Ve bunu da bir anlamda bölücülük ve hainlikle suçluyorlar. Yazarlara göre Kürt emekçileri hem Türk emekçilerle birlikte olmayacak hem de sendika kurmayacak. Yazarlar, Kürt emekçilerinin ne yapmasını istiyorlar?
Türk emekçileri Kürt emekçilerle birliği mi ayrışmayı mı savunmalı?
Yıldırım ve Canan Koç, KESK'i büyütenler fiili ve meşru mücadeleyi verenler, risk alanlar, yolu açanlar her türden bedeli ödeyenler "sosyalist ve komünistler" iken "Kürt milliyetçileri ise "mücadeleyi küçülten, zayıflatan hiçbir eyleme katılmadıkları halde sendikal zemini 'pervazsıca' kullananlar" olarak nitelendiriyor.
"KESK'in merkezi düzeyde aldığı sendikal eylem kararları 'savaş koşulları' bahane edilerek uygulanmazken, Kürt milliyetçiliğini temel alan eylemlerin ileri sürülen 'savaş koşullarına' rağmen yapılabilmiş olması, KESK üyesi sendikaların bu illerdeki şubelerinin önceliklerini çok açık bir biçimde göstermektedir."(Sf. 185-186)
Yazarlar "sınıfın birlikteliğini gerektiren eylemlere katılmadığı" iddiasını, kitabın 184-185. sayfalarında KESK Olağanüstü Koşulların Yaşandığı İller Komisyonu (KOKYİK) döneminde Olağanüstü Hal Bölgesi'ndeki (OHAL) bölgesindeki gelişmeleri Genel Yönetim Kurulu'na (GYK) sunan komisyon raporundan yapılan aktarmaya dayandırıyor. Raporda şu ifadeler yer alıyor: "Bölgemizde savaş koşullarından dolayı merkezi düzeyde alınan eylemlilik kararları tam olarak uygulanmamıştır." (S:185)
Bu ifadeden yola çıkan yazarlar, aynı sayfanın bir sonraki paragrafında rahatlıkla kitabın ana iskeletini oluşturan şu yargıya varıyorlar. "Raporda sendikal faaliyette bulunulmadığı belirtilirken Diyarbakır Demokrasi Platformu olarak yapılan çalışmaların bazıları şöyle sıralanmaktadır" denilerek KOKYİK raporundan bazı faaliyetler aktarılıyor. Oysaki KOKYİK raporunda vurgusu yapılan nokta "sendikal faaliyete bulunulmadığı" değil savaş koşullarıdır. Savaş koşulları nedeniyle kararlaştırılan eylemliliklerin "tam olarak" uygulanamadığıdır.
17 bin insanın faili meçhul cinayetlere uğradığı, kirli savaşın bütün uygulamalarıyla sürdüğü bir bölgede sendikal faaliyetlerin engellendiğine dair yapılan vurgu ancak bu kadar açık bir şekilde çarpıtılabilir...
Yazarların KOKYİK raporundan işlerine geldiği gibi seçtikleri ve çarpıttıkları alıntıların yanında, aynı raporda aktarmadıkları şu bilgiler de yer alıyordu: "Ocak-Haziran 1996 döneminde meydana gelen (Tespit edilen) Olaylar" başlığı altında: Toplam ölü sayısı 691, faili meçhul cinayetler 30, gözaltında kayıplar 62, yakılan ve boşaltılan köy sayısı 34 olarak verilmiştir. Yine aynı raporda sendikalar üzerindeki baskılardan söz edilerek şu somut bilgiler veriliyordu: Öldürülen sendika üyeleri 38, sürgünler121, idari soruşturmalar 304, gözaltılar 222, açığa alınanların sayısı ise 29 kişi olarak veriliyordu... İşte bu gerçekler görülmeden sendikal faaliyetin yer yer neden aksadığı da anlaşılamaz...
Seçmece ve çarpıtma temelinde yapılan söz konusu alıntı dışında, yapılan bütün GYK toplantılarında KOKYİK raporları okunmuş ve zorluklara rağmen yapılan sendikal faaliyetler aktarılmıştır. "18 Nisan 1996 tarihinde yapılan iş bırakma eyleminin de içinde yer aldığı Nisan eylemliği ile ilgili 05.05.1996 tarihinde yapılan 5. GYK toplantısında gündem maddesine uygun olarak KOKYİK raporuyla ilgili, komisyon adına söz alan GYK üyesi: "...Nisan ayı eylemliliklerinin bölgede ve özellikle Diyarbakır'da büyük başarı ile gerçekleştiğini" belirtiyordu. (KESK 1. Dönem Çalışma Raporu S. 77)
Bölgedeki sendikal faaliyetlerin bütün olumsuz koşullara ve tehditlere rağmen hayata geçirilmeye çalışıldığını KESK II. Olağan Genel Kurul Çalışma Raporunun (Ağustos-96 Ağustos-98) "İnsan Hakları ve Çevre Çalışmaları" başlığı altında 49-50-51-52 ve 53 sayfalarında görmek mümkün... Biz sadece 52. sayfada yer alan şu ifadeleri aktarmakla yetinelim: "Konfederasyonumuzun aldığı bütün iş bırakma eylemlerine yüzde 100'e varan katılımlar sağlandı, birçok ilde vizite eylemleriyle üretimden gelen gücün kullanımı sağlandı. Sadece 11 Aralık 1997'de 8 bin 500'ü Diyarbakır'da olmak üzere bölge düzeyinde 14 bin 703 kamu emekçisi iş bıraktı."
Benzer bilgiler için KESK 3. Olağan Genel Kurul Çalışma Raporu'nun (25-28 Ocak 2001) 178-179-180 ve 181. sayfalarında "Olağanüstü Koşulların Yaşandığı İllerde Sendikal Hak İhlalleri" başlığı altında aktarılan rapora da bakılabilir... Raporda "bütün hak ihlallerine rağmen KESK'in iş bırakma ve diğer eylemlerine 'yoğun' ve... bölge düzeyinde yüzde yüze yakın katılım sağlandığı" ifade ediliyor.
Bölgede Kürt çalışanlarının eylemlere katılımıyla ilgili sadece KOKYİK'in raporları açıklık getirmiyor. Sendikaların Çalışma raporları incelendiğinde aynı bilgilerin doğrulandığını görmek mümkündür.
KESK'e bağlı sendikalardan sadece Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası'nın (BTS 3. Genel Kurulu 17-18-19 Temmuz 1998 tarihli) Çalışma Raporundaki gerçekleri teyit eden verileri aktaralım.
Raporun 135-140 sayfaları arasında aktarılan "Eylem ve etkinliklerimiz" başlığı altındaki veriler incelendiğinde yazarların çarpıttığı gerçeklik görülecektir. KESK'in kararlaştırdığı ve hayata geçirdiği 11 Aralık 1997 tarihli iş bırakma eylemine yaklaşık 1 milyon kamu çalışanı katılmıştı.
Bu tarihteki iş bırakma eylemine BTS (11-12 Aralık tarihlerinde) ise iki günlük iş bırakma eylemiyle katılmıştı.
BTS Çalışma Raporu Diyarbakır Şubesindeki iş bırakma eylemini de aktarıyor. Raporda "...Eyleme katılım yüzde 90 civarında" ifadesi kullanılıyor... Yine 4 Mart Kızılay direnişinden sonra 5-6 Mart 1998 tarihlerinde bazı şubelerin iş bırakmamış olmasına rağmen Diyarbakır şubesinin iş bırakma eyleminin gerçekleştirildiği açıklanmaktadır.
Bu tür verileri KESK'e bağlı tüm sendikaların çalışma raporlarında ve belgelerinde bulmak mümkündür. Ama niyet Kürt çalışanları karalamak olunca yazarlar belgeleri bulamıyor ve görmek istemiyorlar... Ancak KESK'i oluşturan kadrolar, sendikal mücadelenin başından beri emek verenler, pratikleriyle tarih yazanlar çok şükür ki hayattadır ve kimin ne kadar çaba gösterdiğini çok iyi biliyorlar
KESK'i kuran Kürt-Türk ve diğer farklılıklardan kamu emekçileri her dönem halkların kardeşliğini ve birlikte örgütlenip ortak mücadelesini savundu. Çünkü KESK'i kuran kamu emekçileri demokratik memur hareketinin bir devamıydı.
Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS), Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER), TÜM-DER Kürt gerçekliğini kabul etmiş ve halklar arasındaki eşitsiz uygulamalara son verilmesi ve demokratik Türkiye' hedefine ulaşılması için yeterli olmasa da çabalar harcamıştı. Kamu emekçileri demokratik geleneği sürdürmekte kararlıydı.
Oysa Yıldırım ve Canan Koç, kamu emekçilerinin bu geleneksel yaklaşımını reddetmekte devletsel inkar ve imha anlayışının KESK tarafından reddedilmiş olmasını içlerine sindirememişlerdir.
Yazarlar, bir bütün olarak kamu emekçileri sendikal hareketinin başarısız olduğunu ve bunun da temel nedeninin, sosyalistlerin ("Kürt milliyetçileri" olarak tanımlanan) Kürtlerle birlikte hareket etmekten kaynaklandığını döne döne anlatmaktadırlar.
Ama ilginçtir, yazarlara göre kamu emekçileri hareketinde milliyetçi olmayan tek Kürt yoktur ve bu Kürtlerden hiç mi hiç bahsetmemektedir. Yazarlar kitabın bütün kurgusunu Kürt emekçilere saldırı temelinde oluştururken Kürt sorununun veya Kürt emekçilerinin sorunlarına dönük hiçbir açıklama ve öneride bulunmamakta onları adeta yok saymaktadırlar. Bu tipik devlet tavrının da ötesindedir...
Öyle görülüyor ki, Kürtlerin özgürlük talepleri devleti söylem değişikliğine zorlamış olmasına rağmen yazarları etkileyememiştir. Devlet tarafından bile 1990'lardan sonra "Kürt realitesinin" tanınmış olmasına rağmen, Yazarlar, henüz Kürtleri tanımamakta ve inkârcılıkta devletten daha kararlı davranmaktadır...
Yazarların şiddetle karşı çıktığı, sendikal mücadeledeki katkılarını küçümsediği Kürtler mi milliyetçidir yoksa yazarlar mı milliyetçidir?
Kamuda çalışan Kürtler, kendilerinin Kürt olduklarını inkâr etmedikleri için mi milliyetçi oluyorlar? Kürtler üzerindeki baskıların kaldırılması gerektiğini, tüm dünya ulusları gibi kendi geleceklerini özgürce tayin etme haklarının tanınmasını, yaşanan şiddet ve çatışma ortamının (savaşın) bir an önce sonlandırılmasını ve barışçıl demokratik çözümün gerçekleşmesini istedikleri için mi milliyetçi oluyorlar?
Bunları açıklamış olmak-açıklamak milliyetçilik midir? Ama yazarlar bu en demokratik taleplere sahip çıkan emekçileri Kürt milliyetçisi olarak tanımlamaktadır.
25-26 Aralık 1993 "Demokratikleşmenin Neresindeyiz? Kürt Gerçeği ve Türkiye Mozaiği" kurultayı sonuç bildirgesini eleştiren yazarların milliyetçilikten ne anladığını görüyoruz.
"Bildirinin bazı bölümleri şöyleydi "Her konuda yasaklara ve zora dayalı askeri çözümlere son verilmelidir... Toplumsal huzur ve barış ortamının yaratılabilmesi için ayırımsız bir GENEL AF çıkarılmalıdır... Sorunlarımızın en önemlilerinden olan Kürt sorunu inat ve zor politikalarıyla değil, halkların hak eşitliği ve özgürlüğü temelinde demokratik yöntemlerle çözülmelidir Akan kan derhal durdurulmalıdır. Bunun için ciddi ve kalıcı bir ateşkes süreci başlatılmalı, bu sürecin teminatı için de taraflar insani hukuk olarak Cenevre Savaş Hukuku kurallarına uymalıdır. Kurultay Ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkını evrensel ve temel bir hak olarak görür." "Bu metnin altına imza atan kamu çalışanları sendikaları yöneticileri Kürt milliyetçilerinin taleplerini bir kez daha onaylamış oldu."(Sf.177-1778)
Yazarlara göre Kürt sorununda savaşa karşı çıkmak ve demokratik çözüm istemek. Kürt milliyetçiliği yapmaktır.
Koç'ların milliyetçi olarak göstermeye çalıştığı Kürt emekçileri, sendikaların kuruluş sürecinin başından beri Türk emekçileri ile birlikte olmuşlar ve ortak kaderi paylaşmışlardır. Sendikal mücadelenin sınıf (ideolojik-Politik- ekonomik demokratik) mücadelesinin bir parçası olduğu gerçeğiyle örgütlendiler. Sendikal mücadeleyi demokrasi mücadelesinden ayırmadılar...
Dolayısıyla sendika tüzüklerinde yer alan"anadilde eğitim"- "farklılıkların kendi geleceklerini özgürce belirlemeleri önündeki engellerin kaldırılması" - "halkların kardeşliğini istemek" ve benzeri talepler sadece Kürt çalışanlarının talepleri olarak değerlendirilmemelidir. Çünkü bu talepler demokrasi mücadelesinin olmazsa olmaz talepleridir ve bu talepler Kürt talepleri kadar Türk demokratlarının da savunmaları gereken demokratik taleplerdir.
KESK'i yaratan kamu emekçileri bu demokratik taleplere bağlı kalmaya çalışmış, ancak Yıldırım Koç-Canan Koç gibi şovenizmden etkilenmiş kesimlerin saldırıları karşısında zaman zaman yetersiz kalmışlardır.
Örneğin Yıldırım Koç ve çevrelerinin etkili olduğu Eğitim-İş, eğitim emekçileri alanında örgütlenmiş olmasına rağmen anadilde eğitim talebini kuruluş tüzüğüne almamış ancak 14 Mart 1992 tarihli 1.Olağan Genel Kurulunda "Herkesin kendi anadilini kullanıp geliştirmesine saygı ve hoşgörünün yerleştirilmesine çalışır." maddesini eklemiştir. Bu da anadilde eğitim değildir. Bu yaklaşım Kürtlerin Kürtçe konuşmasına hoş görüyle bakmaktan öte gitmemiştir. Ama biz inanıyoruz ki, Koç'lara kalsa bu hoşgörü de gösterilmemelidir...
Yazarlar, tüm kamu emekçisi Kürtleri milliyetçi olarak suçlamaktadır. "Ben Kürdüm" demenin ve eşit özgür bir şekilde birlikte mücadelenin milliyetçilik olduğunu düşünen Yıldırım Koç, Kürtlerin ulusal kimliklerinden dolayı uğradıkları baskı ve zulüm politikasına karşı çıkmalarından rahatsızlık duymakta, bunun sınıfı bölmek olduğunu ve devlet düşmanlığı olduğunu vurgulamaktadır...
Yazarlar, Kürt emekçilerini ve Kürt halk hareketi gerçekliğini korkunç çarpıtmaktadır: "Kürt emekçileri kamu çalışanları sendikalarını daha etkili bir biçimde kullanabilmek amacıyla" Kürt sendikaları kurma kozunu etkili bir tehdit aracı olarak değerlendirdiler."(Sf.163)
Kürt emekçileri (Yurtsever emekçiler) en doğal hakları olmasına rağmen hiçbir dönem ayrı bir sendika kurmaya yönelmemiştir. Ama Koç'lar gibi Kürt sorununda ırkçı ve şoven yaklaşımlardan etkilenmiş bazı emekçiler zaman zaman Kürtlerin sendikalardaki varlığını tıpkı Koç'lar gibi emek hareketi açısından bir tehdit olarak görmüş ve dışlanmalarını istemiştir.
Buna rağmen 20 yıllık kamu emekçileri sendikal hareketinde yurtsever emekçiler sürekli olarak birlikte olmayı savunmuştur. Ancak Kürt emekçilerinin bir tehdit olarak algılanmasına karşı Kürt emekçileri kendi sendikalarını da kura bileceklerini ama bunun emek hareketine katkı sağlamayacağını açıklamışlardır. Kürtler kendi kurdukları sendikalardan dışlandıklarında ne yapmalıdır? Sendikalaşmamalı mıdır?
Kamu emek hareketinde Yıldırım Koç'un alıntı yaptığı Eğit-Sen Genel Merkez Yönetim Kurulu üyesi Süleyman Danışman da dâhil hiçbir yurtsever emekçi dışlanmadıkça Kürt sendikası kurmayı savunmamıştır.
Kitap, yurtsever emekçilerin nispi temsil sistemini savunduğunu iddia etmektedir.
"Kürt milliyetçileri kamu çalışanları sendikalarında sürekli olarak yönetimde bulunmak için belirli gurupların Kürt milliyetçilerini dışlayan ittifaklara girmeleri istenmiyordu. Bu nedenle sendikalarda nispi temsil sistemini savundular."(Sf.167) Yazarlar nereden ve nasıl vuracaklarını düşünmeden davranmaktadır. Ne KESK ne de yurtsever emekçileri tanımaktadırlar.
Yurtsever emekçiler başta Emek Partili kamu emekçileri olmak üzere önerilen nispi temsil sistemini ve bazı yurtseverlerce ifade edilen ulusal temsil hakkını elbette ki tartışmışlardır. Ama hiçbir zaman (sağlık iş kolu dışında) nispi temsili öneren olmamışlardır.
Kitapta Öztürk Türkdoğan'dan yapılan "nispi temsil"(Sf.168)le ilişkin alıntı ve yine Mustafa avcı tarafından ileri sürülen "ulusal temsil hakkı"(Sf.167) ise iç tartışmada yapılmış önerilerdir. Dikkat edilirse her iki isim de yurtsever emekçi olmalarına rağmen iki öneri bir birinden farklıdır. Bunu alıp genelleştirmek ve "Kürtler her zaman nispi temsil sistemini veya ulusal temsil hakkını savundu" demek yazarlara yaraşır bir çarpıtmadır. Kuşkusuz gerek ulusal temsil hakkı, gerekse nispi temsil sistemi, kamu emekçilerinin bu günde tartışması gereken önemli konulardır.
Kitap başından sonuna kadar Kürt yurtsever emekçilerini en büyük engel olarak göstermekte ve başarısızlıkların nedeni saymaktadır.
"Kürt milliyetçilerinin doğrudan veya Kürt milliyetçileriyle ittifakı temel alan bazı sosyalist-Komünist yöneticiler aracılığı ile dolaylı etkisi yukarılarda ele alındığı gibi bu örgütleri devletin ve hükümetlerin hedefi haline getirdi ve sendikal hakların anayasal güvenceye altına alınmasını engelledi."(Sf183)
"KESK'in oluşturulması kamu çalışanları sendikacılık hareketinde daha güçlenmeye, daha etkinleşmeye, memur ve sözleşmeli personelin yaşama ve çalışma koşullarını daha iyileştirmeye yönelik bir atılıma yol açmadı: yol açamazdı da. Bunun yaratılmasını iki unsur engelledi (1) Kürt milliyetçileri ile ittifak temelinde oluşturulan programlar ve atılan adımlar (2) Sosyalist-komünist örgütlenmelerin kamu çalışanları sendikacılık hareketini kullanma çabaları ve bunun yol açtığı anti- demokratik ve bazen tasfiyeci işleyiş." (Sf.556)
Kitap baştan sona Kürt emek hareketini ve bunlarla ittifak yapan sosyalistleri başarısızlığın kaynağı olarak göstermektedir. Bunu yaparken de Kürt demokratik hareketi gerçekliğini tahrif etmektedir.
Yazarlara göre Kürt emekçiler İslamcı kesimlerle ilişkileri nedeniyle Laikliğin korunmasını engellemiş: "Kürt milliyetçilerinin bazı İslamcı kesimlerle ilişkileri nedeniyle laikliğin korunmasında sendikaların üslenmesi gereken görevler ihmal edildi."(Sf.578)
Öncelikle Türkiye'de gerçek anlamda demokratik bir laiklik hiçbir zaman olmadı. Ayrıca Tüm kamu emekçilerinin de yakından bildiği gibi Yıldırım Koç'un da bir dönem uzmanlığını yaptığı Türk-İş'in alkışlayıp desteklediği ve Türk-İş Genel sekreteri Sadık Şide'nin de darbe yönetiminde yer aldığı 12 Eylül, Türkiye'de Türk-İslam sentezini uygulamıştır.
Devletin kurup destek sunduğu Hizbullah'a (Hizbul-kontraya) karşı Kürtlerin verdiği mücadele ortadadır. Yine Kuran'dan ayetlerin askeri helikopterlerden Kürtlere nasıl dağıtıldığını İslamcı "Baran Dergisi "yazarı olan Yıldırım Koç herkesten iyi bilmektedir. Yazarlar en azından İslamcı Hizbul-kontranın katlettiği yurtsever Kürt emekçilerine saygısızlık etmemelidir.
Yazarlar gerçekleri çarpıtmakta Kürde her açıdan vurmayı bir görev saymaktadır:"Kürt milliyetçileri Türkiye'nin bağımsızlığına karşıydı ve Kürt aşiret reisleri, toprak ağaları, şeyhleri ve sermayedarları kamu çalışanlarının sendikalarındaki Kürt milliyetçilerinin doğal müttefikiydi."(Sf.578)
Yazarların saldırıda sınırı yok... Sormak gerekiyor? Kürt aşiretleri, şeyhler ve toprak ağaları kimin müttefikidir? Yazarlar, Kürt coğrafyasına gidip oradaki gerçekleri görmüş müdür? Görmemişse de göklere çıkardığı devletçi anlayışın bu aşiret reislerine, toprak ağalarına nasıl korucu olarak üniforma giydirip Kürt yurtseverlerinin üzerine salındığını her halde duymuştur.
Yazarlar, dönüp kime hizmet ittiklerini iyi anlamalıdır. Savaş ağalarının ekmeğine nasıl yağ sürdüklerini görmelidirler. Eğer göremiyorlarsa (Yıldırım Koç'un da üyesi bulunduğu parti genel başkanı Doğu Perinçek'in de içinde yer aldığı) Ergenekon dava tutanaklarını okumalıdırlar.
Yazarlar, KESK'in emperyalizme karşı mücadele etmediğini iddia etmektedir. KESK tarihi aynı zamanda emperyalizme karşı mücadele tarihidir. Bunun için örnekler sunmaya dahi gerek yoktur.
Eğer Koç'lar bir kez olsun masa başından kalkıp sokağa çıkıp emekçilerin arasına katılmış olsaydı bunu zaten görürdü.
Kürt yurtseverlerinin emperyalizmle ittifakından söz eden Yıldırım, PKK lideri Abdullah Öcalan'ın ABD ve NATO tarafından Türkiye'ye teslim edildiğini görmezden gelmektedir. Avrupa'nın ise kendi hukukunu da hiçe sayarak nasıl Kürt kurumlarına ve liderlerine baskınlar yaptığı ve baskı politikasında TC'yi aratmadığı gün gibi ortadadır.
Yıldırım Koç ve Canan Koç, Kürt emekçilerini karalamak için KESK tarihini çarpıtmaktan kaçınmıyor. KESK'in 1995 yılı genel seçimlerindeki tutumu, kitabın 179-180 sayfalarında açıkça çarpıtılıyor.
O dönem "eşgüdüm"cü anlayışın yaptığı ve özeleştirisini verdiği bu çarpıtma ve gerçekleri tahrif etme tutumu bugün Canan Koç ve Yıldırım Koç tarafından yapılmaktadır. "Genel Seçimlerde Kürt Milliyetçiliğine Destek" başlığı altında yaşanan gerçekler şöyle tahrif ediliyor: "KESK'in kurulmasından kısa bir süre sonra 24 Aralık 1995 genel seçimleri yapıldı. Genel seçimler öncesinde Halkın Demokrasi Partisi'nde (HADEP) örgütlü Kürt milliyetçileri ile Türkiye sosyalist-komünist hareketinin bazı kesimleri arasında bir ittifak kuruldu. HADEP, Birleşik Sosyalist Parti (BSP), Sosyalist İktidar Partisi (SİP) ve Demokrasi ve Değişim Partisi (DDP), Emek Barış ve Özgürlük Bloku'nu oluşturarak HADEP çatısı altına girdi. Genel seçimlerde HADEP çatısı altındaki bu ittifak yüzde 4.2 oranında oy alabildi.
Genel seçimler öncesinde gazetelere verilen ilanda 'Barıştan yana olanların, emek güçlerine karşı yürütülen saldırılara karşı çıkanların, insan hakları savunucularının yeri Emek Barış Özgürlük Bloku'nun saflarıdır; tüm ezilenleri, demokratları, ilericileri, aydınları, gençleri, kadınları, Emek, Barış, ÖzgürlükBloku'nu desteklemeye ve HADEP'e oy vermeye çağırıyoruz' deniyordu.
'Oylar HADEP'e' çağrısına imza atan kamu çalışanları sendikaları genel merkez yöneticileri şu kişilerdi: Faysal Özçift (KESK Genel Sekreteri), Hüseyin Tosun (KESK GYK üyesi) Günay Kubilay (KESK GYK üyesi), Mustafa Aksoy (KESK GYK üyesi), Mehmet Görgülü (KESK Genel Eğitim Sekreteri ve Tüm Banka Sen Genel Başkanı) Nurettin Aldemir (Eğitim Sen Genel Sekreteri), Tayfun İşçi(Eğitim Sen Genel Örgütlenme Sekreteri), Cemal Ünlü (Eğitim-Sen Genel Eğitim Sekreteri) Dursun Öztürk (Tüm Yargı-Sen Örgütlenme Sekreteri). Çağrıyı imzalayanlar arasında bazı şube yöneticileri de bulunuyordu.
Dr. Niyazi Altunya, genel seçimlerden önceki bir uygulamayı şöyle anlatmaktadır. "KESK Genel Başkan adayı Siyami Erdem ve Genel Sekreter adayı Faysal Özçift'in imzalarıyla 28 Kasım 1995 günü sendikalara fakslanan (tarihsiz) genelgede 2-3 Aralık 1995 tarihlerinde 54 ilde bölge toplantıları yapılacağı belirtilmiş(ti)... Bu toplantıların üç gündem maddesinden birisi (aslında gerçek gündem maddesi) '24 Aralık Seçimlerindeki Etkin Tavrımız'dı. Ancak toplantıların tümden seçimlere özgülendiği ve seçimlerde Kürt vatandaşların ağırlıkta olduğu HADEP'in destekleneceği vurgulanmıştır." ( SF. 179-180)
Bu paragraflardan anlaşılan şey son derece açık ve nettir: Birinci iddia KESK'in HADEP'i desteklemiş olduğudur... İkinci iddia bu desteği sağlamak için il toplantıları düzenlendiğidir. Üçüncü iddia ise bu faaliyetler yapılırken adeta yangından mal kaçırılmıştır. Henüz "aday" oldukları halde (Genel Başkan ve Genel Sekreter sıfatlarını taşımadıkları halde) Siyami Erdem ve Faysal Özçift'in 28 Kasım 1995 tarihinde sendikalara tarihsiz bir genelge gönderdikleri, 54 ilde il toplantıları düzenlettikleri ve bu toplantılarda çıkan sonucun "HADEP'in destekleneceği" şeklinde olduğudur.
Ancak bu bilgilerin hiçbiri doğru değildir... Neden doğru bilgi olmadığını aktaracağımız belgelerle kanıtlayacağız.
İddiaların yanıtlarına sondan yani üçüncü iddiadan başlayalım. Bilindiği üzere 11-12 Kasım 1995 tarihlerinde Konfederasyon Tüzük ve Kuruluş Kurultayı yapılmış, tüzüğe son şekli verilmiş ve tüzük gereği 11 kişiden oluşan Merkez Yürütme Kurulu (MYK) ve karar organı olan GYK'dan oluşan 91 yöneticisini seçmiştir. 30 sendika başkanı ve 11 MYK üyesi GYK'da doğal olarak yer alırken 61 üye de sendikaların üye sayısına göre nispi temsil esasına göre seçilmişti.
1.Dönem Çalışma Raporunun 31. ve 106. sayfalarında 17 Kasım 1995 tarihinde KESK MYK'sının ilk toplantısını yaptığını ve bu toplantıda görev dağılımını gerçekleştirdiği bilgisi mevcuttur...
18-19 Kasım tarihlerinde ise KESK karar organı olan GYK'nın 1. toplantısı gerçekleştirmiştir. Yani sendikalara seçimlerle ilgili yazıyı gönderen dönemin Genel Başkanı Siyami Erdem ve Genel Sekreteri Faysal Özçift iddia edildiği gibi "aday" değillerdi. Seçilmişlerdi. KESK adına yazı gönderebilecek yetkiye de sahiplerdi.
Yazarların çarpıttığı, okuru yanlış bilgilendirdiği diğer hususlar 24 Aralık seçimlerindeki KESK'in duruşu ve 2-3 Aralık 1995 tarihinde düzenlenen il toplantılarının içeriğidir.
İl toplantıları 18-19 Kasım tarihlerinde toplanan 1. GYK'da kararlaştırıldı. Ve il toplantıları GYK'nın 10 maddelik gündeminden sadece birisiydi...
İl toplantılarının en önemli gündemi ise sadece 24 Aralık seçimleri de değildi. İllerdeki mücadeleyi organize eden KESK Şubeler Platformunun işleyişinin tartışılması ve önerilerin derlenmesi de bir o kadar önemliydi. Yine Aralık ayında (daha önce KÇSKK tarafından önerilen) eylemlilik takviminin görüşüleceği toplantılar olması dolayısıyla da il toplantıları önemliydi...
Şu yanlışı da düzeltmek gerekiyor. KESK'in tüzel kişilik olarak Emek, Barış, Özgürlük Bloku'nu desteklediği doğru bir bilgi değildir. Bloku destekleyenler, imzası bulunan şahsiyetler ve onları destekleyen sendikal anlayışlardır.
Bu bloku oluşturan siyasi güçlerin dışında da emek barış ve özgürlükten yana olan güçlerin söz konusu olduğu imzaların bileşiminden de belli değil mi? Yönetim kurulu sadece imza atan şahsiyetlerden mi oluşuyordu? Yenidenci çevrenin veya o dönemdeki Emek Partili taraftarların imzasının olmayışı tesadüf müydü?
Doğru olmayan bilgileri Niyazi Altunya'yı kaynak göstererek aktaran ve cumhuriyet gazetesinde yayınlanan ilana dayandırarak açıklayan yazarlar acaba neden yukarda ifade ettiğimiz tahrifatları yapma lüzumunu hissettiler?
Bu KESK'in karalanması değil midir? Bu gerçeklerin ters yüz edilmesi değil midir? (Yazarlar kitaplarının 183. sayfasında "KESK'in Kuruluş Sürecinde Kürt Milliyetçilerinin Etkileri" başlığı altında KESK tüzüğü gereği kurulan KOKYİK komisyonunun eleştirisini yaptıklarında KESK 1. Olağan Genel Kurulu Çalışma Raporundan alıntılar aktarıyorlar. Dolayısıyla bu çalışma raporunu okumuş olmalılar...)
Sormak gerekiyor? Söz konusu çalışma raporunda il toplantılarının içeriği ve MYK görev dağılımı ile ilgili olarak son derece açık ve net bilgilere ulaşma imkânı varken, neden Niyazi Altunya'nın yazıları referans alınıyor? Neden bilgi kirliliği yaratılıyor?
Niyazi Altunya'nın yazdıklarını esas alarak aktaran paragrafta dönemin KESK Başkanı Siyami Erdem ve Genel Sekreter Faysal Özçift nasıl oluyor da "aday" olarak ilan ediliyor? İl toplantılarının içeriği nasıl oluyor da sadece seçimlerden ibaretmiş gibi gösteriliyor?
17 Kasım 1995 tarihinde yapılan görev dağılımından sonra dönemin genel başkanı Siyami Erdem ve genel sekreteri Faysal Özçift'in imzalarıyla 28 Kasım tarihinde sendikalara genelge gönderilmesini, hangi hukuksal anlayışla "aday" olduklarından söz ederek aktarılıyor?
Yazarlar ya iyi bir okuyucu-araştırmacı değildir -yani bu görev dağılımından haberleri yoktur- ya da KESK'in İstanbul Valiliğine yaptığı kuruluş başvurusu olan 8 Aralık öncesinde bu genelgenin sendikalara gönderilmesini doğru bulmuyorlar- yadırgıyorlar?
Eğer öyleyse, Koç'lar, KESK'in kurumlaşmasını, karar organlarını, hukukunu, kuruluş amacını ve felsefesini hiçe sayarak devlet güdümlü bir anlayışla sendikal faaliyeti açıklamaktadırlar...
Konuyla ligli çalışma raporunda yer alan ifadeleri uzun olsa da (hem yazarların yaptığı bilinçli çarpıtmaları açığa çıkarmak hem de bu raporu elinde bulundurmayan okurlara kaynak oluşturması açısından) okurun sabrına sığınarak aktarmakta fayda var.
Raporda şu bilgiler yer alıyor: "Gündemin 6. maddesinde 24 Aralık seçimleri ve KÇSKK'nın Aralık ayı içinde almış olduğu eylem takviminin değerlendirilmesi ve il toplantılarının düzenlenmesinin değerlendirmesine geçildi. Konuşmacıların tümü Grevli-Toplu sözleşmeli sendikal mücadelemizi tanımayan Emek, Barış, Demokrasi ve Özgürlük düşmanlarına karşı çıkılmasını sermaye partilerinin ve savaş yanlılarının teşhir edilmesini ve oy verilmemesini belirttiler. Emekçilerin 24 Aralık seçimlerinde Emek, Barış, Demokrasi ve Özgürlük'ten yana tavır koymaları için çağrı çıkarması karar altına alındı." (S:36 1. Dönem Çalışma raporu)
9-10 Aralık 1995 tarihlerinde yapılan 2. GYK toplantısına sunulan MYK faaliyet raporunda şu ifadeler yer alıyor:"GYK'nın birinci toplantısında en çok görüşülen gündem maddelerinden biri de il örgütlenmelerinin görev ve yetkileri konusuydu. Bu konuda çeşitli görüşler sunulmuştu. Bu görüşlerin netleşmesi 24 Aralık seçimlerine ilişkin KESK'in tavrının açıklanabilmesi ve güncellenebilmesi için sendikalar aracılığıyla il toplantılarının düzenlenmesi karalaştırılmıştı. Zamanın yetersizliğinden dolayı yer yer aksayan bir organizasyon olmasına rağmen 2-3 Aralık 1995 tarihlerinde 54 ilde 58 il örgütünün katıldığı il toplantıları gerçekleştirilmiştir." ( Rapor S:37)
Konuyla ilgili 2. GYK toplantısında görüşülen 7 maddelik gündem içerisinde yer alan "il toplantılarının değerlendirilmesi ve sonuçlandırılması" ile ilgili sonuç bildirgesinde ise şu değerlendirmeler yapılıyor:
"Daha sonra gündemin üçüncü maddesine geçildi. İl toplantılarına katılan GYK üyeleri derledikleri raporu GYK' ya sunarak hem il toplantıları sonuçlarını, hem de kendi gözlemlerini aktardılar. İl toplantılarında görüşülen gündem maddelerinden Şubeler Platformunun işleyişi ve 24 Aralık genel seçimlerine ilişkin değerlendirmeler en çok görüşülen konuları oluşturdu. Şubeler Platformunun İşleyişi hakkında ilk GYK toplantısında saptanan ve sendikaların kendi birimlerinden görüş alarak, bu görüşleri, genelge taslağı haline getirilip oluşturulan komisyona sunmaları gerektiği halde sendikalardan doğru böylesi bir hazırlığın yapılıp, GYK' ya sunulmadığı görüldü. Bunun önemli bir eksiklik olduğu saptandı. Ancak 2-3 Aralık 1995 tarihlerinde GYK'nın istemi doğrultusunda sendikalarca düzenlenen il toplantılarında ifade edilen düşünceler, raporlardaki öneriler değerlendirilerek il Şubeler Platformunun işleyişine ilişkin bir genelgenin çıkarılmasının zorunlu olduğu düşüncesinden hareketle ilgili komisyona ikinci günde görüşülmek üzere taslak bir metin hazırlamaları görevi verildi...
KÇSKK'ca kararlaştırılan ve Aralık ayında yapılması öngörülen eylemlerin kesinleşmiş eylem kararları olmadığı sadece öngörü niteliğinde olduğu tüzel kişiliklerce bir önceki GYK toplantısında ifade edildi. 2-3 Aralık 1995 tarihlerinde yapılan il toplantılarındaki rapor sonuçlarından da seçim sürecinin yaşandığı ortamda eylemlerin sonuç alıcı olmayacağını, ancak grevli - toplu sözleşmeli sendikal hak ve özgürlükler için barış, demokrasi mücadelesi için KESK'in önümüzdeki dönemde sonuç alıcı eylemleri hazırlaması gerektiği kararlaştırıldı... Ayrıca Genel Sağlık-İş'in 24 Aralık seçimlerine ilişkin kendi şubelerine gönderdiği yazının KESK'in tavrını çarpıttığı ve üyelerini yanlış bilgilendirdiğini ifade edilerek, öz eleştiri yapması istendi. Genel Sağlık İş Genel Başkanı Kazım Yıldırım da söz alarak KESK'in seçimlere ilişkin tavrında aydınlandığını ve şubelere gönderilen yazıdaki yanlışlığı düzelterek kendi üyelerine yeni bir yazı ile duyuracağını ifade etmiştir" (Rapor S:41-42)
Bundan 15 yıl önce konuyla ilgili yaptığı yanlışlık konusunda "aydınlanan" ve özeleştiri veren Kazım Yıldırım, hiç olmazsa özeleştiri verme dürüstlüğünü göstermişti. Umarız ki kitabın yazarları da yaptıkları bu yanlışlıkla ilgili aynı yalınlıkta "aydınlanır" ve hiç olmazsa bu konuda öz eleştiri verirler.
Görüldüğü gibi, Koç'ların kitabı KESK'in tarihini anlatan bir kitap değildir. KESK'e hakaret eden, KESK tarihini tahrif eden bir kitaptır.
Yazarların Kürt sorununa nasıl yaklaştıklarını gösteren aşağıdaki paragrafları da okuyucuların dikkatine sunuyoruz. Yazarlardan Yıldırım Koç, Demokrasi Platformu açıklamalarının hazırlandığı sekretaryada Türk-İş'i temsilen kendisinin yer aldığını ve söz konusu açıklamalarda "Kürt sözcüğünün" bile bulunmadığını, TC'yi aratmayan bir bakış açısıyla aktarmaktadır. Yıldırım Koç'un görüşlerini aşağıda vermeye çalıştık.
KÇSKK'nın da içinde bulunduğu Demokrasi Platformunun yayınladığı 1 Mayıs bildirisi aktarıldıktan sonra yazarlar şöyle yorum yapıyor. "Bu bildiride, bağımsızlığın vurgulanması ve başka anlamlara çekilebilecek 'barış' kavramı yerine 'toplumsal barış' kullanılması önemlidir. Demokrasi Platformu, işçi sınıfını ve halkı etnik kökene veya mezhebe göre bölme girişimlerine karşı tavır aldı ve sınıf kimliği temelinde bütünlüğü savundu. Bu arada demokrasi talep etti ve insan hakları ihlallerine karşı çıktı. Demokrasi talebini etnik kimliği öne çıkaran bir perspektifle değil, sınıf perspektifiyle ele aldı. Demokrasi Platformunun 17 Nisan 1995 tarihli 1 Mayıs çağrısı bu açıdan güzel bir örnektir. Bazı çevrelerin engelleme çabalarına karşın, 1 Mayıs "işçi sınıfının uluslar arası birlik, mücadele ve dayanışma günü" olarak ifade edildi;1 Mayıs'a "ezilen halklar" gibi bir içerik ekleme girişimlerine olanak tanımadı." (S:410-411)
"Demokrasi Platformunun hiçbir metninde 'Türkiye halkları' ifadesi; KİT'lerin halka ve emekçilere devredilmesi talebi yoktur. Demokrasi Platformu'nun hiçbir açıklamasında veya belgesinde, bırakın 'Kürt sorununun çözümü için öngörülen askeri çözümden derhal vazgeçilmelidir' gibi ifadeleri, Kürt sözcüğü bile bulunmaz" denildikten sonra aynı sayfanın dipnotunda övünerek şu sözler ekleniyor: "Bu kitabın yazarlarından Yıldırım Koç, Çalışanların Ortak Sesi Demokrasi Platformu'nun tüm metinlerinin (kararlar, açıklamalar, bildiriler) hazırlandığı sekretaryada Türk-İş'i temsil etti." (S: 416)
Devam edelim... Koç'lar farklı düşüncelere sahip Çalışanların Ortak Sesi Demokrasi Platformu (ÇOSDP) içinde yer alan KÇSKK'ın 1995 1 Mayısı ile ilgili ÇOSDP içindeki anlayışını açıklarken Kürtlerden bahsettiği için bildirisini büyük bir sahtekârlık olarak nitelemektedir: "KCSKK yöneticileri bu bildiride önemli bir sahtekârlık yaptı"(SF.415.)
Oysa bu bildirinin altında sadece KÇSKK'nın imzası vardır. Ve bildiri kesinlikle ÇOSDP' imzasını taşımamaktadır. Buna rağmen KÇSKK. Yıldırım Koç tarafından sahtekârlıkla suçlanmaktadır. Oysa KÇSKK, ÇOSDP' etkinliklerinde bu görüşünü gizlememişti. ÇSODP düzenlediği Demokrasi ve Anayasa Formunda KÇSKK sözcüsü Yıldırım Kaya, platformun önüne koyacağı görevleri sayarken Kürt sorununa yaklaşımını açıkça belirtmektedir. KESK böylesine ağır bir hakareti hak etmemiştir.
"Emek cephesini yaratmak: Demokrasi Platformunu eylem ve mücadele mantığı ile geliştirmek ... Anayasa çalışmalarına buradan başlamak ... Kürt sorununun çözümünde savaş değil barışı savunmak ... Sendikalar olarak yaşadığımız sorunlar karşısında genel grevi örgütlemek."(Sf.452)
Koç'ların KESK'e dönük hakaretleri bitmiyor."KESK'i kuran kamu çalışanları sendikalarında yaygın olan bu anlayış, 'tabanın söz ve karar sahibi olması' ve 'sendika içi demokrasi' konusundaki söylemin tümüyle dayanaksız ve samimiyetsiz olduğunu göstermektedir."(Sf.109)
KESK'te demokratik anlamda bazı yanlışların veya eksikliklerin yaşanmış ve yaşanmakta olduğu bir gerçektir. Ama KESK'in demokrasi konusunda samimiyetsiz olduğunu söylemek Komünizmi telin mitingleri düzenlemiş. Türkiye'de yapılmış bütün darbeleri desteklemiş Türk- İş uzmanının haddi değildir.
Kendini çok beğenmiş ve her önüne geleni küçümseyen Yıldırım Koç gerçekten de devlet katında saygın bir yere sahiptir. Ve bunca devlet savunusundan sonra da öyle de olmalıdır. Ancak Türkiye demokrasi mücadelesine büyük katkılarda bulunmuş KESK ve KESK'i yaratan kamu emekçileri Yıldırım Koç gibilerini çok iyi tanımaktadırlar.
İşte bu nedenledir ki Koç'lar ve benzeri anlayışlara rağmen, bütün bölücü dışlayıcı çabalara rağmen Kürt, Türk farklı kültürlerden kamu emekçileri KESK'te omuz omuza ve birlikte olmaya devam etmektedirler.
KESK öncesi (SYK, KÇP, KÇSP, KÇSKK) ve sonrası pratik ortadır. Kürtler KESK'i zorlamıştır. Ancak yazarların ifade ettiği, tarzda olumsuz değil, olumlu anlamda zorlamıştır. Kürt çalışanlar fiili ve meşru mücadeleyi geliştiren, hayata geçiren en temel güçlerden biri olmuştur. KESK'i KESK yapan güçlerin arasında direnişçi geleneğin oluşmasında etkin bir rol üstlenmişlerdir. Kürt çalışanlarının rolünü göremeyenler, KESK tarihini ancak böyle yazarlar... Yazarlarsa da böylesine komik duruma düşerler... (FÖ/Tİ/BB)
* Faysal Özçift, KESK Kurucu Genel Sekreteri
* Tayfun İşçi, KESK Eski MYK Üyesi