28 Aralık 2018’de Resmî Gazete’de yayınlanan ‘Karayolları Trafik Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’ ile İstanbul Boğazı’ndaki öngörünüm sınırları değiştirildi.
Yasayla beraber öngörünümden çıkarılan 40’tan fazla mahalle imar barışına dahil edildi. 2 bin 500’e yakın koordinat noktası verilerek imara dahil edilen Sarıyer, Beykoz ve Üsküdar’daki 40’tan fazla mahalle artık Boğaziçi Kanunu’na tabi olmayacak.
Bölgede 9 bin civarında yapı üzerinde yıkım kararı olduğu biliniyor. İmar barışı ile bu yapılar bedelini ödeyip Yapı Kayıt Belgesi alırsa affedilecek ve üzerlerindeki yıkım ve idari para cezaları kaldırılacak.
Boğaziçi’nde çıkan affı, son yıllarda ‘Boğaziçi Medeniyeti’ üzerine çalışan ve lisans - yüksek lisans mezuniyet tezlerinde Boğaziçi araştırmaları yöneten İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nurdoğan Rigel ile konuştuk.
Boğaziçi’nin anlamını ve affa dahil olan bölgelerdeki gecekondulaşmayı anlatan Prof. Dr. Rigel, konuyu ‘iletişim ve mekân’ açısından ele aldı.
Boğaziçi, İstanbul için ne anlam ifade ediyor?
Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü ve Gözün Vicdanı adlı eserlerinde, belli şehirlerde iktidarın vergilendirme sistemlerini değerlendirir ve bunu ‘bakış açısından’ yapar. Çünkü gözün iyi bir şey seyretmesinin, iyi bir şey görmesinin kapitalizmde parasal karşılığı vardır. İyi bir şey izliyorsanız, güzel, hoş bir görüntü izleyecekseniz eğer, kapitalizm bunun bedelini almak durumundadır.
Bu çerçevede, Paris’teki binaların vergilendirilmesinde ana caddeye, iyi bir manzaraya ya da sokağa bakan pencereleri olan -o döneme baktığımızda insanlar penceresi olmayan mekanlarda da yaşayabiliyor- binaların daha fazla vergi ödediğini görüyoruz.
Aynı şey günümüzde de geçerli. İnsanlar için “göz şekeri” diyeceğimiz, bulunduğunuz mekânda gözün orada zevkle oyalanabileceği görüntüler varsa, bunlar size simgesel sermaye olarak geri döner. Sizin hiçbir şeyi görmeyen, penceresiz, pencereli olan ama bir anlamı olmayan bir ofiste oturmanızla, New York’un Manhattan’ında medyadan bildiğimiz bir çeşit ikon manzaraya oturanla eşit bir simgesel sermayeye sahip olamaz.
Buradan Boğaziçi’ne gelirsek, Boğaziçi de Türkiye’nin ve hatta dünyanın göz şekeri. Çünkü içinden deniz geçen bir şehirden bahsediyoruz. Genelde içinden su geçen şehirlere baktığımız zaman, bunlar genelde büyük nehirlerin geçtiği şehirlerdir. Boğaziçi doğa harikası bir güzellik. Dünyada sayılıdır.
Türkiye üzerinden baktığımız zaman, tacın en değerli mücevheri. İstanbul üzerinden bir kat daha değer atfedersek, İstanbul’un en değerli mekânından bahsediyoruz.
Bu bağlamda Boğaziçi Kanunu’nu nasıl değerlendirmek gerekir?
Boğaziçi Kanunu'na göre öngörünüm, gerigörünüm ve etkilenme bölgeleri. |
Dolayısıyla 1983’te yapılan kanunun birinci maddesindeki amaç, her şeyi çok iyi niyetli bir şekilde özetliyor. 2960 sayılı yasanın birinci maddesi, kanunun amacını şöyle açıklıyor: İstanbul Boğaziçi alanının kültürel ve tarihi değerlerini ve doğal güzelliklerini kamu yararı gözetilerek korumak, geliştirmek ve bu alandaki nüfus yoğunluğunu artıracak yapılandırmayı sınırlandırmak için uygulanacak imar mevzuatını belirlemek ve düzenlemektir.
Buradaki kavramlara baktığımız zaman, Boğaziçi’nin kültürel bir değer, tarihi bir değer ve doğa olarak bir değere sahip olduğunu ve bu değerlerin kamu yararı adına mutlaka korunması gerektiği üzerinden başlıyor.
Kamu yararı dediğimiz, nesiller boyu sürdürülebilir bir yarardır. Bugünün ya da 1983’ün kamu yararı değil. Bizim yaşadığımız dönem için değil, torunlarımız ve torunlarımızın torunları için. Baki kalacak bir yarardan söz ediyoruz. Dolayısıyla bu üç alanın kamu yararı adına korunmasının stabil olması gerekiyor. Kalıcı olması gerekiyor. Artık ellemememiz, dokunmamamız lazım bu alana.
1983’e kadar dokunmuşuz, ihanet etmişiz, ne yaptıysak yapmışız. Hem kültürel değer açısından mahvetmişiz hem tarih açısından değersizleştirmişiz hem de doğa olarak görmezden gelmişiz. Birinci madde ‘bunları hep yapmışız ama artık yapmayalım’ diyor. Burada bir çeşit iftira var. Ve bir çeşit iyi niyet gösteriyor. Ama imar affı ve imar barışı arasında bir fark var. Bu kavramlar arasında bir sıkıntı var. Hukukçu olmadığım için bilemeyeceğim. Bunları yaşayarak göreceğiz.
Boğaziçi Kanunu nedir?18 Kasım 1983 tarihli ve 2960 sayılı, İstanbul Boğaziçi alanının kültürel ve tarihsel değerlerini ve doğal güzellikleri koruyabilmek, bu alanda nüfus yoğunluğunu sınırlandırmak ve bu alandaki imar mevzuatını belirlemek ve düzenlemek amacıyla kamu yararı gözetilerek çıkarılan kanundur. Kanuna göre bölgede imar konusunda yetkili olan kurum Boğaziçi İmar Yüksek Koordinasyon Kurulu, 9 Temmuz 2018’de çıkartılan KHK ile lağvedildi ve yetkileri Cumhurbaşkanlığı’na geçti. Bölgede yetkili diğer kurum ise İBB’ye bağlı Boğaziçi İmar Müdürlüğü. Boğaziçi Kanunu'nun tam metni için tıklayın. |
Aslında yasada ‘barış’ veya ‘af’ kelimeleri yok. Yasada tanım ‘Yapı Kayır Belgesi’ olarak geçiyor. Televizyon reklamlarında, medyada ve yetkililerin söylemlerinde ‘imar affı’ ve ‘imar barışı’ tanımlarına rastlıyoruz. Başvuran kişi “Ben buraya zamanında böyle bir bina yapmıştım” diyor ve kayıt belgesi alıyor.
İşte o zaman itiraf geliyor. “Ben burada kültürü katlettim, tarihi katlettim, doğayı katlettim, güzelliğini bozdum, bir suç işledim, itiraf ediyorum. İtirafın bedeli neyse ödüyorum. Metrekare ve semt değeri üzerinden bunların bedelini ödüyorum” demek oluyor bu.
O halde bu itirafla birlikte ‘barış’ yapılıyor, yapının üzerindeki yıkım kararı kalkınca da ‘af’ mı gerçekleşiyor?
Evet. Tapuya ve krediye uygunluk da bir problem. Emlak sitelerine baktığımız zaman kararımızı değiştiren belli kriterler görüyoruz. Bunlardan biri de krediye uygunluk kriteri. Krediye uygun olup olmadığını da en net şekilde belirleyenler de krediyi verecek olanlar: Bankalar ve onların uzmanları. Burada krediye uygunluk sağlanması için tapu olması gerekiyor.
Boğaziçi’nde gecekondulaşmanın sebepleri neler?
Bu yasadaki 40 bölgenin yer aldığı iki büyük yerin Sarıyer ve Beykoz olması çok ilginç. Aynı zamanda en çok gecekondulaşmanın olduğu iki yer buralar. Aralarındaki farka baktığımız zaman, Beykoz’da gecekondulaşmanın başlangıç noktası oradaki fabrikalar: Şişecam fabrikası ve Beykoz kundura fabrikası. Şu an ikisi de yok. Orada 60’larda başlayan gecekondulaşmanın bir gerekçesi varmış.
Oradaki iki büyük fabrikanın doğal olarak işçileri var. İşçilere bir barınma alanı veya lojman verilmediği için mekân edinme durumundalar. O coğrafyada kiralanacak çok fazla alan da olmadığı için barınma sorununu çözen bir sistem doğuyor. O işçiler memleketlerindeki ailelerini de getirince gecekondulaşma başlıyor. Beykoz ve Paşabahçe’de 60’lı ve 70’li yıllardaki gecekondulaşmanın sebebi bu. Neredeyse açıklanabilir ve insani bir gerekçesi var. Fabrikanın veremediği lojmanı yasadışı da olsa kendi imkanlarıyla yapmak zorunda kalan insanlar var.
Günümüzde iki fabrika da yok. Buna rağmen kıyı ve öngörünümdekileri tekrar imar barışına aldığınız, onları itirafa zorladığınız zaman ortaya çıkan şey fırsatçılık. Büyük ihtimalle bu insanlar artık işçi de değil, çünkü fabrika yok. Başka bir çalışma ortamındalar artık, başka bir yerde de oturabilirler. Yasal, tapulu mekanları da tercih edebilirler. Ama tercih ettikleri yer iş yerine yakın, Boğaz’ı gören, değerli devlet arsaları. Babalarının, dedelerinin 60’larda yaptıklarını yapmak istiyorlar. Çünkü topluma hep şu mesaj veriliyor: Nasıl olsa affedilecek. Yani günlük yaşam deyimiyle ‘ben yapayım, nasıl olsa yanıma kâr kalacak’ düşüncesi. Bu kâr da Boğaziçi olduğu için milyonlarla açıklanan bir kâr.
60’lardaki 70’lerdeki işçinin masumiyetine bakın, şimdi hangi çalışma grubuna dahil olduğunu bilmediğimiz bu insanların fırsatçılığına bakın.
Fabrikalar kapandıktan sonra evler yıkılıp insanlar gönderilmeli miydi?
Fabrikalardan sonra imar aflarıyla zaten oradaki evlere tapu verildi. “Ben burada gecekondulaşmaya devam edeceğim” demenin artık masum bir gerekçesi yok. Boğaziçi’ndeki bu illegal yapılanma masumiyetini yitirdi. Gecekondunun dört duvarından bahsedilmiyor artık. Bunlar apartman olmuş, villa olmuş. İhtiyaç değil fırsata dönüştü.
Ama bakıldığında yasal olarak gecekondu bunlar. Dört duvar kerpiçten söz etmiyoruz. Son model teknolojiyle donatılmış, bazıları akıllı ev statüsüne ulaşmış yalılardan, köşklerden, villalardan söz ediyoruz. Dolayısıyla bunun adı fırsatçılık. Artık bizim son yıllarda neredeyse ‘toplumsal değer’ olarak gördüğümüz, aynı zamanda zekâ göstergesi olarak gördüğümüz bir kelime ‘fırsat’. Bu, reklamların da en fazla kullandığı anahtar kelimedir. Maalesef burası da artık fırsatçıların alanına dönüştü. Zaten İstanbul’a ihanetin özünde bu var. Şimdi ise Boğaziçi’nin imar affına dahil edilmesi katmerli bir ihanettir. Bu af da ihanetin nesiller boyu süreceğinin göstergesi.
Boğaziçi’nde 70-80 yıl önce yapılmış röportajlar bile aynı kelimeler üzerinden gidiyor: “Bu Boğaziçi’ne yazık, daha fazla ihanet etmeyelim.” Boğaziçi’nin kaderi güzelliğinin bedelini ödemek olmuş. Her zaman başarının bedeli ödetilir, güzelliğin de bedeli ödetilir. Biz şu anda İstanbul’a ve Boğaziçi’ne güzelliğinin bedelini ödetiyoruz, onu çirkinleştirerek. İstanbullu olmanın, İstanbul’da yaşamanın tarihle, doğayla getirdiği ruh güzelliği bu fırsatçılıkla ortadan kalkıyor.
Sarıyer’deki durum daha farklı galiba…
Sarıyer’de fabrika yok, hiçbir zaman da olmamış. Sarıyer’le Beykoz’un kısa dönem tarihine baktığımız zaman ikisi de balıkçı köyü. Balıkçılıkla geçinen insanlar var, dolayısıyla her zaman geçim sıkıntısının olduğu mekanlar buralar.
Sarıyer’de 90’lardan itibaren tuhaf bir dönüşüm başlıyor. Sarıyer’in sırtları ciddi şekilde gecekondulaşmaya başlıyor. Balıkçı sandalları orta boy balık fabrikaları gibi çalışmaya başlayan dev teknelere dönüşmesiyle birlikte, Karadeniz’den daha fazla göç almaya başlıyor Sarıyer ve Beykoz. Balıkçı aile sayısı artıyor.
Balıkçılığın sektör olarak gelişmesiyle birlikte Rumelikavağı’na yakın bölgelerde ciddi bir gecekondulaşma başlıyor. Telli Baba’nın üst kısımları zenginleştikçe kuzeye doğru kaymaya başlıyor. 90’larda ise Kilyos’a doğru ciddi bir villalaşma başladı ve 2000’lerde dizilerle pekiştirildi. Dizilerde zenginliğin mekânı Sarıyer’deki sırtlar, Karadeniz’e doğru çıkan ve Boğaz’ı gören mekanlar olarak gösterildi. Dizilerdeki öyküler Sarıyer’i o şekilde mahvetti. “Boğaziçi’ndeki yaşam böyledir, zenginlik içindedir, Boğaziçi’ni gördükçe mutluluk zenginliğimizin göstergesiyle gelir” şeklinde dizi öyküleri beraberinde Sarıyer’i mahvetti.
Prof. Dr. Nurdoğan Rigel hakkında1990 yılından bu yana İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi. Aynı fakültede İletişim Sosyolojisi Anabilim Dalı'nın kuruculuğunu yaptı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji bölümünde 13 yıl ders verdi. 2005-2006 yıllarında Texas A&M Üniversitesi Mimarlık Fakültesi'nde misafir öğretim üyeliği yaptı. Bir dönem Yıldız Teknik Üniversitesi'nde ders verdi. Birçok iletişim fakültesinde Mekân ve İletişim dersleri başlattı. Son yıllarda lisans ve yüksek lisans derecelerinde mezuniyet projeleri yöneten Rigel'in 15 kitabı bulunuyor. En bilinen eserleri: Elektronik Rönesans, Medya Ninnileri, Rüya Körleşmesi, Kadife Karanlık. |
(OI/HK)
* Fotoğraf: Haluk Kalafat - bianet