"Kendini asla beğenme, kendini sev."
Taşıdığım aşkı bir kişilik özelliği gibi sahiplenmemin dünyaya bir tür tepeden bakmak olduğunu söylerdin. İnsanlık tarihinin parıltılı bir çağında yaşıyor olsak, bu kibir işime yarayabilirdi. Ama bu çağda bir sonuç vermez. Vermedi, beraber yaşadık gördük.
Sen bende bir zafer hali görüyor musun? Eğer görüyorsan, manzaralarımız farklı. Benim balkonumdan bakınca, düpedüz bir korkak olduğum fikri seyrediliyor.
Peki, korkaklar zafer kazanabilirler mi? Kazanabilirler. Peki, ben kazandım mı? Hayır. Peki, korkaklar, korkak olduklarını kendilerine itiraf edebilirler mi? Ben ediyorum. Ediyorsam korkak değil miyim? İtiraf etmenin sağlayacağı avantajı görecek kadar zekiyim yalnızca. Artık düşünerek hamle yapmayı öğrendiğimiz yaşlardayım.
Çocukluk ediyorsun diye şikâyet ederdin en çok. Yanılıyordun. Çocukluk ederek idare edemeyeceğim kadar ağır bir yükün altındaydım. Başka bir ifadeyle benim yerimde bir çocuk olsa önce biraz mızmızlanır, sonra yüksek sesle ağlar, sonra da damarlarını şişirerek çığlıklar atardı.
Çocukluğun güzel yanlarından biri de sansürsüz aşırılıkları kabule açık olmasıdır.
Kimsenin bir çocuğun öfkesini denetlemesini beklememesidir. Öyle ki, acımasızlık, şiddet ve zulüm çocukluğu çocukluk yapan parçalar olarak görülür.
Her neyse, çocuk değildim, çocuksu değildim, kimseyi yaralamamam ve kimseyi öldürmemem gerektiğini çoktan öğrenmiştim. Çocukça bir cinayet işleyemediğim için yetişkin bir yok oluşa razı olmuştum basitçe.
Çoğu kez, birlikte geçirdiğimiz zamanın da artık senin geçmişine dâhil olduğunu hesap etmiyordum. "Zamana bırakmak" benim için bu yüzden zordu. Zaman alır götürürdü. Zaman bütün şu anları yutan, geriye ve ileriye bir şey bırakmayan haşin bir düzenekti. Zor bir arkadaş gibiydi. Ayrıca zamana bırakmak, üşengeçlik ve ilgisizlik demekti. "Zamana bırakmak" enikonu acıklı bir girişimdi. Çıkışsızlığın Türkçesi. Derisi kalınlaşmışların jargonu.
Meğer ne sarsarmış insanı bu hayat klasikleriyle ilk karşılaşmalar. Acemilik bekâretinin bozulması ne buruk bir hismiş. Zamana bırakmadım. Arabalarının bagajlarına valizlerini koyup yolculuğa çıkanların peşlerine takılıp gitmek gibi romantik bir isteğe kapıldım.
Yapamadığım için değil, romantizmi sevmediğim için kaldım. Her yer yapış yapış zamandı. Varmak istediğim yerle bulunduğum yer arası bir zamandı. Tonlarca ağırlığımla dünyanın bir yerine düşmüş, mutsuz ve aşınmış, ucube bir ruh haliyle dolaşırken, "zamana bırakmasam da", zaman aldı. Sert ve kararlı bir biçimde.
İşte koca bir yıl koşarak, ağlayarak, az yiyerek, bir kaç saatlik uykularla geçti. Öyle ya da böyle neden yanımda olduğunu anlamaya çalışıyordum. Kaynağı sen olsan da, bu krizin sorumluluğunu üstlenmeye niyetin yoktu.
Öyleyse neden hala vahşi mevcudiyetime eşlik ediyordun? Şimdi düşünüyorum da, aramızda bir sorun çıktığında saatlerce susarak duvara baktığında, çıkıp gitmemenin bir nedeni olduğunu anlayamıyordum. Adeta çıkıp gitmişsin gibi davranıyordum.
Gitmişsin, yokmuşsun, o yoklukla sarıp sarmalanmışım havasında debeleniyordum. Bir gün terk edip gidecek olanın ben olduğumu bilmiyordum. Terk edilmekten korkanın aslında sen olduğunu, inan bana, anlamıyordum.
Hakikati keşfetmek her düzlemde, her çağda, her alanda zor olduğundan belki de. Tabii çok sonra, hakikatten gözlerim kamaştı. Ama artık, hakikat bağımsız bir ülkeydi. Terk etmek esas olarak başkalarından bağımsız bir sorunsaldı. Terk etmenin kodlarını şu ya da bu biçimde çözdüğümü hissettiğim an yas tutmaya başladım. Geç kalmaktan her zaman çok korkarım çünkü. Senin bir idrak sürecine ihtiyacın yoktu zaten. Kim bilir ta ne zaman geri saymaya başlamıştın.
Zira çok önceden, pratiğe dayalı bir direnç edinmişsin. Düşüncelerimi, düşünmelerimi filan bütünüyle faydasız bulman da bu yüzdendi. Düşünerek yapılabilecekler sınırlıydı senin nezdinde. Belki düşünmeyle değil ama telkinle sayısız şey yapılabilir. Düşünmenin zıvanadan çıkmış hali: Telkin. İyi bir roman telkinin en gelişmiş hallerinden biridir.
Üzülmememi, gidip bir film izlememi söyleyerek benzersiz bir kayıtsızlık örneği yeşertiyordun. Şimdi yine aynı şeyleri söylüyorsun. İç sıkıntısıyla baş etmenin en iyi yolları bunlar sence.
Senin korktuğun şeyler nelerdi? Farkımız orada gizliydi. Ölünce toprak altında çürüdüğümüzü hissetmeyeceğimize inanlardan olduğun için ölmek de bir yere kadar korkutuyordu seni. Diğer korkuların da ölçülüydü. Korkularımızdaydı farkımız.
Senden ayrıldıktan sonra hep, seninle bir otobüs seyahatinde karşılaşmayı düşledim. Olağanüstü bir karşılaşma olurdu, kendime inancım geri gelirdi. Gece yapılan, uzun bir yolculuğun başlarında otobüsün içinde seni görseydim, hemen yanına gelirdim. Ses çıkaramazdın. İstesen de istemesen de aşağı yukarı 10 saat boyunca seni izleyebilirdim böylece. Belki o yolculuk boyunca seni güvenilir biri olduğuma ikna bile edebilirdim.
Farkında olmadan aynı zamanda aynı şeyi yapmış olduğumuzu görür, içimden sevinirdim: Demek ki yakınlığımız içerden bir yerden muhafaza edilmiş diye. On beş dakika kayıtsız kalırdın her türlü yakınlık kurma çabama. Sonra hem yorulduğundan hem de bu beyhude çırpınışım sana sempatik geldiğinden ve de buram buram aşk koktuğundan, konuşmaya başlardın.
Otobüste çay-kahve servisi yapan genç çocuklara ben senden daha kibar davranırdım, bu seni iyice kızdırırdı. Hayata karşı gereğinden fazla kibar, alttan alan tavrım seni kızdırırdı hep. Sakin, anlamlı, bir yanıyla kızgın, içe dönük dudak kıvrımına bakar ve kızgınlığının geçmesini beklerdim. Yola, ışıklara, gidişe, her şeye hâkim olmak isterdim. Dudak kıvrımına, otobüsün ferah kokusuna, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bu seyrin her anına hâkim olmak isterdim. Kim bilir, o zaman huzur bulurdum bir ihtimal. Eğer böyle bir otobüs yolculuğunda sana rastlasaydım, ayrılmamızın sondan başa okunması gereken bir sözcük olduğuna inanırdım.
Ayrılmanın birleşmek olduğuna kanaat getirir, deliler gibi kendi kendime gülerdim. Kalkıp yanına gelmeden yapamazdım ama. Zaten bu gereğinden fazla kayıtsız, olgun, iradeli bir hareket olurdu, bende iyi durmazdı. Dağıtılmış rollere, hele de uygun biçimde dağıtılmışlarsa, hiç itiraz etmem.
Benim rolüm dağılmaya yatkınlık. Eğer gerçekten, otobüsün ışıkları söndükten sonraki o güzel bir kaç dakika içinde seni görseydim, ölmenin yaşamanın bir parçası olduğunu içtenlikle kabul eder, gözlerimi kapar, otobüs usulü poşet çay içerdim.
Otobüs daha hızlı, daha hızlı gitsin ister, aptalca bir yaşama sevincine kapılırdım. Tuhaf bir biçimde her şeye yeniden başladığımı zanneder, bunun gerçek olmadığını bile bile içimde bir ferahlık hissederdim. (NZ/EÜ)