Yaklaşık bir yıl önceydi. İşsiz kalmanın dayanılmaz hafifliğinin keyfini sürerken telefonum çalıyor. Arayan sosyal medyadaki paylaşımlarından tanıdığım Efe Beşler’di. KHK’lilerin hikayelerini anlatan bir kitap hazırlığı içerisinde olduklarını ve Diyarbakır’da da ihraç edilenlere yer vermek istediklerini söylüyor.
Hemen atılıyorum. Tanıdık çok kişi var; karı-koca ihraç edilenler, istemeden de olsa farklı işler yapmak zorunda olanlar, çocuklarına işsiz kaldıklarını söyleyemeyenler, ayakta kalmakta güçlük çekenler, her şeye rağmen moralini ve enerjisini düşürmeyip hayata tutunanlar…
Ben heyecanla anlatmaya devam ederken, “İyi de ya siz?” diye soruyor. Sahi ya, ben de bir KHK’liydim değil mi? Hatırlatmaya ne gerek vardı şimdi? Ortalık o kadar toz duman ki kendimi hiç göremiyorum. Bugüne dek hep işten atılanların hikayesini yazmıştım ama mesele kendime gelince afalladım, paniklemedim desem yalan. Biraz zaman istiyorum düşünmek için. Varmış zamanım.
Sonra son üç yıl içerisinde ülkede yaşananların yanında devede kulak kalan kendi yaşadıklarım, kayıplarımız, gidenler, geride kalanlar geliyor aklıma. Dağınık görüntüleri montajlamaya çalışıyorum kafamda. Yazdıkça açılıyorum; kimi zaman bir sızı duyarak bırakıyorum yazmayı, kimi zamansa trajikomik hallerimizi yazarken gülüp geçiyorum.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL ile birlikte ardı ardına yayınlanan Kanun Hükmünde Kararname’lerle çok sayıda dernek, ajans, gazete kapatılırken binlerce insanın işlerinden ihraç edildiği hepimizin malumu.
Üstelik sadece kamuda çalışanlar ile sınırlı kalmadı. Son yayınlanan KHK ile ihraç edilenlerin sayısı 125 bin 806 oldu. Bu sayıya mağdur edilenlerin ailelerini de katarsak varın siz hesap edin gerisini. Medyanın da tetiklemesiyle kimilerine göre devletin bir “temizlik” operasyonuydu. Bu temizlik yapılırken bu insanların sadece sayıdan ibaret olmadığı, sürdürmeleri gereken bir yaşamları olduğu, ayakta kalmak için mücadele vermeleri gerektiği pek de kimsenin umurunda değildi.
“Ağaç kabuğu yesinler” denerek açlıkla terbiye edilmeye çalışılan insanlara sivil ölüm yaşatılıyordu. İşinden atılan 46 kişinin intiharı haber değeri bile taşımıyordu. Cemaat tarafında durumun ne olduğunu pek bilemesek de sol muhalif kesimde bir dayanışma ruhunun olduğuna tanıklık ettik. Duyduklarımızın yanı sıra haberdar olmadığımız hikayeler de vardı elbet.
Kemal İnal, Efe Beşler ve Batur Talu’nun editörlüğüyle tarihe not düşmesi ve kısmen de olsa bu tanıklıkları duyurmak amacıyla hazırlanan OHAL’de Hayat- KHK’liler Konuşuyor adlı kitap Belge Yayınlarından çıktı. 18’i kadın 9’u erkek, 27 KHK’linin kendi kaleminden hikayelerini anlatan kitaba ilişkin Efe Beşler ile konuştuk.
Kitap fikri nasıl oluştu? Bu kitap kimlerin hikayesi? Barış imzacılarından başladı sanırım. Daha sonra diğer insanlara ulaştınız?
15 Temmuz darbe girişimi sonrasında 1 Eylül KHK’leri yayınlanmaya başladı. Peşi sıra KHK’ler yayınlandı. Bizim çevremizde de ağırlıklı olarak akademisyenler, arkadaşlarımız, sosyal medyadan tanıdığımız insanlar, etkinliklerde gördüğümüz tanıdıklarımız vardı.
Kemal İnal hocamla da sosyal medyada tanıştık. Kendisi de bir KHK’li ve çok zor günler yaşadı. Ardından 2017 yılına gelinince yavaş yavaş insanların hikayelerini çevremizde çok duymaya başladık. Birçokları işlerinden oldular.
Kemal hocam da o dönemde bana bir mesaj attı. İnsanların yaşamlarını, nasıl var olduklarını, zor şartlar altında nasıl mücadele ettiklerini öğrenmek için "bu insanların hikayelerini yazalım" önerisinde bulundu.
Sonra Batur Talu’ya teklif ettik. O da “yapalım” dedi ve üçümüz yola çıkmaya başladık. Kemal hocamla görüşmek için Ankara’ya gittim. Bildiğimiz, tanıdığımız KHK’lileri listemize aldık.
Öncelikle Barış Akademisyenlerinden yola çıkarak isimleri belirledik. Sonra gün geçtikçe, KHK’li akademisyenler listemizde çoğaldı. Sonrasında “biz bu listeyi genişletelim” dedik. "Sadece barış akademisyenleri olmasın diğerleri de olmalı" dedik. Akademisyenlerin dışında diğer mesleklerden atılanlar hiç görünür değillerdi. Öğretmenler biliniyordu. Arkalarında sendikaları olmayanlar vardı, ki bu insanlar bir anda atıldılar.
Arkalarında ciddi bir destek ve dayanışma olmayan kişileri bulmaya çalıştık. Böylece kitabın kapsamını genişlettik. Sadece İzmir, Ankara, İstanbul olmasın, Diyarbakır ve diğer illerde olanları da ekleyelim dedik. Antalya, Muğla gibi birçok kentlerden referans yoluyla KHK’li bulduk. Gazetecilere ve kendi tanıdıklarımıza sora sora ilerledik. Ortaya geniş bir KHK’li listesi çıktı.
Kadın yazarlar ağırlıkta. Bu bilinçli bir tercih miydi?
Daha çok kadın yazar olması yönünde bir kararımız vardı. İlk başta çevremizden başladık. Toplandıkça bunun biraz da kadın odaklı olmasına özen gösterdik. Kadın-erkek eşitliğine özen gösterdik ama kadın yazarların sayısı erkek yazarları geçti. Ayşe Çavdar’ın eş-sunumuyla beraber 18 kadın oldu. Nil Mutluer’e sorduk “yazar mısın?” diye, ilk sorduğu soru “kaç kadın var?” oldu. Bu durum kafamızda, kadınlarla erkeklerin eşit olmasının günümüz şartlarında çok kıymetli bir yere sahip olduğunu gösterdi.
OHAL ortamının getirdiği korkunç bir ortam var. Kitapla ilgili görüşmeler yaparken nelerle karşılaştınız. Mesela ulaştıklarınız arasında yazmak istemeyen oldu mu?
İlk etapta teklif ettiğimiz ama kabul etmeyen, yazamayacak olanlar vardı. Çok makul nedenlerden dolayı yazmak istemeyen, isminin bu şekilde görünmesini istemeyenler oldu. Doğal bir tepki olarak kabul ettik.
Bunun nedeni yaratılan korku imparatorluğu mu?
Sadece yaratılan korkudan değil insanların moralleri çok bozuk. Ben bunun iki nedenden olduğunu düşünüyorum. Akademisyen tarafında çok korkulacak bir şey yok gibi. Tabii ki BAK için geçerli söylediğim.
Korkudan değil de daha çok moralleri bozuk ve yazmak istemiyorlar. Kendini, hikayesini anlatmak istemiyor. Bu zor ve sarsıcı hikayelerini yazmak için güçleri yok. Benim algıladığım bu. Belki başka gerekçeleri vardır.
Bu insanlar aslında var olabilmek, ayakta kalabilmek için devamlı üreten insanlar. KHK’li olmalarına rağmen yine de iş yoğunlukları var. O iş yoğunluğu akademiden ihraç olduktan sonra da bitmiyor. Aynı şekilde devam ediyor. Gazete yazıları, çeviri, sunum veya STK’lerde projelerle devam ediyor. Belki resmi bir kuruma bağlı değiller, fakat serbestçe yapıyorlar.
İkinci bölümse hemşire, öğretmen, memur kesimi. Bunlar tahminen biraz korktukları için kabul etmediler. Bu nedenle onlara akademisyenler gibi hemen ulaşamadık. Birkaç kişi daha olsa çok iyi olurdu.
Sadece sol tandanslı insanlar yok kitapta.
Hayır yoktu. Sonuçta her şeyin başlangıç noktası Diyarbakır’dı. 7 Haziran 2015 seçiminden itibaren başlayan savaşla birlikte 15 Temmuz darbe teşebbüsüne kadar gelindi. Birçoğu muhalif olan, Eğitim-Sen'li, solcu Kürtler kamu kurumlarından ihraç edildi. Biz de bu durumu gözettik.
Kitapta sadece sol tandanslı insanlar yok. Cihangir İslam, Ömer Faruk Gergerlioğlu gibi muhafazakar demokratlar da var. Cemile Kocaman gibi başörtülü İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde çalışırken ihraç edilmiş kişiler var. Bunun dışında cemaatten yargılanmış, HSK kararıyla ihraç edilmiş hakim Zeynep Mercan var.
Bu dönemde beyin göçü de yaşandı. 80 darbesinin ardından olduğu gibi yurtdışına çıkmak zorunda olanlar da var kitapta.
Kitapta yurt dışına zorunlu şekilde gidip çalışmak, orada var olmak zorunda olan, kendini kabul ettirmek durumunda kalan akademisyenler var. Aslı Vatansever, Maya Arakon ve Neşe Özgen gibi. Arakon ve Vatansever barış imzacısı ve KHK ile ihraç olmuş iki akademisyen. Bu insanların Türkiye’de çok ciddi çalışmaları vardı. Hatta Maya Hoca TV’de çözüm sürecinde tartışma programlarında çatışma süreçlerinde fikir beyan eden bir akademisyendi. Fakat bir anda yurtlarını, işlerini bırakıp gitmek zorunda kaldılar.
Tabii ki yurtdışına gittiklerinde sizi çiçeklerle karşılamayabiliyorlar. Evet, sizi kendi üniversitelerine kabul ediyorlar belki, ama yabancı bir ülkede bir süre sonra sizi kabul eden bir yapı olmayabiliyor. Orada da çok ciddi bir rekabet ve kendini kabul ettirme durumu var. Bir şekilde göçmen gibi tanımlanabiliyorlar. Çünkü orada da insanlar burs, kadro kovalayabiliyorlar.
Bir de yurtdışındaki ortamın gözlüğüyle bakmak lazım. Gittikleri ülkede harikulade bir hayat beklemiyor onları. Oraya gittikten sonra burs alıp bir şekilde tutunmak zorundalar. Yurtdışına giden insanları üniversitelerde kollarını açarak beklemiyorlar. O nedenle yurtdışına gitmek zorunda kalan akademisyenlerin bulundukları duruma diaspora demeyi tercih ediyorum. Türkiye dışında bir diaspora oluşuyor sanki. Bu anlamda 80 döneminden belki daha da ağır. Sayı olarak da daha fazla. Burada üretecek bir şeyleri kalmadı aslında. Kendi isteğiyle değil, sürgün olarak gittiği zaman içinde yaşadığı duygular çok daha farklı olabiliyor. İstemeden yaptığınız her şey korkunç bence.
O yüzden Ermeni diasporası, Kürt diasporası dendiği zaman Türkiye’de böyle bir "şeytanlaştırma" var. Önce şu soruyu sormak lazım: Bu insanlar neden gitti, niye gitti, neden gitmek zorunda kaldılar? Ermeniler bu ülkeden niye gitti? Binlerce yıldır kendi yurtlarında yaşarlarken dünyanın çeşitli yerlerine dağılmak zorunda kaldılar. Öncelikle bu zorunluluk halini sorgulamak lazım.
İnsanların kızgınlığının, öfkesinin nedenlerini araştırıp ona göre yol haritası çizmek gerekiyor. Hemen tepki vermek yerine devamlı "neden" diye sormamız şart. "Türkiye’yi karalıyorlar" deniyor. Aynı durum Kürt diasporası için de geçerli.
Şimdi belki de ilerleyen zamanlarda akademisyenlerin olduğu bir diaspora oluşacak. Orada da bir dayanışma ağları kuruluyor. Bu akademisyen diasporasının başlangıcı diyebiliriz belki. Biraz daha onların öfkesini anlamamız lazım. Belki yaşadıkları sıkıntıları anlarsak sorunlar çözülebilir. Ama bunu anlamadan yargılarsak ötekileştirme, ayrımcılık, nefret söylemi ve suçlarına kadar gidiyor. Ki gittiğini de sosyal medyadan, ana akım medyanın verdiği haberlerden görebiliyoruz.
İlk olarak Eğitim Sen’lilerden başladı. Önce bir tepki oluştu. Sonrasında her yayınlayan KHK ile sadece sayılara dönüştü. Bir yandan dayanışma ağları oluşurken, öte yandan dışlananlar oldu.
Cemaat ailesinde bile dışlama daha fazla ama sol geleneğin ve Kürt ana akım siyasetinin etkisiyle daha çok dayanışma devamlı oldu. Sosyal medyada 30 bin kişilik KHK’li Platformu var. Orada her gün 5-10 bildirim geliyor. Şu kişinin duruşması var, dualarınızı eksik etmeyin diye. Orada hep duayla yürüyen metafizik dayanışma hali var.
Öbür taraftan demokrat ve sol kesime baktığımızda daha çok mücadele ve dayanışma var. Tabiî ki bunun temeli Türkiye’nin sol geleneğinin, dayanışma kültürünün gelişkin olmasından kaynaklı ve daha çabuk toparlanıp kenetlenebilmesi.
Sol geleneğin dışından gelenlerde ise gerçekten çok ciddi sorun ve engeller var. Biz onların içinde bulunduğu gruplardan birkaç örneklem alalım dedik. Ama nasıl ulaşacağız, kabul eder mi etmez mi nasıl olur bilemedik açıkçası.
Esasında buzdağının altındaki koca kütlenin kesinlikle araştırılması lazım. Halının altına süpürülüp hepsi vatan haini hepsi tırnak içinde söylüyorum terörist diye düşünmemek gerekiyor toplumsal barışa ulaşabilmek için. Bu insanlar niye cemaate katıldılar? Demek ki daha önce destekleniyordu. Devlet bu insanları destekliyordu, devletin bilgisi dahilinde bu kadrolara alındılar.
Cemaati aklamak adına söylemiyorum bunları. Gerçekten de vicdansızca, hukuksuzca işler yaptılar bu arada. O kadroları aldıkları zaman kendilerinden olmayan insanlara çok kötü davrandılar. Aralarına almadılar. İşini düzgün yapan veya muhalif olmasından dolayı bin bir türlü ayak oyunları yaparak işlerini ellerinden aldılar. Bu insanlar tamamen suçsuz diye söylemiyorum ama evrensel hukuk kuralları içerisinde değerlendirip ona göre de cezası varsa cezalandırılmalı.
Darbe teşebbüsüyle ilişkisi olan ne kadar insan var, tam olarak bilmiyoruz. Darbenin arka planını yeterince bilemediğimiz için sağlıklı yorum yapamıyoruz. Artık bu konuda konuşulamıyor. Zaten darbe teşebbüsünü tartışacak muhalif medyanın sesi de kısılmış durumda. Ana akım medyanın yüzde 90’ı iktidarın bağımlısı haline gelmiş durumda. Pek tabi gerçeklerde haliyle konuşulamıyor, tartışılamıyor. Bu sebeple ne geçmiş askeri darbeleriyle ne 15 Temmuz darbe teşebbüsüyle yüzleşilemiyor.
Ayşe Çavdar ve İrfan Aktan’ın ek sunuşu var kitapta.
Muhalif basın için kendilerini özgürce ifade edebilecek biralan kalmadı. Burada devreye Ayşe Çavdar ve İrfan Aktan girdi. Bugünkü duruma gelinmesini gazeteci gözüyle eş sunuş olarak okuyucuya aktarsınlar dedik. Onları seçmemizin sebebi de gazeteciyi ve medyayı temsil etme durumuydu ve genel durumu bu şekilde anlatmaları ve özetlemeleri üzerineydi.
Çok kısa biçimde hikayelerini yazanların yanı sıra bu toplumsal sorunu tarihsel geçmişiyle ele alıp bugüne kadar getiren uzun yazılar da var. Dert insanı söyletir mi dersiniz?
Bazıları dertli ama bazıları daha umutlu. Mesela Savaş Karabulut. İstanbul Üniversitesi’nde Jeofizik Mühendisliği’nde Yrd. Doç. Dr. olarak görev yaparken ihraç edildi. O umutlu, geri döneceğine inanıyor. Konuşurken de o umudun ışığını alabiliyorsunuz. Fakat bazıları çok umutsuz. Moralleri çok bozuk. Bizim için önemli olan duygularını ifade etmeleriydi. Tarihe not düşmeleriydi. Onlar da en samimi şekilde yazdılar.
Hepsi kendine özel ama bir bütünün parçası olarak benzer tarafları olan bu hikayeleri okurken siz ne hissettiniz?
Hikayeleri okuyunca esasında bütün herkesin duygusu ortak. Neredeyse benzer yaşanmışlıklar var ama herkesin hikayesi yine de kendine özel. Mesela Maya Arakon kedisi Ponçik’i Türkiye’de bırakıp Amerika’ya gitmek zorunda kalmış. Onun için Ponçik hayata tutunduğu, sevdiği bir canlıyken ona kavuşamaması ve Amerika’dayken Ponçik’in ölmesi çok üzücü. Onu yıkan bir durum. Bir hayvansever onun durumunu daha iyi anlayabilir.
Neşe Özgen’e baktığımızda 150 kiloluk çalışmalarını, makalelerini yurtdışındaki üniversiteye götürüyor. Orada arşivliyor. Beyin göçünün yanı sıra çok değerli veri de onunla beraber gidiyor. Çünkü bu akademisyenler işlerinde uzmanlaşmış insanlar. Bu örnekler sadece akademisyenlerle de sınırlı değil.
Örneğin Sinan Ok var. O da İŞKUR’da yaklaşık on yıldır çalışan kalifiye bir memur. Doktora tezine devam eden bir çalışan. İşini en iyi şekilde yapmak istiyor. O da aynı şekilde KHK’li. Yaptığı işlerin değer görmemesinden dolayı çektiği acı sanırım tarif edilemez.
Müslüme ve Cem Çınar iki öğretmen eş. Arabalarını satarak köfteci dükkanı açıyorlar. Tek gaileleri hayatta tutunabilmek. Resim öğretmeni K. Seher Darılmaz var. Tek bildiği şey tuvale duygularını yansıtarak öğrencilerinin dünyalarını zenginleştirmek ama işi elinden alınınca ilk aylarda anketörlük yapmaya çalışıyor, fakat yapamıyor, devam ettiremiyor.
İBB’den ihraç edilen Cemile Kocaman var. Kendisi oldukça donanımlı bir kadın. Yurtdışında okuma hayali var. Pasaport tahditi yüzünden çıkıp okuyamıyor. Çünkü bu insanlar yaptıkları mesleklerde uzmanlaşmış. Uzmanlıkları ellerinden alınınca ayakta kalma stratejileri üreterek, hayatta kalabilmek ve bakmakla yükümlü insanları geçindirebilmek için yaşamlarında yapmadıkları mesleklere yönebiliyorlar. O kadar çok örnek var ki. Bunlar sadece kitaptakiler. Bir de bilmediğimiz hikayeler var. Bir akademisyen inşaat işçiliğine başlamış.
İhraçtan sonra mobbing uygulamalarının da çok olduğunu duyuyoruz.
Hem hikayelerde hem de çevremizden duyduklarımıza göre mobbingler çok. İhraç olmadan önce ve olduktan sonrasında yapılanlar çok üzücü. KHK’lilerin beraber yan yana çalıştıkları meslektaşlarının selamı sabahı kesmesi, arayıp sormaması korkunç bir duygu olmalı. Ya da yıllarca beraber çalıştığınız insanın muhbir olması. Mesela sizinle beraber çalışıyoruz. Ertesi gün ben ihraç oluyorum. Benim yüzüme bile bakmıyorsunuz, telefonlarıma çıkmıyorsunuz.
Nereye doğru gidiyoruz?
Türkiye’de 2015’te başlayıp giderek milliyetçiliğin, ırkçılığın, vasatlığın, bayalığın, ‘erk’ekliğin pik yaptığı bir döneme girdik. Şu anda milliyetçiliğin, sağcılığın, otoriterleşmenin acılarını hep beraber çekiyoruz. Şu anda sıradan yurttaş bunu çok iyi algılayamıyor, ama yarın öbür gün KHK ile işlerinden atılan insanların yarattıkları katma değeri anlayacaklarını düşünüyorum.
Sonuçta bu kitapta yer alan KHK’liler kalifiye insanlar. Ki KHK’li olmayanlar da yurtdışına gitmek istiyor. Ve sonunda bu ülke koca bir çöle dönüşecek. O vasatlık içerisinde büyüyecek çocukları düşündükçe içim sıkılıyor. İktidar sorgulamayı cezalandırıyor. Hep ezber konuşmalar üzerinden politika yapılıyor. Dış mihraklar, dış güçler üzerinden yapılan değerlendirmelerle bir ülke ilerleyebilir, gelişebilir mi? Sorunlar olguyu anlayarak çözülür. Ama maalesef böyle bir analitik yönteme aşina değiliz.
Kendinden olmayana yaşam hakkı verilmiyor bir anlamda.
Evet ama öyle bir dünya yok. O zaman ben de şunu sorarım. Ben neden vatandaşım, ben niye vergi veriyorum? O zaman KHK’lileri bırakın, ülkede zorunlu tutmayın, verin pasaportlarını gidebilen gitsin. Ne için tutuyorsunuz? Ceza mı vermek istiyorsunuz? Türkiye kaybediyor işte! Gelinen ekonomik ve siyasi durum ortada!
KHK denildiğinde bundan haberdar olmayan var mıdır? Bu yaşananların farkında olmayan bir kesim de var değil mi?
Bir nebze haberdar diye tahmin ediyorum. Ana akım medyadan haber takip eden insanlar KHK’lileri görmüyor. Tamamen bilinçaltına atılıyor ve otomatikman "terörist" olarak görülüyorlar. "Şeytanlaştırma" deniyor ya buna.
Hatta KHK’li dediğiniz zaman “o ne?” diye soruyor. Ben de Kanun Hükmünde Kararname ile ihraç olan insanlar diyorum. Sosyal medyada bazen paylaştığımda “KHK nedir?” diye soranlar var mesela. Hatta kitapçılarda bazen kontrol ediyorum. Kitabımız var mı diye OHAL’de Hayat diyorum. O halde hayat diye yazarak arattırıyor. Yok diyorum. Olağanüstü Hal diyorum. Çünkü çok karşılaşmamış. OHAL üzerine kitap da çok fazla yok belki ondan da kaynaklanıyor olabilir ama ilgisizlik had safhada.
Bunun en önemli sebebi de medyanın susturulması. Birçok kuruluşu kapattılar. Kürtlerin, solcuların, demokratların yoğun olduğu STK ve ajansları kapattılar. Her alanı kapatırsanız sorunları çözemezsiniz. Şu ana kadar terörist denilerek ne çözüldü? Bu sefer de cemaat çıktı karşına.
Kitabın amacı nedir diye sorsak?
Biz esasında bu insanların mağduriyetini değil haklılıklarını ortaya çıkarmaya çalıştık. Bu insanlar mağdur değil, haklı olan insanlar, dayanışan, inat eden insanlar ve bu yüzden de ağlak bir mağduriyet üzerinden değil, gerçekten haklılıklarının üzerinden mücadele verdiklerini anlatmak istedik. Bu yüzden biz bu hikayelerin sadece onlar için değil, esasında ülkenin önemli bir çoğunluğunda yankı bulmasını istiyoruz. KHK’li olmayanlara da ulaşmasını, okumalarını istiyoruz. Amacımız kendimiz çalıp oynamak değil. Ülkenin diğer yurttaşlarına ulaşabilmek. Kitabı haklılıklarının üzerine kurduk.
Tarihe not düşmesi açısından da önemli.
Evet ama ilk olarak KHK öyküleri yayınlandı. Bu kitap BAK akademisyenlerinin öykülerinden oluşuyordu. Bizim kitabımız da ilkini tamamlamış oldu. Belge yayıneviyle konuştuk. Sağolsun Ragıp Zarakolu, Atilla Tuygan planlamalarında olmamasına rağmen kitabı araya sıkıştırdı. Kendilerine teşekkür ederiz.
Tanıtımı için nasıl bir yol izliyorsunuz? Gerçi kitabı tanıtacak mecra da kalmadı.
Sosyal medyada bilinen kişilere ulaşmaya çalışıyoruz. Yayınevi kitap fuarlarına katılacak. Gazete röportajları ve az sayıda kalmış TV programlarında tanıtmaya çalışıyoruz. Duyurmamız gerekiyor. Kitabın satışını insanlara ulaşması için istiyoruz. Üç editör olarak bu kitabın yankı yaratacağını, kendi mahallemiz dışından birilerine ulaşacağına inanıyoruz.
Kitabın geliri ne yapılacak?
Kitabın gelirini esasında KHK’lilere bırakmak istiyorduk. Sağolsun Belge Yayınları kitabı planlamadan bastığı için tabi ki bir maliyeti oldu. Maliyetinin karşılanması gerekiyor. Ardından kalan bir meblağ olursa onunla ilgili bir çalışmamız olacak. Henüz net bir şey söyleyemiyoruz. Belki bir STK’ya, sendikaya ya da kişilere dağıtılacak. Onunla ilgili yazarlarla ve yayıneviyle tartışıp bir sonuca varacağız.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bizi destekleyen akademisyenlere, herkese, hocalara Kemal hocama, Batur arkadaşıma teşekkür ederim. Umarız kitaptaki hikayeler KHK’lilerin ve onların ailelerinin dışındaki insanlara ulaşır ve zihniyetlerinde bir değişim yaratır.
Efe Beşler kimdir?
1975’te Ankara doğdu. Bilkent Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü’nden 1998 yılında mezun oldu. Kariyerine Aktüel Dergisi ve Sabah Gazetesi’nde muhabir olarak başladı. Gazeteciliği o dönemki şartlar gereği istemeyerek de olsa bırakmak zorunda kaldı. Ardından sigorta, ilaç ve enerji sektörlerinde satış ve pazarlama departmanlarında çalıştı. Çağımızın trendi sosyal medya sayesinde Sanatatak’ta haftalık kitap tanıtımları taptı. Sonra Gazete Duvar’a gönüllü olarak katıldı. Burada da birçok haber ve kitap tanıtımı yaptı. Bu mecraların yanında Yüzleşme Derneği ve Agos’ta yazıları çıktı. (BD/BK/ÇT)
* OHAL'de Hayat, KHK'liler Konuşuyor, Editör: Kemal İnal, Efe Beşler, Raif Batur Talu, Belge Yayınları, 2018.