(Şimdi burada konuyu dağıtmak, yazıyı uzatmak pahasına bir parantez açmanın tam da yeridir: Umarım, ilk cümledeki "...yazıp çizdiklerini yurtdışında pazarlayan" diyen sözcük öbeği gözünüzden kaçmamıştır. Bu tanımı uçakta yanyana oturduğum safkan bir işadamından öğrendim. Duyar duymaz hem bayıldım, hem benimsedim. Öyle "Bazı Alman gazetelerine haber yapıyor, yorum yazıyorum" gibisinden kıytırık bir cümle nerede, "Yazılarını yurtdışında pazarlayan biri" tanımı nerede? Çok hoş!... Kendimi gerçek bir işadamı, bir ihracatçı gibi hissediyorum. Döndüğümde TUSİAD'a üyelik için başvurmayı bile düşünmekteyim...)
Peki, peki, bu kadar fiyaka yeter. Yazıya dönüyorum.
Ülkeden bu kadar uzak kalınca ve bir bu kadar daha uzak kalacağın belli ise, olup bitenleri internet üstünden gazete okuyarak öğrenmek zorundasın. Yani bir kaç bin kilometre öteden Türkiye üstüne okkalı bir yazı döktürmek mümkün değil.
("Sanki burda olsan döktüreceğin yazı kaç okka çekerdi ki" diye dudak bükenlere cevap: Hiç olmazsa eğrisinin doğrusuna denk gelmesi ve bilmeden de olsa okkalı bir yazı döktürme olasılığı vardı. Bu koşullarda o da yok.)
Ama bir miktar uzakta olmanın avantajları da var: Olup biteni ayrıntılardan arındırıp çıplak, yalın ve saydam kılmak!
Birkaç gün önce, Türkiye'yi iyi tanıyan bir Alman gazeteci arkadaşla sohbet sırasında, bunun bir kez daha ayırdına vardım. Oturmuş, ardı ardına biraları devirirken bir yandan da Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğinin önündeki engelleri ve olanakları ve sonuç olarak da yakın gelecekte Türkiye'yi bekleyen olasılıkları konuşuyoruz... Laf lafi açtı ve laf epey uzadı. Sonunda benimki önündeki bira bardağını bir dikişte bitirdi, yumduğunun tersiyle ağzını sildi, lafa kestirmeden nokta koydu:
- Engin, lafı uzattık.. Boş ver ayrıntıları... Türkiye'nin önünde dört zorlu sorun var. Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu, bıçak sırtında duran ve uluslararası finans piyasalarının insafına bağlı ekonomisi... Bunlar aşılmadan ve düzelmeden AB üyeliği mümkün değil. Var mı buna itirazın?
Ben "Ama 3 Ekim'de AB ile ortaklık görüşmeleri başlayacak mı, başlamayacak mı ?" diye topu taca atmaya yeltendim ama kötü, gavur yutmadı:
- Saçmalama, dedi, Tut ki başladı. Tut ki pazarlık on beş gün sürdü; tut ki on beş yıl... Bu saydığım dört temel sorun aşılmadan Türkiye AB üyesi olabilir mi ?
Ne dersiniz?
Türkiye, Kürt sorununu, Kıbrıs sorununu, Ermeni sorununu, batmakla çıkmak arasında durmaksızın gidip gelen ekonomik açmazını çözemedikçe AB'ye üye olabilir mi?
Sakın "Eee, n'olmuş. Bunlar zaten Türkiye'de de bilinen gerçekler" deyip soruyu ve sorunu savuşturmayın. Benim, -maalesef- Türkiye'yi ve Türkleri iyi tanıyan Alman gazeteci arkadaşın bir sorusu daha var:
- Engin, lafı gevelemeden söyle! Türkiye bu dört sorunu da çözmeye niyetli mi ve sence çözebilecek mi?
Ya bu soruya yanıtınız ne?..
Baksanıza, İnternet üstünden okunan gazetelerde bile kolaylıkla görülüyor. Başbakan Diyarbakır'a gitti ve orada "Türkiye'nin Kürt sorunu vardır" dedi diye milliyetçi yiğitler şahlanıverdi.
Ermeni sorununun tartışılacağı konferansın başına gelenler belleklerde hâlâ pek taze.
Kıbrıs'ın AB yolunda ne menem bir engel oluşturacağını anlamak için Avrupa politikasına yön veren siyasal elebaşıların son haftalardaki demeçlerine şöyle bir göz atmak bile yeterli.
Hükümet gelecek ay, o ay gelince ondan sonraki ay ödenecek dış borç faizleri için para bulmak üzere ulus-ötesi finans kuruluşlarının kapılarını aşındırırken, ekranlarda ve gazete sayfalarında boy gösteren "ekovole"ciler ha bire ekonomik durumun "tıkırında" olduğunu yazıp duruyorlar.
Yani sorunu çözmek değil, Türkiye'nin öyle bir sorunu olduğu bile kabul edilmiyor...
Alman gazeteciye de o can alıcı soruları bana yönelttikten sonra hinoğluhin bir gülümsemeyle masamıza yeniden bira ısmarlamak kalıyor...
Bana ise "hık- mık" demek... (AE/KÖ)