Zihinsel yetilerimiz sayesinde karmaşık gerçekliği anlamlı küçük parçalara ayırıyoruz. Aldoux Huxley'in The Genius and The Goddes romanında tartıştığı gibi "işlenmemiş haliyle varoluş her zaman, birbirini izleyen başbelası bir şeydir" ve bu yüzden gerçeklik asla anlam yaratmıyor; gerçekliği işlerken kullandığımız kurmaca eylemi ile dünya anlamlı hale geliyor. Romanın kahramanlarından biri "kurmacanın birliği var, biçemi var" diyerek gerçekliğin biçemsizliğinden, düzensizliğinden yakınıyor.
Dünyanın karmaşasını anlamlı hale getirme uğraşı yeni bir şey değil, insanlığın tarihi kadar eski belki de. Dünyayı anlamlandırma işi büyük ölçüde toplumsal, sınıfsal, ırksal, cinsel ve diğer konumlara bağlı olarak değişiyor. Her toplumsal küme kendine göre anlamlandırmaya çalışıyor dünyayı. Günümüzde de bu anlamlandırma, dünyaya dair kurmacalar sunma işi tüm hızıyla devam ediyor. Gerçeğin yorumları olarak kurmacaların yarattığı karmaşayla da baş etmek zorunda kalıyoruz.
Sermayenin kurmaca gerçekliği ve kentin kıvrımları
Şimdilerde neoliberal dünya düzenini hayata geçirmek isteyen sermaye, başat kurmaca olarak küreselleşmeye ikna etmeye çalışıyor bizi. Sermaye kendi soyutlamalarıyla anlamlandırdığı dünya imgesini hayata geçirirken, yeryüzünü bir kez daha kendi imgesinde yaratmaya kalkışıyor. Başka olası anlamlandırma seçeneklerinin önünü kesmek için tüm iletişim kanallarını, askeri gücünü kullanarak, insanların düşünme yetisini dumura uğratarak yapıyor bunu. Tek gerçeklik, tek seçenek olarak kendi kurmaca gerçekliğini anlatıyor durmadan.
Sermaye doğası gereği, katı olan, durağan olan, kalıplaşmış olan şeylerden hoşlanmıyor, paranın sıvılaştırıcı etkisiyle katı olan her şeyi akışkanlaştırıyor; yersizyurtsuzlaştırılmış coğrafyalara, mekanlara, bedenlere durmadan yeni kimlikler kazandırılıyor. Bir zamanların dışlanmış mekanları bu akışın içinde yer almak için yeniden düzenleniyor. Sermayenin mekanlara, coğrafyalara, bedenlere yüklediği işlevler durmadan biçim değiştiriyor. Sermaye bir kez daha yeryüzünü fethetmeye koyuluyor.
Eski dünyadan bir alıntı yapalım: Milattan sonra ikinci yüzyılda Yunan kentlerini dolaşmaya çıkan Pausanias, tüm gezginlere bir kentin nasıl gezileceğine dair bir öneride bulunuyordu. Aslında onun önerisi daha sonra modern ve postmodern dönemlerde turistlerin izleyeceği yolu, turistin tüketici bakışını tanımlamıştır bir bakıma.
Kente yaklaşırken gezgin kutsal alanlarla mezarları ziyaret ettikten sonra kenti çeviren duvarlarla karşılaşacaktır. Bu savunma duvarlarının yapısını anlamak için burada biraz oyalanmasını ister gezginden. Ana kapılardan birinden içeri girdikten sonra yol onu kentin kalbine, agoraya götürür. Kentin merkezinde görülmeye değer şeyler vardır: Tapınaklar, stoalar, heykeller, anıtlar, tiyatrolar vb. Kentin tepesinde bulunan akropol de gözden kaçırılmamalıdır. Pausanias gezginin sıradan yurttaşların sıradan evlerinin bulunduğu daracık arka sokaklar ve kirli ara yollar labirentine girmesini istemez. Burada ilgimizi çekecek, görülmeye değer şeylerin olmadığını söyler bize.
Artık böyle bir şey mümkün değil; yoksulların, sıradan insanların yaşadığı ara sokaklar da küreselleşmenin gezginci, göçebe, fetihçi gücünden kaçamıyor. Sermayenin kartal bakışı kent merkezindeki kirli arka sokaklar labirentini, kıyıda kalmış coğrafyaları düzleştirmeye, nezihleştirmeye, görülmeye değer, paranın gücüne boyun eğen yerler haline getirmeye çalışıyor. Kentin kıvrımları, kat yerleri bir yufka gibi açılıyor.
Küreselleşme imparatorluğu ve Skoptzler
NAFTA gibi ticaret yasalarıyla paranın önündeki engelleri kaldıran sermaye bir zamanların duvarlarını paranın her halinin sızabileceği yarı-geçirgen zarlar haline getirdi. Yarı-geçirgen, çünkü ülke sınırları, tıpkı bir biyolojik hücre zarı gibi istediğini geçiren istemediğini geçirmeyen zarlar olarak işlev görüyor.
Kanada eski Tarım Bakam Eugene Whelan'ın dediği gibi "bu anlaşmaların ticaretle alakası yok. Bu anlaşmalar, bu heriflerin nerede olursa olsun istedikleri şekilde, iş (business) yapma hakkıyla alakalı". Neoliberaller yeryüzünü, raflarını istedikleri gibi düzenleyecekleri bir hipermarket biçiminde yeniden düzenliyor.
1 Ocak 1994 önemli bir tarih. Önemli, çünkü iki olay da bu tarihte gerçekleşti: Hem küreselleşmenin resmen ilan edildiği NAFTA anlaşması, hem de küreselleşmeye karşı direniş başlatan Zapatistaların Meksika'da San Cristobal las Casas'ı işgal etmeleri aynı güne denk geliyor. Zapatistalar bu anlaşmanın Meksikalı yerli halk ve köylüler için bir ölüm hükmü olduğunu açıkladılar.
Zapatistaların erken bir tarihte teşhis ettikleri gibi küreselleşme insanları ekonomik, politik ve hukuksal açıdan erksizleştirme sürecidir aynı zamanda. Mülksüzler, paranın akışkan gücüne yapışamayan, sınır zarlarından geçemeyen insanlar bir atık olarak her türlü projenin dışına yerleştirilip bir anlamda hadım ediliyor.
Aklıma Skoptzy'ler geliyor burada. 19. yüzyılın başlarında Rusya'da yaygın bir fanatik Hıristiyan tarikatı olan Skoptzy'ler bir öte dünya cennetine ulaşmak için kendi bedenlerini hadım ediyorlardı. Kimi üst düzey Skoptzy'ler tüm Rusya'yı bir hadım imparatorluğuna dönüştürecek projelerini Çar I. Alexander'a bile sunmuşlardı. Fabrika sahibi olan Skoptzy'ler ise aynı şeyi kendi çalışanlarına yapmaya çalıştılar.
Küreselleşmenin imparatorluğu, tüm insanlığı ekonomik ve politik açıdan erksizleştirirken Skoptzlerin projesini kaldığı yerden devralıyor.
Evcilleştirilen muhalefet
Zapatistaların direnişi başlattıkları tarihten bugüne, mülksüzleri erksizleştirme projesinin büyük bir direnişle karşılaştığına tanıklık ediyoruz. İktidarın her yoğunlaştığı noktada çok farklı topluluklar, gruplar bir araya gelip iktidar yoğunlaşmalarının karşısına dikiliyorlar. İktidar kendini merkezsiz bir yapılanma üzerine kurarken, direniş de merkezsiz bir boyut kazanıyor.
Peter Kropotkin ne demişti? "Uygarlık tarihimiz boyunca, iki gelenek, iki zıt eğilim birbirleriyle karşı karşıya gelmiştir: Roma geleneği ile halkçı gelenek, Emperyal gelenek ile Federalist gelenek, otoriter gelenek ile özgürlükçü gelenek."
Bu çatışma biçim değiştirse de günümüzde de devam ediyor. Kentlerden, topraklarından sürülmeye çalışılan mülksüzler kendi direniş geleneklerini kuruyor, ağsal bir yapılanmayla birbirine bağlanıyorlar. Tek bir dünya kurmacasına karşı, doğrudan eylem, kitle seferberliği, katılımcı demokrasi yoluyla başka dünyaların da mümkün olacağını savunuyorlar.
Ekonomik sömürüye olduğu kadar cinsel ve ırksal baskıya karşı muhalefeti, ezilen halkların kendi geleceklerini belirlemesini, emperyalizme ve savaşa karşı direnişi, sosyal-ekonomik kaynakların ortak kullanımını, sosyal ekolojiyi, enternasyonalizmi, özgürlük kültürünün oluşmasını ve küresel özgürleşme hareketlerinin inşasını destekliyorlar. Halkçı, federalist, özgürlükçü gelenek direnişini dokuyor.
Yine de bu direnişin hemen yanı başında bir tehlike bekliyor bizi. Daha önceleri de gördüğümüz gibi sistem muhalif öğeleri evcilleştirip bünyesine katmasıyla da tanınıyor. Bir arkadaşın üstünde, İngilizce "Nike'ı boykot etmeye katılın, boykot tüm ülkede yayılıyor" ibaresi yazan bir tişört gördüğümde kendisini, bu şirketin yeryüzündeki sömürü ağına karşı duyarlılık gösterdiği için kutladım. Şaşırdı önce. Çünkü tişörtünde ne yazdığı umurunda değildi. Sonra şaşırma sırası bendeydi, tişörtü Nike mağazasından almıştı, yakasının arkasına baktım, doğruydu.
Dedim ya bu yeni bir şey değil. Bir zamanların iflah olmaz punk akımın bile ana akımın modası haline geldiğini görmüştük, hanım hanımcık teyzelerin punk saçlarına çoktan alıştık.
Sistemin evcilleştiremeyeceği muhalefet tarzlarını bulmamız gerekiyor galiba. (RÖ/BB)
* Vurgular ve arabaşlıklar bianete aittir.