“Dünün üzüntüleri ve yarının endişeleriyle donatılmış bir kalpten, bugün bir şey bekleme…”
Hannah Arendt
Gazeteci kimliğinden çok yazar kimliğiyle tanınıyor Müge İplikçi. Edebiyatı, hayatla kendi benliği arasında bir köprü olarak tanımlayan bir yazar… Düşleri ve kaçışlarından ilham alarak başlamış yazarlık serüvenine. “Katmanlı yazan bir yazarım. Bu okuyucuyu yoruyor ama benim gördüğüm dünya bu” diyor İplikçi. Çağdaş Türkiye edebiyatında bir kadın yazar olarak, yalnızca edebiyatta değil, sanatın her alanında kadına yüklenen anlam ve beklentileri eserleri aracılığıyla, ilk kitabı Perende’den beri sorguluyor yazar. Sorgularken de kadın olmanın özgün deneyimlerini ve bu deneyimlerinden süzüp çıkardığı kadın karakterlerin hikâyelerini oturtuyor eserlerinin merkezine.
Müge İplikçi’nin ON8’den çıkan son kitabı Saklambaç, yazarın yaşadıklarımız ve yüzleşebildiklerimiz üzerine kaleme aldığı denemelerinin uzantısı olarak tanımlanabilecek bir gençlik romanı. Önceki eserlerinde olduğu gibi, Saklambaç’ta da kadın karakterlerin deneyimleri üzerinden kurguluyor hikâyeyi. İlk planda asıl eksen başkarakter Funda’nın yaşadıkları ve deneyimledikleri gibi gözükse de, arka planda Funda’nın dedesi Sami’nin Dersim’de yaşadığı ve mağduru olduğu trajedi de hikâyenin önemli bir bölümünü oluşturuyor.
Trajedi sonrasını anlatan bir gençlik romanı olarak tanımlanabilecek Saklambaç, hiç şüphesiz bugün ve dün arasında adeta bir bellek yolculuğu gibi. İki ayrı saklambaç içerisinde sıkışıp kalmış, farklı boyutlarda dilsiz bırakılmış iki karakter ve bugünü yeniden yaratma mücadeleleri… Yazar, geçmiş ve bugün çerçevesinde resmi tarih ve medyanın yarattığı gerçeklik yanılsamasını da sorguluyor. Şimdiki zamana yaslanmanın ve geçmişte değil şimdiki zamanın içerisinde hareket edebilmenin önemini vurgulayarak, bugünü yeni bir başlangıç olarak tanımlamayı da ihmal etmiyor. O halde, Funda saklanmaktan vazgeçip bugüne sarılabilmeyi başarabiliyor mu? İplikçi ile son romanı Saklambaç üzerine söyleştik.
Sizce Türkiye’de edebiyat, ‘kadın yazar’lar için cinsiyetçilik ve eşitsizlikten uzak yeni bir dil ve anlatım biçimleri yaratabilmek adına bir mücadele alanı olabilir mi?
Hiç şüphesiz böyle bir mücadele alanı olmalı. En azından ben bu mücadele alanını yaratmak için yazıyorum. Hemen hemen hayatımızın her alanına sinmiş olan bu faşizan yapıyı ortadan kaldırmanın en temel yollarından biri de edebiyat. Edebiyatın hem değiştirme hem de dönüştürme gücü var.
Bir yandan da, merkezkaç bir felsefeyle hem merkeze hem kenarda kalana iyi bir biçimde ulaşabilme yetisine sahip. Edebiyat günümüzde çok farklı yerlere itilmeye, yok sayılmaya, kültür politikalarıyla evrilmeye çalışılsa da etkisi azımsanamayacak bir mücadele alanıdır. Bugün hâlâ yaşama ve yaşama karşı olup bitenlere, kendi sözcüklerimize “hayır” diyebilme şansını veriyor. En önemlisi, hala sanatın kudretini aşan bir iktidar yok.
Edebiyatta kadını ‘kendine’ özgü bir şekilde ele alan öykü ve romanlarınızla tanınıyorsunuz. Saklambaç’ta başkarakter Funda ve bir diğer kadın karakter de Şelale. İlk kitabınız Perende’den beri hikâyelerinizin merkezine kadın karakterleri oturtma nedeniniz nedir?
Erkeklerin içerisindeki dişil yan ve kadınların içerisindeki o eril yan aslında birbirlerini tamamlayan ve birbirlerini dinleyip anlayabilseler, her şeyin iyi gidebileceğine dair de umut veren iki yan. Ne yazık ki, biz bir türlü o sese kulak veremiyoruz.
Topluma baktığımda kadınların bu anlamda daha dikkatli, özenli ve cesur olduğu kanısına varıyorum. Bu yüzden kitaplarımda kadınlardan yola çıkarak bütüne varmayı tercih ediyorum.
Okuyucu, kendisinin yaşıtlarından farklı olduğunu düşünen, şişman, erkeksi ve ‘Çiko’ lakaplı Funda’nın yaşadıkları ve deneyimlediklerinin peşine takılıyor. Saklambaç, Funda karakteri aracılığıyla ‘öteki’nin sesine kulak veriyor diyebilir miyiz?
Funda 21. yüzyılın medya bombardımanına da maruz kalmış bir kurban olmanın yanı sıra, bir kadın ve Dersim’li bir dedenin torunu olarak öteki. Dolayısıyla, geçmişin ihlal edilmesi anlamında çok ciddi bir kapanın içerisinde.
Ama bu kapanı kendi ötekiliğiyle, kendi ötekiliğine karşı dürüst kalarak aşma şansını yakalıyor. Böylece, okuyucu Funda adına daha da umutlanıyor. Aslında, bazı defektler ya da defekt gibi yansıtılanlar Funda’nın kazancına dönüşüyor. Bu defektler bizim de kazancımız da olabilir. Tabii ki onları dönüştürme adına kullanabilirsek.
“Yalandan beslenenleri ürkütmemek lazım!”
Dersim’li Sami dede’nin Fundaya verdiği öğütle başlıyor kitap: “Büyüklerin bütün öyküleri hemen hemen birbirine benzer kızım. Gerçeğin üzerine bir bardak soğuk su içersin.” Bu noktada, roman ‘gerçek nedir?’ sorusuna cevap arıyor değil mi?
Kesinlikle. Fakat biliyoruz ki gerçek yok. Gerçekliğin sürekli ayaklarımızın altından kaydığını görüyoruz ve bir şey yapamıyoruz. En kötüsü de bu değil mi zaten? “Gerçek nedir?” sorusu 21. yüzyılda yazarı da yoran bir soru. Şunu söyleyebilirim ki, 21. yüzyılın yazarlarından biri olarak, ‘gerçeklik’ beni de çok rahatsız eden bir kavram. Kendimi sürekli sorgulamama neden oluyor.
Ben niçin yazıyorum? Bunun anlamı nedir? Buradaki anlam nerededir? Cevabı biliyorum, anlam yok aslında. Sadece belli bir otomatiğe bağlanmış bir şekilde yazıyorum. Gençlere yazmaya devam ediyorum, kadınları anlatmaya devam ediyorum, erkekleri resmediyorum… Ama dediğim gibi o anlam nerede diye soracak olursanız, samimiyetle bilmiyorum.
“Ne diyorum sana gerçek yorar insanı. Yalandan beslenenleri ürkütmemek lazım! Yalan, bu dünyada gerçeğin kendisinden daha hükümlüdür.” diyor Sami dede. Siz de Saklambaç aracılığıyla yalanla beslenenleri ürkütmek mi istediniz?
Tabii ki. Benim yazmaktan anladığım da bu esasen. Yazmak, bugün çok farklı bir şekilde algılansa da, yazar var olan gidişata karşı bir kapının olduğunu gösteren kişidir. Tam da bunun için yazdım Saklambaç’ı, özellikle de gençlere yazdım. Yazarken zorlandım, fakat yetişkinler için yazmak yerine 18 ve 20 yaşındaki gençlere yazmak daha anlamlıydı. Böylesine bir konuyu bu yaş grubuna sunabilmek zor olsa dahi, gençlerin devlet denen mekanizmanın kendine benzemeyenlere nasıl bir zulüm uyguladığını, nasıl şiddet tekeline dönüşebildiğini anlayabilmeleri için yazdım.
Saklambaç bir gençlik romanı olmanın yanı sıra geçmişte resmi tarihin, günümüzde ise medyanın gerçeği nasıl ihlal ettiğini de sorguluyor. Gerçeklik ihlali geçmişten bugüne kendini farklı kalıplarda var etse de, aslında temeldeki sorunumuz yalanlar üzerine kurulmuş bir sistem ve bu yalanların sürekli olarak gerçekmiş gibi bize dayatılması. En kötüsü de bizim bunu kanıksamış bir refleksle özümsemeye çalışmamız.
Artık saklanmıyoruz
Peki rüyalar? Romanda ‘Funda’nın mavi rüyası’ bölümü Türkiye edebiyatında örneğini çok göremediğimiz rüya metinlerine özgün bir örnek niteliğinde. Nedir bu bölümü mavi ve ayrıksı kılan?
Bir mavi tayyör sürekli dolaşıyor kitapta. Esasen bu tayyör kitabın söylemi içerisinde meşruiyeti temsil ediyor. Ama rüyalara baktığımızda rüyalar ne kadar meşruiyeti temsil eder? Aslında ironi yapıyorum orada. Fakat Sami Dede rüyalara tutunarak yaşıyor. Rüyalar onun için gerçeğin böylesine ihlal edilmesine, elimizden hayallerimizin alınmasına karşı bir dayanak. Bu yüzden rüyalar azımsanacak köprüler değil. Rüyalarımız ve hayallerimiz varsa yaşayabiliriz.
Romanın sonunda karakterler tarihi gerçekliklerle ve kendi kişisel tarihleriyle yüzleşerek, saklanmaktan kurtulabiliyorlar mı?
‘Kurtuluş’ 21. yüzyılda, benim yazar haznemde yer alabilen bir sözcük değil. Anlamak ya da farkına varmak denilebilir. Farkına vardıktan sonra daha tedbirli olmak, belki de yeni tarihsel yarıklara eşik sağlayabilecek birtakım olasılıklara karşı mücadeleyi bu yolla sağlamak. Romandaki kahramanlarımın yapmaya çalıştığı da bu. Daha doğrusu, benim Perende’den beri karakterlerim aracılığıyla yapmaya çalıştığım bu. Farkındalar, görüyorlar, ama en büyük direnişleri kendilerini bir yerde sabitleyerek etrafı görebilmek. Karşı tarafı dinleme potansiyelini yaratan ve empati kurmayı beraberinde getiren de o görebilme yetisi…
Karakterler saplanma olgusundan kaçıyor. İlla ki tarihi bir yarığın içerisine düşmek anlamında değil, kişisel tarihlerimizde de bu böyledir. Hem Sami Dede’nin hem de Funda’nın bir biçimde kendilerinden saklandıkları gerçeği var. Ama saklandıkça da ulaştıkları yer sadece kendilerinden kaçış. Kendini kendinden kaçırma hali… “Artık saklanmıyoruz, ne o ne de ben,” diyor Funda kitabın sonunda. Saklanmamak ve kendini her şeyi görebilecek bir noktada konumlandırabilmek en temel direniş güçlerinden biriymiş gibi geliyor bana. Gezi’nin ruhu gibi şu an yok sayılmaya çalışılan ama yaşanan ve bundan sonraki dinamiklerde var olacak olan bir güç.
“İstediğin gibi çal sirenlerini şimdi. Beni yakalayamazsın. Beni, bizi yakalayamayacaksınız. Topunuz, bombanız sizin olsun, ama bizi yakalayamayacaksınız…” (MF/EKN)
* Bu söyleşi medyaklubu.com'da yayınlanmıştır