Emek, Salt İyilik ya da Güzellik Kaynağı Değil
Sanılmasın ki, emek ürünü olmaları onları kusursuz kılıyor. Bütün bombalar da emek ürünüdür. yaşadığımız günlerin yarattığı çağrışım olduğu için bombaları seçtim; biliyoruz ki, doğanın insan tarafından maddi ve zihni edinimlerinin tümü emek ürünüdür.
İki temel nedenden yayınlanan bu yıllıkları genel olarak beğenmiyorum. Birincisi, hazırlayanından bağımsız maddi neden: herhangi bir sırça köşkten konuşmuyorum, sadece bilimsel, felsefi, politik ve estetik bilgimin yaşantım içinde harmanlanmasından oluşan beğenimi karşılayan şiirin Türkiye'de uzun zamandır yazılmadığını ya da yazılamadığını sanıyorum.
Elbette bir kaç hatta daha fazla tek tek şiirden söz edilebilir; ama bir şiir geleneği olarak farklılaşmayı başaran, kendi okurunu yaratabilmiş ve zamanla anonimleşecek kadar estetik disiplinini oluşturabilmiş yeni şair yok.
İkincisi hazırlayana bağlı neden: hazırlayanların beğenisi (ki, bununla kastım, bilimsel, felsefi, politik ve estetik bilgilerinin ve yaşantılarının sonucu oluşmuş "güzel" anlayışlarıdır) bana uzak. O yüzden bir gelenek oluşturamasa bile arada sırada "iyi" şiir yazabilen şairlerin kötü şiirlerini seçiyorlar.
Polemik Olsun mu?
Amacım, yıllık hazırlayıcıları ile tartışmak değil. Bunu gerektiğinde ayrıca yaparız. Üstelik, onlar, bizim (benim de içinde yer aldığım Marksist Estetik geleneğinin) sözlerimizi önemsemezler. İşte toplasan beş yüz kişiyi geçemeyen bir "edebiyat sosyetesi"nin içinde gözleri körleşmiş, yürekleri taşlaşmış, kulakları duymaz olmuş, kalemleri susmuş ağızları dedikodu dışında açılmaz hale gelmiş, kadehleri kirlenmiştir.
Bu onların insan tekleri olarak ahlaki düşkünlükleri ya da kişisel kusurları, zaafları değil; sermaye bu alanda yoğunlaştıkça, kendi kurumlarını ve ahlakını geliştiriyor. Bir edebiyat eleştirmenini, şirket müdürü ya da savcı gibi bir masaya (makam masasına) oturtursanız, bu sonuç kaçınılmaz: Sermaye egemenliği altında, o masaya oturmamak ise, bir manivela yok ise zor iştir.
O yüzden sorun kişilerle ilgili değil. Fethi Naci'yi bile trafik polisine çevirdiklerini gördükçe, ne denebilir? Naci, kavşakta hangi otonun geçeceğini belirlediğinde, o mıntıkada görevli olmayan diğer memurların bile, diyecek sözü olamayacağına göre...
Sanatsal Bilgi
Bilgi süreci, felsefi bir sorudur. Maddeci felsefeye göre, sanat ürünü, sanatsal bilgi adını verebileceğimiz özgül bir bilgi türü sunar bize. Bilimsel ve felsefi bilgiden ayrıştırılabilir, yaşantıya ilişkin bir bilgi türüdür bu. Öyle olduğu için sanat ürünü de eleştirir nesnesidir. Eleştiri, bilimsel, felsefi ve sanatsal bilgiyi eklemleyen, kendisi de estetik değer içeren bir pratiktir.
Kısaca gerçekçilik sorununa da değinelim. Lukacs'ın başımıza ördüğü bir ağ bu. Gerçekçilik, bir yöntem sadece. Lukacs'ın hatası, eleştirir nesnesinin sanatsal bilgi olduğunu kavrayamaması idi. Bu nedenle, yöntem arayışına girişti. Halbuki sorun, "geçekçilik" ya da "modernist sanat" ikileminde değildi. Sorun, gerçekçi yöntem kullansın ya da kullanmasın, sanatsal bilginin, bilimsel, felsefi, politik ve estetik eleştirisinin mümkün olduğuydu.
Çok bilinen "sanat sanat için mi" tartışmasının tarihsel temeli de buydu: Sanat ürününün sanatsal bilgi ürettiğini inkar edenler, böylece bir yandan sistemin değerlerinin estetik alımlamasını yaşantıya sokuyor (bu değerleri güzelleştiriyor), diğer yandan da, "ben sanatımı sanat için yapıyorum" gerekçesi ile toplumsal eleştiriden kaçıyorlardı. Bunun panzehiri geçekçilik yönteminin mutlaklaştırılması değildi. Daha sonra bu iş, malum, "sanatsal estetik modellendirme" gibi saçmalıklara kadar vardı.
Yansıtma Kuramı
Lukacs, yöntem sorununa takılınca, kuramsal olarak yansıtmacılığa teslim oldu ve bize talihsiz bir miras bıraktı. Aslında yapmak istediği şey, edebiyat eleştirisini bilimsel bir temele de oturtmaktı ama kendisi de edebi bir etkinlik olan eleştiri için bu fazla şey istemekti. Üstelik bu, eleştirinin politik tutum almasını da dışlıyordu. Lukacs, bu açmazdan da bilim, felsefe ve politik etkinlik bütünü olan Marksizmi bilime indirgeyerek kurtulmaya çalıştı.
Halbuki, evet, sınıf mücadelesinden söz ettiğinizde yaptığınız şey bilimdi ama, sanat ürününü eleştiri nesnesi kılarken yaptığınız şey, sanatsal bilgiyi, bilimsel ve felsefi bilgi sürecinden geçirmek ve ona yine "sanatsal bilgi" ile yanıt vermekten ibaretti.
Marksist eleştirmen, güzel dediğinde, böylece politik yanlılığını da gösterebilirdi. Aksi, "görececilik"ten kurtulma adına sanatın tepesine bilim sopasını dikmekten ibaretti. Üstelik bunun için yansıtma kuramına başvurmak gerekiyordu.
Maddi dünyanın (toplumsal ilişkiler de buna dahildir) bilimsel ve sanatsal edinimi farklıdır. Yansıtılacak tek bir gerçeklik varsayımı, gerçekliğin bilimsel ve sanatsal edinimleri arasındaki farkı belirsizleştirir. Halbuki aynı madde hakkındaki hakikat, bilimsel olanda gizli olmakla birlikte hakikatin sanatsal ve felsefi edinimleri de mümkündür.
Çiçek açan ağacın biyolojik bilgisi ile onu baharın müjdecisi olarak coşkun bir duyguyla karşılayan şiirdeki sanatsal bilgisi gerçekliğin farklı iki veçhesini ele verirler; ancak, aynı maddi öğeyi bilgilerine nesne edinirler.
Sanatsal Bilgi, Yaşantı ve Gerçeklik
İnsan yaşantısı, bütün karmaşıklığı içinde sanatsal bilginin en verimli nesnesidir. Geçtiğimiz günlerde Hasan Öztoprak'ın romanı gündeme gelmişti. Yaşadığı bir ilişkiyi anlatıyormuş. O kısmı bizi ilgilendirmiyor; ama edebiyat sosyetesinde bir kızılca kıyamet koptu. Vay efendim adam her şeyi anlatmış, nasıl anlatırmış? Özel hayatlara saygı gerekirmiş, falan...
İyi de, bir yazarın en iyi sanatsal bilgi nesnesi yaşantısıdır. Bundan yola çıkması gayet anlaşılır bir durumdur. Sosyete böyle şeylerle alakadar olmadığı için, ilişkinin diğer tarafını koruma güdüsüyle bir sürü saçmalık yaptı. Halbuki, biraz yaptıkları iş üzerine etik sahibi olsalardı, Öztoprak'ın eserini de eleştiri sürecinde değerlendirirlerdi. Başka bir deyişle, Öztoprak'ın eserindeki sanatsal bilgiyi eleştirirlerdi. Öyle yapamazlardı, çünkü o zaman edebiyat sosyetesinin hali pür meali masaya yatırılmak zorunda kalırdı.
Açık ki, yaşantı ile sanatsal bilgi ikincisi birincisine bağımlı bir ilişki içerirler. O yüzden Öztoprak'ın yaşadığını anlatmış diye eleştirilmesi haksızdır ama eserinin sanatsal bilgisi eleştirilebilir. Romanı bilimsel, felsefi, politik düzeye tartışılabilir. Edebiyat eleştirisi buna muktedirdir.
Diğeri, yok efendim özel hayat mavrası, hatta biri "sevgililerimize nasıl güveneceğiz" diye sormuş, yani tam gülünesi bir hal, romandaki kadın kahramanın kim olduğunu ifşa etmese idiniz, onu bir tip olarak ele almayı becerebilse idiniz, bu kadar zavallı sorular sormazdınız gibi geliyor.
Bu tartışmada en komiği feministlerin tutumu oldu, bir kez daha kadınlar haklıdır gibi manasız bir tutum içine girdiler. Halbuki, akıllı bir feminist, özel alanın politik olduğu iddiasında samimi ise, yaşantının bu şekilde estetikleştirilmesini, politik bir sorunsal haline dönüştürebilir ve Öztoprak'ın yapıtından yola çıkarak, yapıttan çok daha değerli bir edebiyat eleştirisi yapabilirdi. Bizdeki her şey, karikatür olma eğilimi taşıdığından bu mümkün olmadı tabii...
Şiire Dönersek ...
Modernist sanatı yaratanlar, kendilerine has bir yaşantı biçimi de kurmuşlardı: Paris'te bohem bir hayat sürüyorlardı. Toplumcu sanatçılar ise, partili ya da partisiz, siyasal sınıf mücadelelerinin içinde yer almaktan çekinmiyorlardı. Sanatsal bilginin nesnesi çoklukla yaşantı olduğundan, üretilen bilgi ile insan faaliyeti bir biçimde örtüşüyordu.
Bugün bir şiir geleneği yaratılamıyorsa nedeni budur gibi geliyor bana. Gittikçe daha fazla sermayenin yoğunlaşmasına sahne olan yayıncılık dünyasında, bu yoğunlaşmanın yarattığı kurumlar içindeki bir takım müdürlerin, iyice vasatlaşmış beğenilerini yansıtan edebiyat dergilerinde şiirlerini yayınlamak telaşındaki gençlerin "başka türlü bir şey" yapmaları elbette mümkün olmuyor.
Üstelik, toplumsal kaygılar, sınıf mücadelesinin herhangi bir biçimi içinde bilinçli olarak yer alma vd. "sanatçının kendiliğinden partili olma sendromu" gibi öncü davranışlar da tarihe karıştı. O yüzden her şiir yıllığı birbirine daha çok benziyor. Kendi adıma, yeni şiir okurken, bütün iyi şiirlerin zaten yazılmış olduğu ve artık iyi şiir yazılamayacağı gibi bir karamsarlığa kapılıyorum.
Ağaç Dalı
Sanatsal bilginin bir tür aşkınlık içerdiğine hiçbir zaman inanmış değilim, ama insan tekinin tasarım gücünün, imgesel ve simgesel düşünme düzeyinin, sanatsal faaliyet söz konusu olduğunda daha da göz kamaştırıcı hale geldiği apaçıktır.
Şiirimizin ve şairlerin sorunu, akıl ve yüreklerini "edebiyat sosyetesi"ne teslim etmeleri, akıp giden hayata, insanlığın ve insan teklerinin geleceğine ilişkin bir tasarımdan yoksun kalmalarıdır gibi geliyor bana. Aksi olsa, ne çaresizlik içinde intihara sürüklenirler, ne de şu dergi senin bu dergi benim iki dize yayınlatma peşinde hayatlarını törpülerlerdi.
Ve hiç yoksa, Kemal Özer gibi, hücre resmine bakarken, "Bir ağaç dalı bile döğüşür." diyebilirlerdi.
Ben yıllıklara bakıyor ve şiirimizin hal-i pür mealinin ardından, "ağzımda kül tadı/ bir yarayı öper gibi ağzım." diyorum. Başka ne diyeyim. Yine de mücadele sürdüğüne göre, umutsuz değilim.(SE/EK/NK)