Yakın arkadaşlarımdan biri askere gitmeye hazırlanıyordu... Sanki de turistik bir geziye çıkacaktı... Ya da sanki de bana "İşlemediğim bir suç için hapishaneye gireceğim, şu kadar gün kaldı" diyordu... Bana öyle geliyordu... O anlatmaya çalıştıkça, içimden "Abartıyor" diye düşünüyordum...
Ona "Abartma! Herkes hapse girer! Niye bağırıyorsun?" der gibiydim!...
O bana derdini anlatamadığı için bağırıyordu ama ben onu duymuyordum! Hatta en yakın arkadaşına "Galiba paniktedir, git bir bak istersen, onu yatıştır!" diyordum... Bu durum onu daha da kızdırıyordu!
Bana "21 Aralık'ta telefonlarım cevap vermeyecek, mail'lerime cevap alamayacaksın" dedikçe, ben ona, "Kıbrıs'ta askere giden ilk kişi sen değilsin ki!" diyordum.
Bu tam "romanlık" bir cümleydi...
Bu tıpkı "Hapse girmek çok normal, niye bağırıyorsun?" demek gibiydi...
Ben onu anlamadıkça o bağırıyordu. Ama bağırması da işe yaramıyordu...
Sanki de Kıbrıslıtürklerin yaşamına müdahale eden askeri güçlerle, Kıbrıs'taki askerlik kurumu arasında hiçbir bağ yokmuş gibi davranıyordum... Sanki de müdahaleci güçler başka bir kutuda, askerlik kurumu başka bir kutudaydı. Ya da adayı askersizleştirmek, silahtan arındırmak istemekle bizdeki "askerlik kurumu" arasında bağ yok gibiydi!
"Madem ki anlaşma yok, ne yapalım, herkes askere gider" diye mi düşünüyordum?
"Savaşın insan kaynağını kurutmak" sloganının esprisi neydi? O "savaşın insan kaynağını oluşturmaya" gitmiyor muydu? "Kavramlar" arasında bağ kurmaktan kaçınıyordum. Bu konuda bütünlüğümü kaybetmiştim - çünkü belki de ortada bir "kabulleniş", bir "onay" ya da en azından "rıza gösterme" durumu vardı...
"Herkes" askere giderdi!... Askerlik "kaçınılmazdı"!... Erteleyebilen erteler, kaçabilen kaçardı... Ödeyebilen öderdi. Ama "kurum" oradaydı... Ve bizim "rızamızla" varlığını sürdürüyor, hakkında açık tartışmalar yapılmıyordu.
Kıbrıs'ın askersizleştirilip silahlandırılması hedefti ama buna daha çok vardı! Bu arada gençler askere girer çıkardı... Hayatlarından birer ikişer sene uçup giderdi. Bu "erkeklere özgü" bir şeydi - kadınların böyle bir sorunu yoktu.
Gerçi biz kadın hareketi olarak "kadın rolleri"yle "erkek rolleri"ni sorguluyorduk ama belli ki aynı rolleri oynamaya devam ediyorduk. Tümüyle erkeklerden oluşan "askerlik dünyası"yla ilgili söyleyecek fazla bir sözümüz yoktu.
Oysa "erkek rolleri"nin burada pekiştirildiğini, genç erkeklerin "savaşın insan kaynağını oluşturmaya" gönderildiğini biliyorduk... Bu sorun kendi yaşamımıza dokanırsa bizim için "var"dı... Ancak çok yakınımızda birisi askere giderse onun için kaygılanırdık. Ama yine bir şey yapmaz, bu konuyu görünmez kılardık...
Evet, sağdan soldan anlatılanları duyardık... Orasının zorlu bir yer olduğunu... Komutanların sert olabileceğini... Çok katı bir hiyerarşinin varlığını... Bir de Afrika'nın manşetleri vardı - dayak nedeniyle böbreğini ya da işitme duyusunu kaybeden gençlerle ilgili öyküler... Veya geçmişteki yoğun intihar olayları... Ama tüm bunlar sanki biz kadınlardan çok uzaktı...
Kıbrıslırumlarla ortak kadın grubumuzda ancak bir kez, o da arkadaşımız Bahire'nin önerisiyle "gençlerin askerlik yapması konusu"nu tartışmıştık. Bahire'nin önerisiyle bir kampanya bile düşünmüş, sonra bunu yapmamıştık. Belki de bu "dikenli konuyu" ellemekten, bu "tabu"yu yıkmaktan korkuyorduk...
Oysa grupta oğulları askere giden iki üyemiz dehşet içindeydi... Bunlardan bir Kıbrıslırum kadın, "Ben barış için mücadele ediyorum ama şimdi oğlumun elinde bir silah var. Ona Kıbrıslıtürklere ateş et deseler ateş edecek! Oğlum bana emir verilirse ateş etmek zorunda olduğunu söyledi" diyordu ağlayarak...
Onu en iyi anlayan oğlunu kısa süreli askerlik yapmaya gönderen bir Kıbrıslıtürk kadın arkadaşımızdı... Birbirleriyle aynı dili konuşuyorlardı ama grupta bu dili konuşan fazla insan yoktu...
Belki de Bahire arkadaşımızın önerisi bu yüzden boşa savrulup gitmişti... Çoğumuz bunu içimizde hissetmedik - çünkü belki de bu kurumun varlığına "rıza" gösteriyorduk... Belki de kendimizi "çaresiz" hissedip sorunu görünmez kılıyorduk...
"Gençlerin askere gitmesini normal karşılayan" ruh hali, belki de derin bir korkunun, "askerlik kurumu"nu tartışma korkusunun yansımasıydı... Bu bir "tabu"ydu...
Askerlik konusunu tartışmak "askerlikten soğutma" suçlamasıyla askeri mahkemelerde yargılanmak demekti - belki de daha dramatik durumlar ortaya çıkardı çünkü askerle "uğraşmak" kolay değildi - belki de derinlerdeki korku buydu...
Orada gençler "disiplin" altına alınarak "uyumlaştırılıyorlardı". Sırtlarında üniformalar vardı. Hepsi aynı görünüyordu - hayatlarının bir-iki yılını bu kurumda geçiriyor, "vatan uğruna ölmeyi ve öldürmeyi" alışıyorlardı.
Kadınlar seyirci konumundaydı. Onların "ölmeyi ya da öldürmeyi öğrenmesi" gerekmezdi. Onlar yalnız evlatlarını bu kuruma gönderir ve kaygılanırdı... Ama çizgiler kesindi: Burası "erkeklerin alanı"ydı, kadınların değil...
Arkadaşımın askere gitmesiyle birlikte orasının nasıl bir yer olduğunu sorgulamaya başladım... O kampta ben olsaydım, neler hissedecektim? Bugüne dek yazdıklarım, yarattıklarım, yaptıklarım "sayılmayacak", yalnızca bir "üniforma" mı olacaktım?
Sanki de eksilecekmiş gibi sürekli sayılan, sürekli koşturulan, silah tutup savaşmak öğretilen, bulaşık yıkatılan, temizlik yaptırılan biri mi olacaktım yalnızca? Adım, mesleğim, birikimim önemsizleşecek, görünmez olacak, benden yalnızca "emirlere uymam" istenecek, uymadığımda cezalandırılacaktım. Bütün askere gidenlerle "aynılaştırılacaktım"... Kimliğim yok olacak ya da en azından "görünmez" kılınacaktı...
Elime bir silah verilecek, nöbete gönderilecektim - kimlere karşı? Bu adada birlikte barışı kurmak istediklerimize, Kıbrıslırumlara karşı... Arkadaşım bana, "Silahı, o soğuk demir yığınını elime aldığımda neler hissedeceğim, düşünebiliyor musun?" diye sormuştu...
Kendime ait alanım yok olacaktı - sabah kalkma saatimden akşam yatma saatime kadar her şeyim bu kuruma ait olacak, her şeyim onların "kuralları" içinde düzenlenecek, bundan istesem de kaçınamayacak, yakınamayacak, şikayet dahi edemeyecektim. Bir haksızlığa uğradığımı düşünsem ve bağırsam, "dışarıdan" kimse sesimi duymayacak, yardım edemeyecekti...
Her şey "kurumun içinde" kalacaktı... Askerin kendi "mahkemesi" vardı - sorunlarını kendi içinde hallederdi... Bizim kurallarımıza göre değil, kendi kurallarına göre... Üstelik bu "zorunlu bir hizmet"ti - bu "hizmeti" vermeyi "reddetmek" yasaktı! Bu "zorunluluk" yalnızca erkekler içindi - kadınlar için değil... Kadınlar susuyordu, böylece kurum varlığını onların da rızasıyla sürdürebiliyordu. Tartışmasız...
"Beni sokmayan yılan bin yaşasın!..."
Orada her şey bambaşka olmalıydı - ama tüm bunları Stanley Kubrick'in "Canlı Mermi"sinde izlememiş miydim? İzlemiştim elbette ama bunun kendi ülkemle bağını kurmaktan kaçınmıştım herhalde. Irak'ta ya da dünyanın başka yerlerinde olup bitenleri izliyor, savaş karşıtlarının sitelerine girip çıkıyordum.
Vicdani retçileri izliyor, İsrail'den ve Türkiye'den vicdani retçilerin yazdıklarını okuyordum ama tüm bunları Kıbrıs'la bağlamıyordum... Belki de "Vicdani ret nasılsa bizde mümkün değil!" diye düşünüyordum.
Bugüne dek bir tek vicdani retçi olmuş, yıllar önce Salih ile Yota'nın serüvenine tanık olmuştum ama sonrası yoktu. Bu "yasak" beynimi esir almış olmalıydı - Sartre bir insanın düşünce özgürlüğünün olmamasının, düşünüp de onu ifade edemeyişi değil, düşünmekten vazgeçişi olarak tanımlamıştı. Bu konuda belki de böyle yapıyor, düşünmüyordum... Nasılsa "yasak" değil miydi?!... Boşuna kafa yormanın ne alemi var!...
Yakın geçmişte askerlik yapmış arkadaşlarıma sorular sormaya başladım... Şaşırıyorlardı:
"Sen hiç kışlaya girmedin mi? Orasının nasıl bir yer olduğunu bilmez misin?"
Yaşadıklarını anlatıyorlardı...
"Peki niye yazmadınız bunları? Bir tekiniz bile kaleme almadı yaşadıklarını..."
"Çünkü yaşandı bitti, geride bırakmak istedim... Orada her şeyin gelip geçtiğini, hiçbir durumun kalıcı olmadığını öğrendim..."
Oturup Gündüz Vassaf'ın "Cehenneme Övgü"sünü bir kez daha okuyorum... Sistemin bizlerin gönüllü rızasıyla ayakta kaldığını anlatmıştı... Ne demişti?
"...Totalitarizmin kendini yeniden üretmesi, yalnızca baskıcı güçlerin zora dayalı yöntemleriyle değil, bireylerin de sınırlı bir özgürlüğe razı olmasıyla gerçekleşir. Yaratıcılığını zorlayarak özgürlüğünü zenginleştirme çabasına girmeyen birey, var olanla yaşamayı seçer. Bu noktada düzen, bireyin onayıyla ayakta kalıyordur artık...."
Şimdi arkadaşım diğer gençlerle birlikte 365 günlük askerliğini yapmaya koyuldu... Ben onun "Savaşın insan kaynaklarını kurutmak ne demektir?" sorusuna yanıt arayacağım... "Savaş-karşıtlığımı" gözden geçireceğim...
Başka neleri fark edip fark etmediğimi, nelere "rıza" gösterip göstermediğimi de... Beynimdeki "tabu"yla yüzleşiyorum şimdi... (SU/BA)
* Sevgül Uludağ'ın yazısı hamamboculeri sitesinde 28 Aralık 2004'te yayımlandı.