O Kıbrıs'taki ilerici hareketin isimsiz militanlarından biriydi... Baskıların en yoğun olduğu dönemlerde, gözünü kırpmadan dimdik ayakta durabilen, gençlik heyecan ve coşkusunu, muhteşem Türkçesi'yle tiyatro yeteneğini harekete karşılıksız adayarak 1 Eylül'lerde, 1 Mayıs'larda kürsülerde barış şiirleri okuyarak kitleleri duygulandıran, bu yüzden hep cezalandırılan, işsiz bırakılan ama ateşlerin ortasında dimdik insanlık onurunu koruyanlardandı...
O sevgili bir arkadaştı: kah gençlik hareketinde, kah kadın hareketinde, kah partide, kah gazetedeydi... Her zaman ve her yerdeydi - kırılıp üzüldüğünde, farklı görüşler ifade ettiği için işten atıldığında belki kısacık bir süre sessizleşir ama kendi küllerinden yeniden doğan bir Anka Kuşu gibi yeniden havalanırdı gökyüzüne...
(...) Kabul etti ve yüreğini her zamanki dobracılığı, aldırmazlığı ve hayatı dört elle kavrayışıyla açtı bize...
Şefika Münür ya da Şefika Beren... Nam-ı diğer Şefika Yaşar... Hangi sene doğduydun?
1960 yılında doğdum, "sömürge" değil "cumhuriyet çocuğu"yum! 5 Nisan doğum günüm... Lefkoşa'da doğdum, Yenicami'de, Karababa'da... Yenicami İlkokulu'nun hemen yanındaki bir evde...
O "Karabuba Sokağı" daha devam eder... Bölünmemiş midir yoksa bölünmüş müdür?
"Karabuba Sokağı" A ve B diye iki sokaktır. İki sokağın kesiştiği yerde bir yatır var "Karabuba" diye, insanlar gider adak adarlardı, mum yakarlardı... Oradan aşağısı Mutallibin Fırınına doğru uzanan Karabuba A, bizim oturduğumuz sokaktı, Yenicami İlkokulu'nun arkasına uzanan sokak da Karabuba B sokağıydı... Ben 1960'ta o evde doğduktan sonra, annem Türkiye kökenli olduğu için bir süre Türkiye'de kaldık ama kendimi bildiğim yaşlarda gene Karabuba Sokağı'ndaydık, hayatım orada geçti diyebilirim, gençliğim, çocukluğum o sokakta geçti, hala anısı var...
(...)
Karma bir yer miydi yoksa sadece Kıbrıslıtürkler mi yaşardı?
Hatırladığım kadarıyla sadece Kıbrıslıtürkler vardı, bildiğim kadarıyla, çok iddialı olmayım ama, bizim sokakta daha önce Rumların kaldığı evler yoktu ancak arka sokağımızda, Devecilerin olduğu sokağa doğru, eskiden 63'ten önce Rumların olduğu söylenen, yaşadığı söylenen yerler vardı ama bizim sokağımız Türk'tü, kozmopolit bir yapı yoktu...
(...)
Baban ne iş yapardı?
Babam memurdu... 1963'e kadar Girne hastanesinde, karma hastanede çalışırdı, 63 olaylarından sonra bir süre Lefkoşa hastanesinde çalıştı, sonra santral memuru olarak çalıştı. (...) Annem terziydi. (...) Bir erkek kardeşim, bir kızkardeşim var, üç kardeşiz. Ben ortancayım...
Çok küçüktün 63'te, herhalde bir şey hatırlaman...
Çok hayal meyal, flu şeyler hatırlarım Sevgül. Bundan da emin değilim... Biz 63'te Tantin'in Hamamı'nın orada oturuyorduk. Bu hatırladığım şeyler benim hatırlarım mı yoksa anlatılanların etkisinde kalarak yaşadığım şeyler mi çok emin değilim çünkü 3 yaşındaydım. Ama kaldığımız evin dört tarafı açıklıktı, başka evlerle bitişik değildi ve biz o evde mahsur kalmıştık karşı komşularımızla birlikte. Aşağıda bir bodrum vardı ve biz oradaydık. Bir çaydanlık hatırlıyorum, o eski çaydanlıklardan, üstten saplı. Ondan annemin bize su döktüğünü, bodrumun içinde büyüklerin emekleyerek yürüdüğünü ve bizim hiç yerimizden kalkmadığımızı hatırlarım. Ama bunlar benim hatıralarım mı yoksa anlatılanların etkisiyle yaşadığımı sandığım bir şey mi, ondan çok emin değilim... 63 olaylarından sonra orayı terk ettik işte, 9 ay Atatürk İlkokulu'nda kaldık göçmen olarak, sonra Karabuba'daki o evi kiraladık, orada yaşamaya başladık...
(...)
Eski surlariçi Lefkoşası'nın tam içinden bir çocuktun yani...
Evet, orayı çok da seviyorum yani. Şu an çok rahatsız edici bir görüntüye sahip olmasına rağmen çok seviyorum. Olanak bulursam gene orada yaşamak istiyorum. Çocuklarımı götürüyorum, gösteriyorum o daracık sokakları... O zaman bize çok büyük görünürdü o sokaklar, şimdi gidip bakıyorum, daracık daracık sokaklarmış... Ama çok keyifli, çok sıcak bir yaşam vardı... Yani komşuluklar, ilişkiler, herşeye rağmen... Bir sürü kavgalar olurdu kadınlar arasında, eminim sen de yaşamışsındır.
Ama bütün bunlara rağmen bir sıcaklık vardı, bir sevecenlik vardı, bir paylaşma vardı. Şimdi artık günümüz yaşantısında bunlar yok. Herkes kendi evinde, işinde, gücünde, aileler bile çok sık biraraya gelemiyor. Ve ben buna üzülüyorum çünkü ben kalabalık yaşamayı seven bir insanım, hep çevremde arkadaşlarım olsun, ailem olsun, dostlarım olsun, yenilsin-içilsin, sohbetler edilsin, bunu seven bir insan olduğum için bana bugünkü yaşam, o eski yaşamdan kopuk geliyor, uzak geliyor. Gene de yapmaya çalışıyoruz, hele bu kapıların açılmasıyla birlikte birazcık da bu olanağa kavuştuk, kalabalık yaşamaya çalışıyoruz mümkün olduğunca...
(...)
Ben mesela seni eğer yanılmıyorsam BRT'de hatırlarım... Sanki metin okurdun, çocuk oyunları veya... Çok güzel bir Türkçen vardı ta başından, o annenden mi kaynaklanırdı?
Değil... Annem çok okurdu, hep iyi şeyler mi okurdu? Değil tabii, Tommiks Teksas da okurdu ama onun o okuma tutkusu bana geçti herhalde. Ta çocukluğumdan okumayı çok seven bir insanım. Çocukluğumda hatırlarım, harçlığımla Kurtuluş Kitabevi vardı Yenicami İlkokulu'nun yanında, ben gidip harçlığımdan biriktirdiklerimi oradan kitap alırdım. Zaman zaman da veresiye alırdım, bir sonraki harçlığımdan ödemek üzere. Kemalettin Tuğcu'nun bütün kitaplarını okudum, o dönem popüler olan bütün çocuk kitaplarını okudum, Kurtuluş amca beni çok severdi, zaman zaman parasız verdiği de olurdu benim bu okuma şevkim karşısında! Ama kitabı çok yıpratmadan geri götürmek kaydıyla özellikle alamadığım kitapları verirdi. Oradan geldi. Sonra babamın bir arkadaşı vardı, Allah rahmet eylesin, Arap Ali diye... Cemaat Meclisi'nin altında eski Kaptan'ın Büfesi'nin olduğu yerde büfesi vardı. Oradan İlk Sahne'ye kahve falan götürürdü.
İlk Sahne, kütüphanenin altındaydı... Orada da görürdüm seni, demek ki metinleri orada da okurdun...
Evet... Bilmiyorum nereden böyle birşeye vardı Arap Ali, gözlemleri mi çok iyiydi? Tekin Akmansoy Kıbrıs'a gelecekti ve bir çocuk tiyatrosu oluşturulacaktı, bunun için seçmeler yapılacaktı... Beni oraya gitmeye teşvik etti. Gittim... İlk Sahne'nin sahnesi de Atatürk İlkokulu'nun altındaydı, orada seçmeler yapıldı. Tekin Hoca çok beğendi ve seçilen çocuklardan biri de bendim...
(...)
Konservatuara gitmeye nasıl karar verdiydin? Mesela annen baban ne dediydi?
Çok karşı çıktılar, özellikle babam çok karşı çıktı, çok kızdı. Hele 15 yaşında bir kız çocuğu olduğunuz zaman daha da kötü olur, ana-babalar için çok kolay değildir o yaşta bir çocuğu gurbet ellere göndermek. Benim bir şansım vardı işte, annem Kıbrıs'tan giden Türkiye kökenlilerden olduğu için, anneannem, dedem, dayılarım oradaydı. Onların yanında kalmak koşuluyla gidebildim. Ankara'da yaşıyorlardı onlar, böylece babamı kandırmış olduk! Zaman zaman, tiyatroyu çok sevmeme rağmen, keşke babamı kandırmasaydık dediğim zamanlar da oldu!
Niçin?
Yapamadığım için, kendi mesleğimi sevdiğim kadar yapamadım. Başka bir meslek olsaydı belki yapabilirdim, kimseye ihtiyaç duymadan diye düşündüğüm zamanlar da oldu... Ama gene de tiyatro okumaktan çok memnunum, bana özgüven kazandırdı...
O dönemler nasıldı Ankara?
O dönemler çok soğuktu bize göre! 1975'te gittim ben, ortaokuldan sonra. Benim ilk gittiğim yıllar, gençlik hareketlerinin yeni yeni filizlendiği yıllardı. İlk yıllarımda çok fazla ilgimi çekmedi çünkü çok daha çocuktum, farklı şeyler vardı kafamda. Okul ortamımız çok daha farklıydı...
Bu Ankara Devlet Konservatuarı mıydı?
Evet, Ankara Devlet Konservatuarı Cebeci'de... Güzel bir eğitim hayatım oldu. Şu anda bir sürü sınıf arkadaşımı, okul arkadaşımı dizilerde görüyorum...
Mesela?
Mesela bunlardan biri şu anda Devlet Tiyatroları Genel Müdürü'dür, Lemi Bilgin benim sınıf arkadaşımdır... Asmalı Konak'ta oynayan bir arkadaşım vardı, Ali İpin diye. Dönem arkadaşlarımızdan var. Mesela Mehmet Ali Erbil bizim dönemdendi, Zühal Olcay'lar, Haluk Bilginer'ler, bunlar hep bizim abilerimiz, ablalarımızdı o dönem... Onları görünce hep keyif alıyorum!
Demet Akbağ?
Demet Akbağ Ankara'dan değildir, sanıyorum İstanbul'da Müjdat Gezen Tiyatro Okulu'ndandır...
Çünkü onun hallerini sana çok benzetirim de onun için sorarım!
O da benim gibi biraz çılgın tipli görünür!
(..)
1 Mayıs'larda, 1 Eylül'lerde... Seni hatırlarım, şiir okumanı hatırlarım, geceyi kutlamak için toplanan insanları alıp sürükleyişinizi, organize edişinizi hatırlarım... Yani çok iz bıraktı o şiirler, o ses...
O bir duygu aslında... Orada o kadar insanın yüreğinin seninle attığını düşünüyorsun. O günleri gerçekten özlüyorum çünkü orada çok gerçek bir dostluk vardı, sıcak bir dostluk vardı, çıkarsız bir ilişki vardı çünkü ortada bir çıkar yoktu zaten. Pasta büyüdükçe, bu pastadan nemalanmaya çalışan insan sayısı arttı ve o eski dostluklar, o eski sıcak ilişkiler yaşanmıyor. Yani biz eskiden sırtımızı arkadaşımıza dayayıp ölüme giderdik!
Gözümüzü kırpmazdık! Geride bırakacaklarımızı düşünmezdik ama şimdi böyle bir şey yok! Bunları kimseyi suçlamak anlamında da söylemiyorum, o kadar değişiyor ki yaşam, dünya, beklentiler... Çok da suçlamak istemiyorum... Belki aynı şartlarda ben olsam bugün aynı şekilde davranırım diye düşünüyorum, bilmiyorum ama o günleri gerçekten özlüyorum, o sıcaklığı, o dostluğu, her şeyi paylaşmayı...
İyi olan şeyleri de paylaşıyorduk, kötü olanı da.. Cebimizdeki üç kuruşu paylaşıyorduk, sigaramızı paylaşıyorduk, her şeyimizi paylaşıyorduk, belki de o duygunun getirdiği bir şeydi o. İnsanları eğer öyleyse, dediğin gibiyse, o duygunun getirdiği bir şeydi.
Ritsos'un "Barış"ını okurdunuz...
Evet, Barış Burcu'yla birlikte... O dönem kültür gecelerini düzenlemek biraz da bizim üstümüze kalmış birşeydi, Barış vardı, ben vardım, Pembe vardı... Çok da memnunum, güzel günlerdi, keyifli günlerdi... Bütün zorluklarına rağmen güzeldi, bütün baskılarına rağmen güzeldi.
Ama şimdi sorarsan, o günleri tekrar yaşar mısın diye, düşünürüm yani... Hem geride kaldı, hem de bugün hayattan beklentilerin, sorumlulukların, o günküne göre çok daha farklıdır... En azından o zaman benim iki tane çocuğum yoktu, şimdi iki tane çocuğum var, aynı çılgınlıkları göze alır mıyım diye şu anda düşünüyorum...
(...)
Ne hissettiydin mesela sahneye çıktığında?
Sevgül sahneye çıkmak bambaşka birşeydir, duyguların anlatılabileceğine inanmıyorum. Çok olağanüstü diyebilirsin ama anlatamazsın, yaşaman gerekir o duyguyu hissedebilmek için. Gerçekten güzel birşeydir - eğer kendinizi tiyatro sanatçısı olarak gördüyseniz, bunun eğitimini aldıysanız, o zaman onu yaşamak istersiniz sahnenin üstünde.
O günler çok güzel günlerdi... İyi bir ekip de vardı orada... Osman vardı, Erol abi vardı, Yaşar vardı, Işıl vardı... Gülgün diye bir kız vardı, belediyede çalışıyordu, sonra onu tiyatroya kadrolu olarak da aldılar yanılmıyorsam. Şu anda napıyor bilmiyorum, galiba evlenip Amerika'ya gitti. Oyunlarımızın bazılarında başka dıştan gelen insanlar vardı, Kemal Tunç'u hatırlarım, Yücel Köseoğlu'nu hatırlarım, Barış Burcu'yu hatırlarım, daha bir sürü insan... Keyifli birkaç oyun oynadık...
(...)
Neler hatırlarsın o dönemin DGD'sinden? Neler yapardınız?
Eğitim çalışmaları yapardık, kültür geceleri yapardık, hiç unutmadığım birşey var, Filistin'de, Lübnan'daki kamplarda o İsrail'in baskın yapıp çok sayıda insanı öldürdüğü dönemde...
(...)
Barış ve Federal Çözüm İçin Kadın Hareketi...
Barış çok gündemdeydi ve farklı bir örgütlenme düşünmüştük...
1987-1988'di sanırım...
Evet, Barış ve Federal Çözüm İçin Kadın Hareketi'ni kurduk, çok geniş bir kitleye yayılmıştı - o günkü kıstaslarla söylüyorum bunu, genişliği darlığı... Sonra orada da tabii bir takım sorunlar yaşadık. Aynı mentaliteler gene vardı, belki bizde de vardı, ben tümüyle hep başkalarına yüklemek istemiyorum, belki bizim de kafamız yeterince net değildi, yeterince savunamadık, anlatamadık ki bu noktaya geldik...
Ben biraz da çabuk alınan bir insanım, çok kolay incinirim, incindiğim zaman da kendimi geri çekerim. Herkes beni çok cazgır olarak görür ama çok kırılganım... Dostlarımla çatışmak istemem, mümkün olduğunca bunu geciktirmeye çalışırım, çatışmamak için de kendimi geri çekerim. Bir dönem kendimi geri çektim... Sonra zaten evlendim...
(...)
Turgut'la herhalde hareketin içinde tanıştıydın...
Partide tanıştık! Sonra evlendik, bir kızımız oldu. Ben o dönem Yenidüzen'de çalışıyordum, Turgut inşaat müteahhitliği yapıyordu, tabii benim yaşadığım baskılar, onun üstünde de vardı. Ekonomik olarak zor koşullardaydık, birşey yapmamız gerekiyordu çünkü artık sorumluluğunu aldığımız birisi vardı hayatımızda.
Biz bir sürü şeye dayanabilirdik belki ama onu kendi isteği dışında bir dayatmayla karşı karşıya bırakamazdık diye düşündük. Bir sürü seçenek arasından güneyde yaşamayı seçtik çünkü ikimiz de Kıbrıs aşığıyız, Kıbrıs'tan uzaklaşamayız. Ve sonuçta burada kendi ülkende yaşıyorsun, bu ülkenin vatandaşısın. İngiltere'ye ya da başka bir ülkeye gidip bir yabancı gibi yaşamak belli bir yaştan sonra insana çok ağır ve zor gelir. Karar verdik buraya geldik, güney Kıbrıs'a...
Güneye ne zaman geldiniz?
1991 Temmuzu'nda geldik... (...) Evet, aslında bu çok cesur bir karardı çünkü çok az Kıbrıslıtürk vardı o dönem bu tarafta yaşayan... Evet, çok cesurdu hatta gereğinden fazla cesurdu!
Bugün aynı durumda, aynı şeyi yapar mıyım diye düşündüğümde, evet diyemiyorum, hayır da demiyorum ama evet diyemiyorum. Biraz gözükara atladık geldik, iyi de etmişiz. Hiç pişman olmadım, burada yaşıyor olmaktan pişman olmadım. Yoksa bir sürü sıkıntı vardı. En başta aileden, arkadaşlarınızdan uzaksınız, çok dar bir çevrede yaşamak zorundasın.
Bir de Türkçe meselesi var... Ben mesela şunu fark ettiydim: barikatların kapalı olduğu uzun yıllar boyunca gelirdim, sizi bulurdum güneyde. Başka arkadaşlarım vardı ama niçin gelirdim sana? Çünkü Türkçe, en iyi orada ifade edebilirdim kendimi!...
Sevgül şunu her zaman söylemişimdir: her dili bilebilirsiniz, her dilde sohbet edebilirsiniz ama dostluk bir süreç işidir. Belli bir zaman gerekir bir insanın dostunuz olabilmesi için ya da sizin bir insanın dostu olabilmeniz için... Bu eksik olan biraz bu taraftı - o süreç gerekiyordu.
İlk yıllar çok çok zorluk çektik, yani hem ekonomik olarak sıfırdan bir hayata başladık, hem çok kapalıydık, bir sürü şeye ulaşamıyorduk. Düşün ki ailemle görüşmek için İngiltere'deki arkadaşlara telefon açardık, onlar Kıbrıs'a telefon açarlardı, onların iyilik haberlerini alırlardı ve geri bizi ararlardı, "Tamam iyidirler" veya biz iyiyiz diye onlara iletirlerdi.
Sonra bu yaklaşık 1994 yılına kadar böyle sürdü. İlk kez 94 yılında kuzeye gittim, oğlum doğmuştu, onu sünnet ettirmek gayesiyle... Tabii ben geçebildim, Turgut'a izin vermediler, "O gittiği yoldan gelsin" dediler! Ben çocuklarla geçtim birkaç sefer, bu da 93'teki DP-CTP hükümetinin bir lütfu gibidir bu da. Yani onlar olmasaydı hükümette, böyle birşey olabileceğini sanmıyorum.
İlk geçtiğinde ne hissettiydin, hatırlar mısın?
Bir garip bir şey oluyorsun... Bir defa herkes Türkçe konuşuyordu etrafımda - yani birden "Nerdeyim?" diye soruyorsun, tanıdık bir yer ama o kadar alışmışsın ki Rumca konuşulmasına etrafında... Garip geliyor sana. Sonra sokakta tanıdık insanlar görmeye başladım, beni çok mutlu etti. Yani belki ismen tanımıyordum, cismen tanıdığım insanlar vardı.
Tanıdığım binalar vardı. Ama en büyük şoku kızım yaşadı! Barikattan aldılar bizi, annemin eve geldik, oturduk. Annemin arkada bahçe vardı, kızım oraya çıktı. Yan tarafta da hemen bitişik evde bir komşusu vardı annemin, yaşlı bir hanım... O kadın Seren'in bebekliğini bilir, doğduğu dönemi. Tabii görünce Seren'e seslendi, "Noldu nenem?" diye, Seren koşturarak içeri girdi, "Anne!" dedi "Burada herkes Türkçe konuşur!..."
Tabii biz kahkahalarla güldük çünkü onun için inanılmaz birşeydi! Sonra tabii daha sonraki yıllarda geldik gittik, ondan sonra bize izin vermemeye başladılar. CTP hükümetten gittikten sonra izin vermemeye başladılar.
Uzun yollardan geldik. Bir keresinde ölçmüştüm. Benim evimle annemin evinin arası 22 kilometreydi ama biz o 22 kilometreye gidebilmek için 19 saat ve yaklaşık 2 bin-2 bin 500 dolar para ödüyorduk! Ta geri oraya gelmek için de... Larnaka'dan Atina'ya, Atina'dan İstanbul'a, İstanbul'dan Ercan'a! Halbuki 22 kilometre arabayla yani! Traji-komik olaylar da yaşadık... Sonra şimdi kapılar açıldı...
Kapıların açıldığını duyduğunda ne hissettiydin? İnandı mıydın? İnanabildi miydin? Ne yapardın o gün?
O gün evdeydim, misafirlerim vardı... Bir telefon geldi, "Biz barikattayız gel bizi al" diye arkadaşlar telefon açtı. Ben de dalga geçerler sandım çünkü bir gece önce açıldı demişlerdi kapılar... Ondan önce bir de Pile hikayesi var. Pile'ye izinsiz gelme başladıktan sonra belli bir rahatlıktı bu bizim için, gidip Pile'de dostlarımızla, ailemizle görüşebiliyorduk, bu olanak vardı.
Bir de şu vardı: sen kuzeyi benden çok daha iyi izlerdin, radyoları, televizyonları, gazeteleri... Kim ne yapar, ne yazar falan. Ben her geldiğimde şok olurdum çünkü benim hiç duymadığım ya da dikkatimi çekmeyen ayrıntıları sen bilirdin...
Tabii çünkü biz uzak olduğumuz için bir açlık hissediyoruz Sevgül ve herşeyi didik didik etmek zorundayız. Bir şansımız da benim işyerime tüm gazeteler geliyor, günlük, haftalık gazeteler, bütün bunları okuma ve izleme şansım var. Burada bir politik-sosyal hayatın içinde de olmadığın için çok zamanın da var bu anlamda ve inceleyebiliyorum.
Ama 22 Nisan gecesi biz arkadaşlarla buluşmak için Pile'ye gidiyorduk, yoldaydık. Ve bana bir telefon geldi kardeşimden, dedi ki "Salih Taşkın barikata gidiyormuş, barikatlar açılmış, git onu al!" Ben de dedim ki "Vuslat başka bahara, ben Pile yolundayım! Yarını beklesin!" Sonra kapılar açılmamış tabii, bunu öğrendiğimde hayal kırıklığı yaşadım, açıldı, açılmadı. Ertesi gün birden böyle barikatlardan boşanırcasına bir akım oldu...
(...)
Sen düşün yıllarca gençliğin hareketin içinde geçti, sonra bir anda buraya geldiğinde her şeyin dışındaydın...
Çok büyük boşluk hissettim ilk geldiğimde...
Orada da bir boşluk bırakıp gittin... Ama burada ne yaptın?
Oradaki boşluk konusunda ben birşey söyleyemem...
(...)
Bir de dil herhalde...
Dil problemi de tabii... Ama onu bir şekilde, şu veya bu şekilde aşabilirsin ama eğer kendimi ifade edemeyeceksem, orada olmanın bir anlamı yok. Kendimi ifade ettiğim zaman da çok değişik şeyler yaşayabilirdim, bunu da göze alamadım açıkçası. O yüzden de çok böyle bir örgütsel hayatım olmadı...
(...)
Avrupa'nın etkisi olmayacak mı? Çünkü Yunanistan'da da 10-15 yıl önce çok daha farklıydı insanların tepkileri, yaşam tarzları falan... Ama bir süreç yaşıyorlar AB'de ve o çokkültürlülüğe, farklılıklara şimdi çok daha fazla tolere edebiliyorlar - elbette Papandreu'nun etkisi de var, o da tam bir Avrupalı gibi davrandı falan filan...
Belki de buradaki toplumun şanssızlığı diyebilir miyiz- şu andaki yönetim olarak baktığımızda... Çok da Avrupai bir yönetim yok, en azından en üst düzeyde söylersek, çok da Avrupai bir yönetim yok, o kırılabilirse belki bir sürü şey arkasından gelebilir. Süreçle belli bir noktaya gelebilir ama bu ne kadar sürer? Biraz bu anlamda, değerler anlamında bağnaz bir toplum...
Mesela burada çok büyük bir OXI kampanyası vardı geçen sene... Her taraf donatılmıştı - o kadar ki sanki yani şiddet dolu bir kampanya gibi algılardım ben geçtiğimde mesela... Fiziksel şiddet değil, değneği alır da başına vurur değil ama sadece görüntü rahatsız ediciydi benim için...
Bir terör vardı ortalıkta, sinsi bir terör vardı ortalıkta. Doğrudur. Ben arabama EVET etiketi yapıştırıp gezdim ama epey de küfür yedim yani! Biraz şunu hatırlatıyor bana: 80'li yılların sonuyla 90'lı yılların başında bizdeki seçim kampanyaları gibiydi buradaki hikaye de yani, böyle bir terör dalgası vardı toplumun üstünde, silahlı olmayan bir terör, baskıcı anlamda bir terör dalgası vardı, doğrudur. Okullarda öğrenciler baskı altına alınmıştı, öğretmenler baskı altına alınmıştı, toplumun kendisi baskı altına alındı, her tarafta, bütün kanallarda bir HAYIR propagandası vardı ve kapılıp gittiler...
Şimdi nedir Şefika? Şimdi ne hissedersin?
Çok farklı bir şey yok Sevgül, şöyle bir şey: Avrupa'ya girerek her şeyden kurtulacaklarını düşünüyorlardı. Bugüne kadar gelen süreçte de bunu destekleyen yanlar var. Ben tabii Kıbrıslırumları çok fazla kınamıyorum HAYIR dedikleri için. Ben de elimdeki şeyleri kaybetmek istemem, bu çok anlaşılır bir şeydir.
Bu kadar yıldır, yalnız yönetmeye alışmışsınız ve şimdi birileri gelip sizin evinize ortak olmak istiyor. Bu kolay kabul edilecek bir şey değil. Ve ben hep şunu söylüyorum: Biz Kıbrıslırumların yerinde olsaydık Kıbrıslıtürkler olarak ne yapardık, önce bunu sorgulamamız gerekiyor.
Biz asla yapmazdık, benim bu konuda çok kesin görüşüm vardır ki yok, HAYIR çıkardı çünkü elindekini veriyorsun. O elindeki ne kadar senindi, o başka bir şey, onu tartışmıyorum, Ama sen 30 yıldır kendi başına yaşıyorsun, biri gelip evinin içine müdahale edecek, onu da yapacak, bunu da yapacak... Bu kolay kabul edilecek bir şey değil. Bunu anlamak lazım, anlamaya çalışmak lazım. Bu sıkıntıları nasıl giderebiliriz, onun yolunu bulmak gerekiyor...
Sence öyle bir girişim var mı? Ben göremiyorum pek o "anlama" konusunu... Çünkü kuzey de başka bir yere sürükleniyor gibi yani...
Şu var: duyarlılıkları anlayan insanlar var kuzeyde ama bu siyasi bir tavır olarak görülmüyor. Çok yadırgadığım bir şey var, daha önce ne duyuyorsaydık Denktaş'la Eroğlu'ndan, bugün de aynılarını duyuyoruz bir takım insanlardan. Yani artık bunu aşmak gerekiyor diye düşünüyorum, en azından ifadede. Belki doğrudur söylenenler, her şeyin önündeki engel Papadopulos'tur, işte ne bileyim Rum tarafıdır. Ama bunu ifade ederken seçtiğimiz kelimelere dikkat etmemiz gerekiyor. Çünkü yarın bumerang ters döner ve o topluma hade kalk dediğin zaman kaldıracak bir toplum bulamazsın.
"Papadopulos'a hayır", "Rumlar'a hayır"a dönüşüyor giderek...
Benim annemin bir lafı var, "Ne söylediğin değil, nasıl söylediğin önemlidir" derdi... Biz de buna dikkat etmek zorundayız. Yani insanlara sürekli "Papadopulos tu kaka, Rum yönetimi tu kaka, şu tu kaka, bu tu kaka"ysa, biz kiminle barış yapacağız?
(...)
Şimdi baktığında gelecek on yıl için, neler hissedersin? Yani birşey görür müsün ufukta önümüzdeki on yıllık dönem için?
Annan Planı'nın son versiyonu çıktığında bir laf söylemiştim, dedim ki "Ya dünyada şu anda etkin olan güçler bu anlaşmayı vuracaklar bu toplumun başına ve kabul ettirecekler ya da çözüm istemiyorlar!" Çünkü bu çıkan versiyonun başka türlü izahı yoktur. Bugün de aynı şeyi söylüyorum: Eğer o güçler, ellerinde o güç varsa ve bu toplumun başına vurup bunu kabul ettireceklerse, bir ışık görünüyor ama o ışık ne kadar sağlıklı ışık olur, onu da bilemem.
Çünkü bazı şeyleri, tekrar söyleyeceğim, ANLAYABİLMEK gerekiyor. Bir an olduğunuzdan sıyrılıp kendinizi karşıdaki insanın yerine koyup öyle düşünmek gerekiyor. Ha Kıbrıslırumlar çok mu mükemmel? Yani bütün onları verirsek evet mi diyecekler? Belki gene demeyecekler, onu bilemem ama önemli olan anlayabilmektir ve vicdanen rahat olabilmektir.
Tabii biz oy kullanmadık, o işin başka bir boyutu, EVET ya da HAYIR deme şansımız da olmadı ama ben gidip bu çözüme EVET deseydim vicdanımın bir yanı rahatsız olacaktı, HAYIR deseydim de öbür yanı rahatsız olacaktı. Gönül rahatlığıyla gidip de EVET ya da HAYIR diyebileceğim bir şey çıkmadı ortaya, benim bile! O zaman Kıbrıslırumlara baktığım zaman, HAYIR demekle bir haklılık yanları var, belki Kıbrıs Türk toplumu çok zor durumda kaldı Rumların HAYIR'ıyla, biz o duygusallıkla yaklaştık ve belki haklıyız da... Ama bu geldiğimiz noktada artık daha sakin, daha ılımlı, daha aklıbaşında ve daha empatiye dönük düşünmek zorundayız.
(...)
Gelecek için ne düşünüyorsun?
Şu anda bir şey düşündüğüm yok, olduğu gibi sürüp gidecek gibi görünüyor. Çocukların okulu var, kızım 15, oğlum 11 yaşında. İyi bir eğitim alıyorlar. O eğitimi sürdürmelerini istiyorum...
(...)
RIK'in Türkçe yayınlarında çalışıyordun, radyoda... Harika programlar yapıyordun...
Evet... "dum"... Ayırımcılık yok demiştim biraz önce, hissetmedik. Hissettiğimiz bir tek yer işyerimizdir. Çok ilginçtir. Yoğun bir ayırımcılık değil belki, ufak ufak şeylerde hissediyorsun bunu. Mesela kimse seni kaale almıyor, ciddiye de almıyor. Mesela en düşük maaşla çalışan biziz orada. (...) Sözleşmeli... Derdini anlatacak birilerini bulamıyorsun çünkü gözden çıkarılmış bir şey olarak... Hele şimdi televizyonda yeni bir programa başladılar, hani hayırsız ana-babalar vardır ya, yeni çocuk doğunca eski çocuğu tu kaka köşeye atarlar, biz o şekilde olduk. Televizyon programına ilgi gösterilmesin anlamında söylemiyorum bunları... Veya sendikalı yapılmadık, Türk olduğumuz için bizi sendikaya kaydetmediler. İşyerinin kooperatifi var, ona üye yapmadılar.
Bu durumda mesela sendikanın sağlıkla ilgili olanaklarından da yararlanamazsın...
Hiçbir şeyinden yararlanamıyorsun. Sorun bir şeyden yararlanmak da değil aslında...
Ama hakkın olan bir şeyi kaybediyorsun bir çalışan olarak...
Evet! Etnik kimliğinden ötürü sana yapılmış bir tavırdır bu. Önceleri çok ağır yaşadım, şimdi biraz amiyane bir tabirle sallamıyorum! Ben kendimi biliyorum, kendim gibi yaşıyorum, başkası nasıl istiyorsa, o şekilde hareket edebilir. Bu, benim burada karşılaştığım ciddi ayırımcılıklardan biridir ve hala sürüyor. Mesela dilekçe veriyorsun, yerine ulaşmıyor, bir yerlerde çöpe gidiyor. Meramını anlatamıyorsun. Şu anda bir şefimiz var mesela, Türkçe bilmiyor!
Ama Türkçe bölümünün şefidir!
Türkçe bölümünün şefidir ve benim yaptığım programın kalitesini kontrol ediyor! Nasıl oluyor, ben de bilmiyorum! Tabii işyerinde çok iyi ilişkiler de var, iş arkadaşların açısından, keyifli ortamlar açısından, yaptığın iş açısından - en büyük sıkıntımız da mesela nedir bizim dinlenme oranımız? Kim dinliyor? Nasıl dinliyor? Şikayeti var mıdır? Beğeniyor mudur? Yoksa küfür mü ediyordur? Bunları bilmiyoruz. Ama bunun için bir çaba da yok. Yoksa bugün artık o kadar kolay ki bir kamuoyu araştırması yaptırmak bu konuda! Ama böyle bir dertleri yok... Türkçe bölümü biraz anayasal zorunluluktan dolayı gelen bir bölüm olarak orada duruyor...
Ama onu geliştirme, oradaki insanların fikirlerini dinleme falan filan yok...
Hayır, hayır! Öyle bir şeyleri yok... Ben 91 yılında geldim, Temmuz'da geldim, Ağustos ya da Eylül'de işe başladım, işe başladığımda yaklaşık 20 kişiydik, şu anda 3 kişiyiz, 4 kişiyiz. Düşün, aradaki kaybı! Yani rakamsal olarak kayıp bile çok ciddi boyutlarda... Günde 11 saat yayın var, sabah 6'dan akşam 5'e kadar. Müzik ağırlıklı bir yayın, zaten eleman olmadığı için program yapılabilmesi de pek mümkün olmuyor. Eskiden çok hoş programlarımız vardı, çok iyi dinleniyorduk, insanlarla birebir karşılaştığımızda aldığımız tepkiler, iyi bir izleyici oranımız olduğunu söylüyordu ama şimdi sanmıyorum, tabii bunda hem bizim bölüm olarak geriye düşmemizin etkisi var, hem de orada özel radyolar, daha çok sesli yayınların olması nedeniyle, tüm bunlar etkili oluyor, düşürüyor...(SU/BA)
(*) Bianet'in Hamamböcüleri sitesinden kısaltarak yayımladığı bu röportaj 17-23 Şubat 2005 tarihlerinde Yenidüzen gazetesinde yayımlandı.