Fotoğraf: Ruken Tuncel
"Ülke hem sıkışmışlığı, hem umut yorgunluğunu hem de entelektüel ıssızlığı yaşıyor."
"Bu topraklarda demokrasi kavramı sadece seçimlerden ibarettir ama böyle devam edemeyiz."
"Savaş kararında devlet yeniden bildiğimiz geleneksel yüzyıllık reflekslerine geri döndü."
"Suriyelilere itiraz edenler, aydın geçinenler herkes topluma yalan söylüyor: Kimse topluma Suriyelilerin kalıcı olduğunu söylemiyor."
Bu sözler KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır'a ait. Yerel seçimlerle birlikte toplumda umutlar yeniden yükselirken; Türkiye yeniden bir savaş sürecine girdi. Son birkaç yılın savaşla seçim arasında geçtiği Türkiye'de, 'düze nasıl çıkılır, başka bir siyaset nasıl mümkün kılınır?' diye Ağırdır'a sorduk.
Türkiye'de siyasal alanın daraldığını vurgulayan Ağırdır, "Siyasetin doğallaşması gerekiyor. Yani dernekler ve vakıflar kanunundan siyasi partiler kanununa, toplantı yürüyüşler kanunundan fikir özgürlüğünü kısıtlayan kanunlara kadar hemen her şeyin yasal zeminde değişmesi gerekiyor. Böyle bir planı ya da projesi olan var mı? Ne iktidarda ne de muhalefette böyle bir proje var" dedi.
Bekir Ağırdır'ın bianet'in sorularına yanıtları şöyle:
"Ufuk kaybedildi, yerine konulabilen bir şey yok"
Türkiye son birkaç yıldır ya savaşta ya da seçimde, Türkiye neden bu iki gündem arasında sıkışıyor?
Bunun birkaç nedeni var. Birincisi siyasi iktidarın; ekonomi, işsizlik, Avrupa Birliği ile biten ilişkiler şeklinde sıralanan reel sorunların tartışılmasını istememesi. AB ile siyasi ya da diplomatik ilişkiyi kastetmiyorum. AB sadece dış politika sorunu değil, Türkiye’nin devlet ve toplum olarak kendine dair koyduğu muasır medeniyet standardının tanımıydı. Bu ufuk kaybedildi ve yerine konulabilen bir şey yok.
Suriye, dış politika, dünyanın karmaşası derken, biz reel sorunu konuşamıyoruz. Ayrıca siyasi iktidarın reel gündeme dair kendi projesi de yok. Benim kanaatim sorunları yönetemiyoruz. Akıntının içinde gidiyor gibiyiz. Çünkü siyasi iktidar bu reel sorunların her birini ülkenin 50 sene sonraki geleceği perspektifinden bakarak değerlendirmiyor. Kendi kişisel iktidarını sürdürüp sürdürmeme, iktidarına tehdit algısı var mı yok mu, üzerinden değerlendiriyor. Dolayısıyla 82 milyonu ilgilendiren geleceğimizin en kritik eşikleri olan sorunları, biz sadece bir kişinin geleceği üzerinden bakar hale geliyoruz.
İkinci tarafı ise; siyasi alanın daralması. Bu sadece siyasi iktidara bağlı değil. Yani memleketin meselelerini tartışabileceğimiz, müzakereler yapabileceğimiz, uzlaşmaların sağlanabileceği alan daralıyor.
Öyle bir mesele var ki; bir grubumuz ‘her şeyi sadece ve sadece siyasi iktidar istemediği için tartışamıyoruz’ moduna geçip bir kenara oturduk. Bir grubumuz da yenilenme ihtiyacına cevap olamama duygusunu barındırıyoruz, bir nevi herkes umut yorgunu diyebiliriz.
Dolayısıyla ülke hem sıkışmışlığı, hem umut yorgunluğunu hem de entelektüel ıssızlığı yaşıyor. Bunda sadece iktidarın değil, her birimizin büyük payı var.
"Henüz topluma bir yol gösteren yok"
Üçüncü katman ise; medya. Medya, bugün geldiği yerde herhangi bir tartışmanın, haberin ya da bilginin kaynağı değil. Bir algı operasyonun aracına dönüşmüş durumda. Bu nedenle sağlık bir tartışma yapılamıyor.
Dördüncü katman da muhalefet. Muhalefet de gerçek gündemin dışında. Onlar da iktidarın çizdiği gündeme göre hareket ediyorlar ve bunu başka bir noktaya taşıyacak politika üretemiyorlar. Yerel seçimlerde birazcık daha umutlanma ihtiyacını karşıladık ama Murat Meriç’in dediği gibi “Hakiki felaketler yapay umutlar arasına sıkıştı” bu nedenle reel gündemle ilişkimiz yok bir yandan.
Toplumlar böyle zamanlarda; hemen her konuda sıkıştığını, hanenin dirliğinin ve düzeninin risk altında olduğunu hissettiği dönemlerde, aydınlarına siyasetçilerine bakarlar ‘bana bir yol gösteriyor mu?’ diye. Henüz topluma bir yol gösteren yok.
“Demokrasinin kendisi çözüm değil”
Sözünü ettiğiniz siyasi alandaki bu daralma nasıl aşılacak, bir formülü var mı?
Olması gereken, ideal olan siyasetin doğallaşması. Yani dernekler vakıflar kanunundan siyasi partiler kanununa, toplantı yürüyüşler kanunundan fikir özgürlüğünü kısıtlayan kanunlara kadar hemen her şeyin yasal zeminde değişmesi gerekiyor. Böyle bir planı ya da projesi olan var mı? Ne iktidarda ne de muhalefette böyle bir proje var. Herkes halinden memnun görünüyor.
Halbuki Türkiye’nin sorunlarının hemen hepsi geniş toplumsal uzlaşmalar üretmeden çözülemeyecek noktalara gelmiş durumda. Belki farkında olmadıkları durum bu. Sorun olarak ortaya koyduklarımız tanımladığımız dünkü haliyle kalmıyor. Kendi içinde evriliyor, dinamikleri değişiyor ve çoğalarak geliyor. Herkesin kafasında 3 sene önce, 8 sene önce ya da 18 sene önce tanımladığı bir Türkiye ve sorun tanımı var ve o noktada kaldığı düşünülüyor. Bu karmaşık durum ancak bir toplumsal uzlaşıyla aşılabilir.
Sürekli olarak seçmenin “istikrar istediği” ifade edilir. Fakat bugün Türkiye’nin hiçbir sorunu istikrar üzerinden çözülemez. Bütün sorunları temsiliyeti ve katılımcılığı geniş tutmakla çözebiliriz. Demokrasinin kendisi çözüm değil; demokratik ortam, çözümleri üretmemiz için gerekli ön koşul. Siyasi alanın sadece partilerin ve parlamentonun işi olduğu gibi bir algı var ve seçimlerden ibaret. Evet! Bu topraklarda demokrasi kavramı sadece seçimlerden ibarettir ama böyle devam edemeyiz. Bunu anlamak istemiyorlar.
"Taşeron bulup işi çözdürme peşindeyiz"
Yani katılımcı demokrasinin esas alınması gerektiğini söylüyorsunuz.
Tabi ki. Örneğin Kürt sorununa Kürtleri dahil etmeden, işsizlik sorununa yoksulları, bütün sınıfları veya sermayeyi dahil etmeden kalıcı çözümler üretmek mümkün değil. Hayat ustam Tarhan Erdem’in dediği bir şey vardır: “Bütün meseleleri köy kahvelerinden başlayarak tartışmadan çözemeyiz. Çözdüğümüzü sanırız ama çözemeyiz.” Örneğin başkanlık sistemi diye öyle bir şey vadettiler ki, bütün sorunların çözümü gibi gösterdiler. Ne oldu, hiçbir sorun çözülmedi, her şey ortada duruyor.
Bütün bunlarda herkesin payı var. Sadece siyasi iktidara ya da muhalefete bağlamak kolaycılık olur. Karşımızda bir çağ değişimi var. Türkiye’nin önünde sanayi toplumu olmanın bin tane sorunu dururken, bir de bilgi toplumu olmanın sorunlarıyla karşı karşıyayız. Ve biz bütün bu karmaşayı bir kişinin çözmesini bekliyoruz. Şimdi de bir belediye başkanının çözmesini bekliyoruz. Metropollerin, kentlerin dahi ne kadar değiştiğinin farkında değil hiç kimse. Yani allame-i cihan bir insanı bile belediye başkanı seçsek olmayacağını kimse anlamıyor.
Sorunlarımızı 'kim çözer' diye tartışmayı bırakıp, sorunları hangi ilkeler ve hedefler doğrultusunda tartışırsak, kimin çözeceği de o tartışmadan çıkabilir. Ama biz hep bir ihale yapmak ve taşeron bulup işi çözdürme peşindeyiz. Bu bekleyişten hiçbir şey çıkmaz.
“İnsanlar Recep İvedilikleşmeye teşne hale geliyor”
İlk soruya tekrar geri dönersek, savaş ve seçim gündemi arasındaki sıkışmışlık toplumun psikolojisine ve tercihlerine nasıl yansıyor?
Aşama aşama değişiyor. Son beş yılda iki yerel seçim, iki cumhurbaşkanlığı seçimi bir referandum ve üç de genel seçim yaptık. Bütün bunların başlangıcında belirleyici olan şey kutuplaşmaydı. Kimlikler etrafında, giderek siyasete ve hayat tarzına dönüşmüş kutuplaşmalar belirleyici oldu. Bu nedenle sayılar çok belirleyici şekilde değişmedi. Fakat özellikle başkanlık referandumu ve 24 Haziran seçiminden itibaren öylesine vaat yüklemesi yapıldı ki, daha sonra sistemi öylesine savunanların dahi ceplerinde hiçbir eskiz olmadığı görüldü. Deneme yanılmayla giderken, bütün handikaplarına rağmen var olan sistem dahi çöktü. Karar süreçleri çöktü bürokrasi çöktü, parlamentonun işlevinin ne olup ne olmadığı belli değil.
"Her dört evden ikisinde hayat sıfır veya bir"
Bütün bunların yanında bir de ekonomik krizle karşılaştık. İnsanları soyut-ulvi 'Vatan millet Sakarya' diyerek başka şeylerle oyalayabilirsiniz ama insanoğlunun bedensel ihtiyaçları var. İnsanlar, en basit, en temel geçim ihtiyaçları dahi karşılamakta zorlanıyor. Şu an Türkiye’de 100 nüfus içinde istihdama dahil kişi sayısı 47. Bu 47’nin 8-9’u bugün işsiz, çalışabilen ise 39 kişi ve bu 39 kişiden işimi kaybedersem iş bulabilirim umudu taşıyan sadece 4’te biri. Dörtte üçü işini kaybederse iş bulamayacağı kaygısıyla yaşıyor. Bu duygu halinin insan ruhunda bedeninde evinde, sokağa çıktığı zamanki davranışlarında nasıl bir gerilime neden olduğunu ne tür psikolojik sorunlar ürettiğini kimse anlamıyor.
Türkiye insanının şu anki en büyük kaygısı gelecek kaygısı ve her dört insandan üçü, önündeki üç ayda ülkede veya kendi hayatında ekonomik sıkıntı bekliyor. Eylül ayı verisi olarak, her dört evin birinde gelir giderden eksik olmuş. Yani yarı aç yarı tok yaşamış. Her dört evden ikisinden fazlasında da hayat sıfır veya bir. Yani asgari ücrette olsa bin lirada olsa geliri var ve o gelire göre kurduğu bir hayatı var. Yani kaybederse hiçbir seçeneği yok. Ülkenin dörtte üçü bu koşullarda yaşıyor. İşte bunun etkisi yerel seçimlerde görüldü. Bizim tespitimiz; yerel seçimlerde tercihleri “negatif kimliklenme” belirledi. Kimse bir sadakat ya da şevkle oy vermedi. Herkes karşı olduğundan yola çıkarak gitti oy verdi. O yüzden de sayılar çok büyük oranda değişmedi. Ama müthiş bir biçimde değişme potansiyeli taşıyor. Çünkü her iki tarafta da duygusal olarak bir çözülme var.
"Toplum bambaşka bir aktör bekliyor"
Bütün bu sorunlar karşısında siyasetin sahiciliğini yitirmesi var. En önemlisi ve en ağırı da AK Parti’de yaşanıyor. Çünkü AK Parti seçmeninde çok ciddi bir sahicilik yitimi var. Dinlediği bir hikaye var bir de yaşadığı var. Ama öteki tarafa duyduğu nefretten kaynaklı da şimdilik geçiş yapmıyor. Bu gevşeme hali bu geleceğe kaygılı bakış hali bambaşka bir aktör bekliyor anlamına gelir. Kendi başına bu beş parti içinde çok büyük oynamalar olabileceğini ben beklemiyorum. Yani yirmiden 40’a fırlamalar olmaz. Hesapta olmayan başka bir aktör, bundan Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nu kastetmiyorum. Çünkü onlar da oyunu hala var olan kutuplaşmalar ve var olan formüller üzerinden götürmeye çalışıyorlar. Halbuki karşımızdaki hayat o formüllere sığmayacak kadar reel sorunlar ve reel vaatler içeriyor. Yani toplumun yerel seçimdeki bu hamlesi çok büyük sonuçlar üretmedi ama siyasi sonuçları büyük oldu, olacak da. Önümüzdeki seçimlerde bütün partilere çok daha sert tepkiler olabilir, tıpkı 2002’de olduğu gibi.
İnsanların tercihi var sorduğunuzda parti söylüyor. Ülkenin yarıya yakını ve asıl önemlisi 30 yaş altı gençlerin büyük çoğunluğu bu siyasi aktörlerle bu siyaset zemininde sorunların çözülemeyeceğini söylüyor. Bunun ürettiği umutsuzluk sadece siyasete negatif bakışı üretmiyor. Sokakta hukuk dışı davranmayı, makulün dışında davranmayı da meşru kılıyor. Yani insanlar Recep İvedilikleşmeye teşne hale geliyor.
“Savaş kararının arkasında Devlet de var”
Peki içerde ekonomik kriz bu noktadayken, Meclis daha yeni açılmış ve Yeni Yargı Reformu paketi tartışılırken, çözülmeyi bekleyen bu kadar sorun varken niçin Suriye’ye operasyon kararı alındı?
Bu kararın birkaç katmanı var. Kararı tek başına Erdoğan’ın aldığını söylemek doğru değil bence. Erdoğan kadar devlet de bu kararın arkasında yer alıyor. Çünkü dünyadaki bütün gelişmelere güvenlikçi bir yerden bakılıyor. İkincisi Erdoğan en başta sorun diye tanımladığımız meseleleri zaten sorun olarak görmüyor. Mesela Berat Albayrak’ın power point sunumlarına baktığımızda ekonomik kriz bitmiş, işsizlik de çözülecek diyor. Bir buçuk milyarı verip Ali Ağaoğlu’nu kurtarınca, onun istihdam edeceği 20 bin işçi sayesinde işsizlik sorununun çözüleceğini sanıyorlar.
“Devlet yüzyıllık reflekslerine geri döndü”
Tayyip Erdoğan’ın siyasi bir zafer elde etmek adına da Suriye’ye girdiği dile getiriliyor. Buna yorumunuz ne olacak?
Bu çok doğal. Tarih boyunca bütün siyasetçiler bunu tercih etti. Erdoğan’da da bunu ilk kez görmüyoruz. 2013’den beri süren bir durum var. Tek başına AK Parti, 100 kişiden 45’nin oyunu alabilirken; bugün ancak MHP ile beraber 50’yi tutturabiliyor. Ama şimdi bu destek giderek gevşiyor. Bunu da ancak bu şekilde şoven bir dille kapatabileceğine dair bir kanaati var. 2014’den beri din ve milliyetçilik söylemleriyle devam ediyor. Bu söylemle buraya kadar geldi ve bütün seçimleri aldı ama görünen o ki böyle devam edemeyecek. En azından toplumsal destek anlamında devam edemeyecek. Bir daha seçim olursa bu destek de çok kritik noktada.
Bu yönde birkaç emare var; bugüne kadar muhalif kesimin seçmenleri sandığa giderken AK Parti kazanacak derlerdi. Şimdi ilk kez toplumda - hem muhalif blok da hem de gri alandaki seçmen- ‘bu sefer artık muhalefet kazanacak’ diyor. Bu 17 yılda ilk kez oluyor. Bu moral üstünlüğünün bundan sonra üreteceği başka dinamikler olacaktır. Savaş kararında devlet yeniden bildiğimiz geleneksel yüzyıllık reflekslerine geri döndü.
“Erken seçim için Erdoğan’ın kesin zafere ihtiyacı var”
Bu süreç erken seçim getirir mi?
Hayır, kasımda baskın seçim olacak gibi beklentiler var fakat ben üç-beş ayda seçim beklemiyorum. Toplumsal tabandaki gevşemeyi çözülme potansiyelini iktidar blokunun da gördüğünü düşünüyorum. Kendilerini güvende hissetmeden ya da kazanma ihtimallerini yükseltmeden seçime yükleneceklerini sanmıyorum. Muhalefetin de zaten kendi başına seçimi zorlayacak bir kapasitesi ve gücü yok. Ancak bütün bu sözünü ettiğimiz krizler öyle bir hale gelir ki; ülke siyaseten yönetilemeyecek bir noktaya gelir ve iktidar da bunu hisseder, o zaman seçime gidilir. Ama bu koşullar iki üç ayda oluşmaz. 2023’e kadar gidebileceğimizi sanmıyorum ama bir yıl içinde de seçim olabileceğini beklemiyorum, 2021 sonbaharından itibaren seçim tartışmasına başlarız, 2021 sonları ya da 2022’de seçime gideriz. Yani Erdoğan’ın seçimi erkenden zorlaması için kesin zaferlere mutlak başarılara ihtiyacı var. Bu illa ki Suriye’de olmak zorunda değil.
TIKLAYIN-Faik Bulut: Erdoğan Bir Zafere İhtiyaç Duyuyor
“Dün Kürtlerdi öteki bugün Suriyeliler”
KONDA temmuz ayında açıkladığı 100. Barometresinde Suriyelilerle yaşamak isteyenlerin sayısının yarı yarıya düştüğünü belirtti. Suriyelilere duyulan tepki 31 Mart seçimlerine de yansıdı. Eğer operasyonun ardından Suriyeliler geri gönderilecek olursa bu seçmen tarafından başarı olarak görülür mü?
Suriyeliler meselesi bu ülkenin en önemli toplumsal ve siyasi sorunlarından bir tanesi olmaya aday. Bunun sebebi Suriyeliler değil. O insanlar canlarını kurtarmak için geldiler ve buradaki hayatın vaatleri 3 sene sonra dahi oradaki hayatın vaatlerinden daha önde olacak. Sadece bu sebepten dahi dönmeyecekler. Ülkeyi yönetenler, medya, muhalefet, Suriyelilere itiraz edenler, aydın geçinenler herkes topluma yalan söylüyor. Suriyeliler dönecekmiş gibi bir izlenim veriliyor ve dönecekleri üzerinden bir dil tutturuluyor. Ve hala kimse topluma Suriyelilerin kalıcı olduğunu söylemiyor. İki toplumun birbirine uyumu üzerine neler yapılacağı tartışılması gerekirken, hala gidecekler mi kalacaklar mı, konuşuluyor.
TIKLAYIN-"Suriyelilerle Aynı Evi Paylaşırım" Diyenlerin Oranı Yarıya Düştü
Az önce sözünü ettiğim işini kaybedecek olursa işi bulamayacağı kaygısı taşıyan kesim, işsiz kaldığı zaman kayıt dışı, yarı paraya çalışan Suriyeli komşusunu hedef olarak görüyor. Üstelik bu hedef gösterilme siyasetten medyaya her kesim tarafından körükleniyor.
Düne kadar Kürtlerin üzerine kondurulan kötücül bakışlara ve ötekileştirmeye bugün Suriyeliler maruz kalıyor. Bu nedenle Türkiye toplumunun psikolojik bir sürece ihtiyacı var. Sorunlarımızla yüzleşmemiz gerekiyor, yokmuş gibi davranarak sorunu çözemeyiz.
Şimdi de bu savaş 2 milyon Suriyeliyi göndermek için yapılıyormuş gibi gösteriliyor ama böyle değil. Devletin kendi bekası ve güvenlik sorunu olarak gördükleri bir ideoloji uğruna yapılıyor. Suriyeler işin bahanesi.
TIKLAYIN-"Suriye'nin Geleceğine Suriyeliler Karar Vermeli"
“Kıbrıs’ın bedelini 50 yıldır ödüyoruz”
2011 yılında Suriye’ye girilirken ve Afrin operasyonu zamanında yapılan araştırmalar toplumun iktidara destek verdiği yönündeydi. Bugün de aynı destek söz konusu mudur?
Sürece bağlı, ilk anda o duygu kabarmasıyla destek yüzde 60-70’i bulabilir. Türkiye’deki milliyetçilik bir duygu hali ve ezberden ibarettir. Eğitim sisteminin ürettiği bir meseledir. Bizim birden fazla milliyetçilik araştırmamız var, bu araştırmalardan birinde Tansu Çiller’in [1993–2002 yılları arasında Doğru Yol Partisi genel başkanı, 1993–1996 arası başbakanlık görevini yürüttü] bir zamanlar meşhur “Kurşun atan da kurşun yiyen de devlet için şereflidir” sözünü ‘doğru mu?’ diye sormuşuz AKP’lilerle CHP’liler eşit oranda 'doğrudur' demiş. Söylemeye çalıştığım bu sadece bir partiye ait mesele değil. Çünkü hepimiz bütün dünyanın Türklere düşman olduğunu ve Türk kültürünü yok etmek üzerine faaliyet yürüttüğünü anlatan bir eğitim sisteminden geçtik.
Türk kimliğinin bir parçası da güvenlik arayışı, bu gerçeği kabul etmek şu açıdan önemli: Kürt meselesinde Kürtlerin kimlik taleplerini anlamak kadar Türklerin de güvenlik arayışını anlayarak doğru bir çözüm üretebiliriz. Yani tek taraflı bakarak olmadığını yüz yıldır deneyimliyoruz.
Bu savaşa da Türklerin güvenlik arayışı talebiyle ilk anda destekler yüksek olur. Fakat süreç uzarsa ve savaşın vaatlerine dair somut belirtiler ortaya çıkmazsa o zaman düşüşe geçer. Bu bütün süreçlerde böyle olmuştur. İktidar bloku ve askerin bütün bu süreci nasıl yöneteceğini göreceğiz. Ama onların hesap ettiği kadar kısa ve az zararlı olmayacağı da açık.
Kıbrıs Harekatı'nın bedelini neredeyse 50 yıldır ödüyoruz. Bu savaşa kalkışmanın da ülkenin geleceğini 50 yıl ipotek altına almayacağını umuyorum ama ciddi bir risk var. Çünkü bu savaşın vaat edilenleriyle maliyetleri arasında müthiş bir fark var. Bu ekonomik sıkıntının içinde bu kadar para harcamak işin bir tarafı, bir de denge denetleme mekanizmalarının çalışmadığı bir ortamda, savaş bahanesiyle iktidar her türlü tartışmayı kesmek isteyecek. Daha da önemlisi Kürtlerin psikolojisinde nasıl bir sonuç üreteceğini hiç kimse düşünmüyor. Asıl geleceğimiz için daha tehlikeli ve riskli olan da bu.
"Herkes kutuplaşmalarını sabit olduğunu düşünüyor"
Muhalefet partisinin tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? CHP tezkere görüşmelerinde ‘evet’ dedi. 28 Eylül’de düzenlediği Suriye Konferansı’nın sonuç bildirgesinde Şam ile görüşülmesi ve savaş değil diyalog yolunun tercih edilmesi gerektiği ifade edilmişti. CHP kaygılar barındırdığı için mi tezkereye ‘evet’ dedi?
Herkes toplumdaki bütün kutuplaşmaların sabit olduğunu düşünüyor ve siyaset bu sabitlikler içinde olacak sanılıyor. CHP de “Biz sekülerlerin partisiyiz ama muhafazakârlar çoğunlukta, oylarını almak için ne yapmalıyız, ya da milliyetçilerin oyunu nasıl alacağız” gibi mühendisliklere başvuruyor. Ama diğer taraftan her ekonomik sınıftan, dindarı, Kürdü, seküleri, farklı kümelerden insanların; insan haklarına saygılı, onurlu bir ortak yaşam gayesi var. Siyaseti onurlu yaşam hakkı, bir arada yaşamak üzerine inşa etseler zaten matematiksel hesaplara girmeyecekler. Çelişkiyi, devlet yurttaş arasındaki özgürlük alanının tanımı olarak tarif edecek olsa net bir cevap bulacak. Ama sorunu devlet ile yurttaş arasındaki gerilim olarak görmüyor.
"Kürtler oyun dışına çıkarsa CHP'nin kazanma ihtimali yok"
Kayyımlar da son dönem en çok tartışılan konular arasında. İktidarın kayyım atamalarıyla, HDP ve CHP’nin yan yana gelen tabanını ayırmak gibi bir amacı barındırdığı da sıkça dile getirildi. Hem tezkere hem kayyımlar HDP tabanını ve CHP ile HDP arasındaki teması nasıl etkiler?
Muhalefet bloku eğer HDP’yi böyle kenarda tutmaya devam ederse, Suriye’deki savaş durumuyla beraber Kürtlerin hala muhalefet blokunun yanında durup durmayacağı belirsiz. Eğer Kürtler küsüp oyun dışına çıkacak olurlarsa, o zaman muhalefet blokunun bugünkü matematik içinde kazanma ihtimali yok.
“AKP, MHP’den vazgeçemez”
Peki ittifaklar ne olur, cumhur ittifakı son seçimlerde istediği sonucu alamadı. AKP, MHP ile yola devam eder mi?
Eder, ittifak devam etmek zorunda. AK Parti artık yüzde 50’yi aşmak için ittifaka ihtiyaç duyuyor. MHP dışında da seçeneği yok. Çok itirazlar olduğunu rahatsızlık duyduklarını düşünüyorum ama AK Parti’nin MHP’den vazgeçtim deme ihtimali yok.
“Çözüm; hayata 95 cm’den bakmak”
Son olarak, Türkiye’nin düze çıkması için nasıl bir yol haritası izlenmeli?
Atatürk ve arkadaşları Sivas ve Erzurum kongresini yaptığı zaman her ildeki Milli Müdafa Cemiyetlerini onlar organize etmedi. Zaten her ilde onlar vardı. Herkes kendi bulunduğu mekanı korumak için örgütlenmişti. Yani o fotoğraflarda gördüğünüz dindarı, Kürdü, sadece Atatürk ve arkadaşlarının tahayyülüyle değil, bütün örgütler ortak ufuk koydukları için, Atatürk ve arkadaşları örgütlerin çabalarını kabul ettikleri ve ortak bir ufka ulaşalım dedikleri için o çoğulculuk vardı.
Bugün de Cerratepe’de Kazdağları’nda yerellerdeki o insan hakları mücadelesinden, o kıvılcımlardan, hiç ummadığımız bir anda büyük bir ateş ortaya çıkacak. O gün Türkiye başka bir ülke olacak. Bu kendi yerelinin, çocuklarının ürettiği çözümler ile -silaha sarılarak ya da başkaları istediği için değil- çocuklarının geleceğe ve umuda olan inancıyla olacak. Şu anki tek mesele o kıvılcımlar birbirinden habersizmiş gibi duruyor. Çünkü hala medya ve burjuvazi büyük aktörlere bakıyor.
İstanbul 95 ve İzmir 95 diye iki proje yürütüyoruz. “95”çocuk göz hizası, yani bir kente çocuğun göz hizasından bakmak. Kaldırımları merdivenleri ona göre yapmak. Yani hayata 95 cm’den bakmak. Fakat biz de herkes resme ulusaldan ve büyük yerden bakıyor. Halbuki 10 cm inelim ve yerele bakalım. Yerelde çok başka bir enerji birikiyor ve bu enerji sonunda açığa çıkacak. (RT)