“Hevalê Eziz
Êdî tu çare tune, mirin û çûyin li ber me ye
Eger em teslîm bin jî, qedera me mirin e
Em jî li ser riya kerwanê şehîda ne
Em hevûdu hembêz bikin,
Heqê xwe ji hev re helal bikin”
Mehmed Uzun / Destana Egîdeki
Eğer kin tutmak mümkün olsaydı, eğer intikam almak elverseydi, eğer çatışmanın oluru olaydı, hiç tereddüt etmeden; hatta ölümü kadiri mutlak görenlerin kızgınlığını üzerimde hissederek “Azrail Meleğine” tavır koyardım. “Başka işin yok muydu ulan, Mehmed Uzun’un canını tez elden alıp gitmekten öte” diyerek.
Sık, hem de çok sık görüşmelerimizin sona yakın olanlarından birinde “Kürt Halkı çok şanssız Şeyhmus” demiş ve eklemişti: “Görüyorsun işte, Yılmaz (Güney) en verimli çağında, en güzel filmlerini yapacağı anında aramızdan ayrılıp gitti. Ahmet (Kaya) göz göre göre o yiğit ve deli dolu onurlu evladımız infaz edildi. İşte ben. Tam zoru başardığım ve en önemli romanlarımı sırayla kafamda projelendirdiğim ve yazacağım anda Allah Kahretsin bu zalim, gaddar, hain hastalığın en korkuncuna yakalandım. Yazık bu halka, gerçekten Kürt Halkı çok şanssız” demişti.
2006 yılının Nisanı'ndan Temmuz başına kadar sık sık Mehmed İsveç’te ben Diyarbekir’de idik, telefonla konuşuyorduk. En son 2006 Temmuz başında kendisi aradı. “Tamam, buraya kadar diyorlar. Tedaviyi de İsveçli doktorlar kesti. Beni resmen ölmeye terk ettiler. Ama ben ölüm meleğine teslim olmayacağım. Diyarbekir’e gelmeye karar verdim” deyivermişti.
Tamam, bizim de isteğimiz bu yönde, ama senin sağlık durumun elverir mi diye cesaret edip teklif edemedik. Madem sen tamam diyorsun, baş göz üstüne her şeyi ne gerekiyorsa hazırlarız, Diyarbekir seni kucaklamaya hazır, deyivermiştim.
13 Temmuz 2006 günü akşamı Diyarbekir’e geldi. Kendi isteği üzerine çok az insana haber vermemize karşın ikibinin üzerinde insan birikmişti Diyarbakır Havaalanı'na. İner inmez ambulansta iken “Ben buraya ölmeye değil, yaşamaya geldim” demişti.
Aslında er veya geç beklenen sonu biliyordu. Ama hastane odasında Dağkapı meydanına ve binler yıllık surların Roma döneminden kalma Dağkapı burcuna hergün, her saat, her an bakarken sürekli çok sevdiği bir sözü yüksek sesle dillendiriyordu, dillendirdiği için de tam karşısındaki duvara yazdırıp astırmıştı: “Berxwedan Jîyane”.
Ölünceye kadar direngenliğini, kararlılığını ve yaşama olan bağlılık azmini hiç ama hiç yitirmedi. Israrla her görüştüğü dostuna, yakınına arkadaşına “Direneceğiz, başka yolu yok!” diyordu. Ama bir taraftan da yavaş yavaş herkesi acı sona hazırlıyor gibiydi. “Dünyaya kazık çakacak halimiz yok ya! Bu kadarı da yeter” diyordu. “Bir halk, inandığı insanına ancak bu kadar sahip çıkar. Bunları gözümle gördüm ya bu bana yeter” diyordu.
1977'de bir kaçak, hem de sürgün olarak Suriye topraklarına mayınlı alanlardan kendi tabiriyle “ölüm meleğinin soluğunu ensesinde hissederek” geçtiği yıllardan bu yana, tam otuz yıl sonra doğrusu Diyarbekir yine kendi ve sıkça kullandığı tabirle şifa olmuştu kendisine. Çünkü sıkça ve her önüne gelene “Diyarbekir Yukarı Mezopotamyanın şifa kaynağıdır. Bana da, gördüğünüz gibi şifa oldu” diyordu.
William Faulkner’ı yeniden okumaya başlamıştı. Bana da ısrarla yeniden okuttu. Faulkner’in Döşeğimde Ölürken ve Tapınak kitaplarını. “Ne kadar muhteşem bir edebiyat, görüyor musun Şeyhmus, işte edebiyat budur” diyordu. “Thomas Mann’ın "Yusuf ve Kardeşleri de mutlaka okunmalı” diye ekliyordu.
Dehşet bir hafıza birikimi vardı. İsimler, kitap adları, yıllar öncesinde kalmış küçük ayrıntılar, konuştuğumuz an yeniden yaşanıyormuş gibi varlık buluyordu Mehmed’in dilinde, gözlerinde.
Zerruk Vakıfahmetoğlu eski mahpusluk arkadaşı gelmişti. 12 Mart 1971’li yıllardan ta liseli günlerinden kalma, Diyarbakır Askeri cezaevi anılarını konuşmuştuk. Tam 2,5 saat kahkahadan karnımız ağırıncaya kadar konuştuk.
Mehmed Emin Bozarslan’dan, İhsan Aksoy’a, Şıko diye kısaca imlediği garip bir halktan mahkûma varıncaya kadar anlattı durdu o günlerin anılarını. Hem de ölümünden bir ay kadar önce yaz sonunda.
Ve ölümünden birkaç gün önce nefes nefese kalırcasına ama gülümsemeyi de hiç ihmal etmeden doktorları da yanında “O gece ben, sen ve Zerruk ne kadar güzel sohbet etmiştik değil mi!” demişti. Ben de kendisine hitaben, pişman oldum o anı kamerayla belgelemediğime, ama söz ver Mehmed biraz rahatlayınca bunların hepsini yeniden yazmak üzere bana anlatacaksın, demiştim. “Tamam” demişti. Zaten reddetmeyi bilmez di ki!
Bir nehir söyleşi yapalım demiştim Mehmed! Biliyorsun senin gibi dünyaya malolan edebiyatçılar artık anı yazmıyor. Daha çok nehir-röportaj kabilinden “işlere” evet diyor, demiştim. “Söz” demişti. “Sen zaten ‘Saklı şehrin tarihinin tanıkları'nı yaparak en sonuncu kitabın Amidalılar’la da bunu kanıtladın. Söz yapacağız” demişti. Ama olmadı.
Yaz ortalarından beri bir mesaj yazması gerekiyordu. Bu yıl Avrupa’da 15.’si düzenlenecek olan Hüseyin Çelebi Şiir ve Öykü Etkinliğine Mehmed Uzun’la Yaşar Kemal onur konuğu olarak davet edilmişlerdi. “Sağlığım elverirse katılırım” demişti. Ama son aylarda artık katılamayacağı netleşmiş gibiydi. Mehmed hiç değilse bir mesaj yollaman lazım, davetlisin beklerler, demiştim.
Ölümünden beş gün önce 6.Ekim cumartesi günü Diyarbekir’de “Ebruli Sohbetler” başlığıyla “Kültürel Çeşitlilik Üzerine Çeşitlemeler” programında kendisi de çok önceden verilmiş sözü gereği katılımcı olacaktı. Söyleşiden iki saat önce yanına gittim. Doktorlarından Diyarbakır Tabip Odası Başkanı Doktor Adem Avcıkıran da yanındaydı. Nefesi epeyce daralmıştı. Ama evin verandasının bahçeye bakan bölümünde dimdik oturuyordu. Masada Diyarbekir karpuzu vardı, eşi Zozan yeni dilimlemişti. Doktor Adem bir süre sonra torunu iler beraber izin isteyip gitti. Baş başa kaldık. Israrla karpuz yememi istedi, kendisi de bir dilim aldı. Sonra "Diyarbekir karpuzu kış ortasına da kalır mı"nın muhabbetini yaptık. Diyarbekir’in külahlı, dilimli kış kavunlarından da söz ettik.
Sonra da söz Ebruli Sohbetlere geldi, “Katılamayacağım Şeyhmus, istersen ben bir şeyler söyleyeyim sen yaz, katılımcılarla paylaşırsın” dedi. Mutabık kaldık. Aşağıdaki metin çıktı:
“Sevgili Dostlar,
Bugün aranızda olmayı planlamıştım. Ve aranızda olmak, ifade edeyim ki; son 1,5 yıl içinde yapmış olacağım en güzel işlerden birisi olacaktı, öyle ummuştum. Fakat ne yazık ki; hastalığım buna izin vermedi. Ve beni mutlu bir günden daha alıkoydu…
Muazzam güzel Ebru kitap albümüne baktım. Yazıların bir bölümünü okudum. Çok güzel fotoğrafları gözden geçirdim. Kalan Müziğin Ebru kitabı için yaptığı müzik cd’sini de defalarca dinledim.
Sizleri candan kutluyorum. Ve yüreğim sizinle. Çünkü yüreğim, çokkültürlülük için atıyor. Çokkültürlülük insanlığın atardamarıdır. Ve tüm uygarlıkların bileşkesidir. Türkiye ve Mezopotamya da, tam da böyle bir mekândır. Ultra nasyonalistler, militaristler, otoriter-totaliter gerizekâlılar çokkültürlülüğü tehlike olarak görmekte ısrar ediyorlar. Oysa çokkültürlülük çocuklarımıza ve gelecek kuşaklara bırakabileceğimiz en önemli mirastır. Sizleri yürekten ve tekrar, tekrar kutluyor, başarılar diliyorum.”
Sonra kendisine yazdıklarımı okudum. Ardından da hazır mesaj işine girişmişken Hüseyin Çelebi şiir ve öykü programının mesajını da halledelim mi, diye sorunca; “He valla, el atmışken o da olsun” diyerek aşağıdaki Kürtçe mesajı da orası için yazdırdı:
“Xwîşk û birayên hêja,
2
Dostên dilsoz,
Ji bo festîwala ku hûn li dardixin, ez we ji dil û can pîroz dikim. Festîwalên şiîr, roman, edebiyat, huner û muzîk ê reh û rêçên ziman û milletan e. Ji salên dirêj û vir ve hûn festîwala xwe didomînin. Ev bextiyarî û serketinek mezin e. Ji bo me û milletê me. Hûn divê di şixulê xwe de her berdewam bin.
Ez her tim piştgir û dilsozê xebata we me. Hûn her bijîn. Hûn bextiyar û serketî bin.”
Sonra mutlu ve görevini yapmış sorumlu bir aydın tavrıyla tebessüm ederek “İyi oldu mu” diye sordu. Gayet iyi oldu Mehmed senden ricam hep gülümse dedim, çünkü gülümser olmak bir insana ancak bu kadar çok yakışır, diye de ekledim.
Sonra evden, bahçesinden ayrıldım. Ayrılırken eşi Zozan dört tane kırmızı gül koparıp bana verdi. Konuşmacılara götürdüm. Salonda konuşmacıların oturduğu masada yarıya kadar su dolu bir bardağa gülleri koyduk, önüne de Mehmed Uzun diye yazdık. Sonra da mesajını moderatör Ayşe Gül Altınay okudu. Salondaki dinleyiciler de Mehmed’e sağlık dileklerini yansıtan mesajlarından oluşan kartlarını yazdılar.
Uzun’la son görüşmem Osman Akınhay’ın yolladığı Mesele Dergilerinin bütün sayıları ile Nûbihar yayınlarının son kitaplarını kendisine vermek üzere gidişim üzerine olmuştu. Lal Laleş’le dinlendiği odasına çıktık. Epeyce sohbet ettik. Müzik setinde Xaçaturyan’ın cd’si vardı, onu dinledik. “Kader Kuyusu'nu yazarken, hep Xaçaturyan dinledim” dedi.
Sonra da “Selim Temo’nun Agora’da çıkan 'Kürt Şiir Antolojisi’ çok mükemmel bir iş olmuş. Ayrıca Lis Yayınlarının ‘Mor Mühürler’ adını verdiği beş Türk kadın yazardan (Oya Baydar, Leyla Erbil, Sema Kaygusuz, Jaklin Çelik ve Müge İplikçi) seçme öyküler başlığıyla yaptığı iki dilli (Kürtçe-Türkçe) beş kitap da çok iyi olmuş. İşte beni saran işler bu türden işler, eğer sağlığıma kavuşursam bunlar için birer yazı yazmalıyım” dedi. Sonra ayrıldık. İki gün sonra da gitti Mehmed.
İtiraf edeyim ki; otuz yıl aradan sonra Mehmed Uzun’la gecikmiş ama otuz yılın öcünü alan fakat içten içe de beklenen acı sonu bilmemize, hissetmemize rağmen hep öteleyerek her görüşmemizin tadını çıkararak, mümkün mertebe uzatarak yaşadık.
Yazık oldu Mehmed’e… Tam da çok önemsediği Nobel Edebiyat Ödüllerinin bu yılki sonuçlarının İsveç’te Stockholm’de Doris Lessing’e verilerek açıklandığı gün ve saatte vefat etti. Toprağı, onun adı ve yaptıkları, bir de anıları ile yaşasın. Umuyor ve diliyorum ki; Kürt gençleri Mehmed’in yerini daha mükemmel edebiyat örnekleri ile doldurur da Mehmed de kadim nehir Dicle’ye, 1500 yıllık On Gözlü Köprüye, Kırklar Dağına, Ben u Sen Vadisine ve Hevsel Bahçelerine bakan yeni mekânında rahat uyur… (ŞD/NZ)
11 Ekim 2007 Diyarbekir, vefat ettiği günün gecesi saat 24.00
* Şeyhmus Diken ve Mehmed Uzun imzalıdır. İkinci imza aslında görüldüğü üzre Mehmed Uzun’a aittir. Çünkü onun sözleri ve yaşadıkları bu yazıya ruh katmıştır.