Yönetmen Reha Erdem'in isyankâr bir Kürt kadını hakkındaki filmi "Jîn" ve deprem tehlikesinden dolayı boşalan bir adada geçen "Şarkı Söyleyen Kadınlar"ı, önümüzdeki aylarda vizyona girecek.
Erdem'in ikinci filmi "Kaç Para Kaç"taki dünyayla fazlasıyla özdeşleşmiş, Cihangir'deki dairenin eşyaları, İstiklal Caddesi'ne çıkan Postacılar Yokuşu ve Tünel'deki gömlekçi dükkânı, vapurlarda geçen heyecanlı sahneler, Beyoğlulu ve Adalı bir aileden geldiğim için, "bizi anlatıyor" hissine kapılmıştım.
Filmini defalarca seyretmiş, ebeveynim dahil olmak üzere tüm çevremi sinemalara sürüklemiştim, son sahneyi her seyredişimde de ilk defa seyrediyormuşçasına yüreğim ağzıma geliyordu.
Sanırım beni en çok etkileyen, küçük burjuva ailesinin ahlak ve toplum kurallarına bu kadar bağlı olmasına rağmen her an rezil olma korkusuyla yaşamasıydı. Benzer sebeplerden dolayı Baz Luhrmann'ın "Strickly Ballroom" filmini de kişisel histerime alet etmiştim.
Aradan geçen yıllardan sonra filminle ilgili duyguların nelerdir? Geleneksel İstanbul terbiyesinin ilkeleriyle yetişmiş bir birey olarak günümüz Türkiyesinde, hatta dünyada kendini azınlıkta hissediyor musun?
Doğduğumdan beri hep o azınlık hissinin içindeyim zaten. Bundan da şikayetçi olduğumu söyleyemem. Ama azınlık hissi öyle çoğunluğun iteleyip koyduğu bir yer gibi değil benim için... Azınlık olma hissi içimde sanki bir bağımsızlık, bir özgürlük yeri.
Filmlerimle ilgili duygularım pek değişmiyor zaman içinde, durdukları yerde duruyorlar, fazla da kurcalamıyorum zaten.
Geçtiğimiz yıllarda İstanbul'un geldiği kaotik halden sık sık doğaya kaçar olmuştum, son demlerine yetiştiğim İmroz/Gökçedada'da bir Rum köyü bana çocuklukta kalmış saf duygu ve insan ilişkilerini bir nebze de olsa tekrar yaşattı. Beş Vakit adlı filminle Kozlu köyünde geçen olaylar aracılığıyla hayatlarımız arasındaki parallelliğin sürdüğünü hissetmiştim.
İnsanın tabiatla daha yakın bir ilişkiye girmesiyle iyileşebileceğine inanıyor musun? Dünyanın şu andaki çirkin halinin doğanın kuralları ve estetiğiyle uyumsuz yaşamamızdan fazlasıyla etkilendiğine dair fikrimi paylaşıyor musun?
İnsanın en büyük iyileşme yolu bence doğayla, ama kendi doğasıyla yakınlaşmasından geçiyor. Kendi içine, kendi vücuduna ve ruhuna kör olan insan etrafının farkında olamıyor ki. Dünyanın çirkin hali kendinin farkında olmayan insanların, dünya işlerine bulaşmalarından kaynaklanıyor bana göre. İnsan, midesi ve üreme organlarından başka, çok zengin bir vücuda ve ruha sahip olduğunun farkında olsa, böyle çirkinlikler yaratıp sonra da onların altında inim inim inler mi?
"Hayat Var"da kameranı düşkün İstanbul'da savrulmuş bireylerin yaşantısına ve mekânlarına çevirmiştin. Şehrin neresine bakarsam bakayım hissettiğim kırıklık ve hırpalanmışlık duygusu dışında, orta sınıftan olmalarına rağmen ebeveynimin de sefil bir yaşlılığa doğru ilerliyor olmasında sanki eski başkentin peş peşe aldığı darbelerin etkisiyle altüst olan sosyal dokusunun da payının büyük olduğunu düşünüyorum.
Nesillerdir yaşadığımız şehirde kendimi yabancı hissetmeme sebep olan bu duruma karşı sen kendini savunma ihtiyacı duyuyor musun?
Geçmişe ve bugüne baktığın yer ve ölçekle ilgili bunlar. Bir ülkeye elli yılla baktığında, huzur ve zenginlik dolu bir döneme de, tam tersine savaş ve yıkım ya da senin tabirinle "darbelerle altüst olmuş" bir döneme de rastlayabiliyorsun. Ama çok daha geniş bir ölçekte, insanlığın bütün geçmişiyle ve kainat perspektifinden baktığında durum tek bir renkle açıklanamıyor. Evet trajedi baki ama ben böyle bakmaya çalışıyorum.
Kosmos filmindeki karanlık, boğucu ve depresif durumla da özdeşleştiğimi tahmin edersin. Kars gibi bir şehir söz konusu olduğunda çevre şartları fazlasıyla önemli oluyor, fakat ortam dışında içimizdeki benliğin de belki genlerimizle aktarılan, belki de şahsen sebep olduğumuz ve görmekten korktuğumuz sıkıntıları var. İçgüdüleriyle ilişkisi gittikçe zayıflayan insanın ve özellikle erkek cinsinin bir ferdi olarak Kosmos'un çığlıkları ve hayvansı davranışlarıyla adeta katarsis yaşadım.
Senaryo ve filmlerin iç dünyanla bağlantı kurmanda araç oluyor mu?
E ilişki kuracağım başka bir dünya yok zaten. Filmler oradan gelip, oraya gidiyorlar. Bu gel-git de benim doğal çalkantıma ritim katıyor diyelim. Anlamlarımı bu ritimlerle bulmaya çabalıyorum. Filmler de işte bu çabalar. (MT/AS)