"Kurtuluşu reddeden bu direşken ruhu düşündükçe gözleri yaşlarla dolan" İspanya'nın büyük engizisyoncusu saygıdeğer altıncı başrahip, peşinde kurtarıcı (baş işkenceci) ile yanına gittiği mahkuma müjdeli bir haber iletir:
"Oğlum sevinin: Nihayet bu dünyadaki sınanışınız sona erecek. Bu akşam huzur içinde dinlenin. Yarın ateşte yanacaksınız."
Ve "Zavallının zincirlerini çözdürüp onu şefkatle" kucaklayıp çıkar. Hikaye de burada başlar. Her yanı açık yaralarla kıvranan haham, bir an kapının açık olduğunu farkeder. Anahtar dışardan çevrilmiş ama kapı tam kapatılmadığı için dil, kilit yuvasına girmemiştir. Sürünerek işkence odasından çıkar. Zorlukla tırmandığı taş basamaklardan sonra, "ölgün bir düşsel ışık"ın aydınlattığı uçsuz bucaksız bir koridora ulaşır. Sonu kapkaranlık olduğu için görülmeyen koridor, "Yahudi'nin kaypak umudu"nu bir an canlandırır: "çünkü son umuttu".
Süründükçe tekrar açılan yaralar nedeniyle ağır ağır ilerleyen mahkûm, önce acelesi olan bir engizisyoncunun, ayak sesleriyle donar. Elinde kızgın kerpeteni ile geçen 'ıslahatçı' rahip, zavallı Yahudi'yi görmez.
Birdenbire büyük bir korkuya kapılan mahkum hücresine geri dönmeyi düşünür. 'Ya yakalanır ve daha ağır işkencelere uğrarsa...'. "Bildik umut" yeniden canlanır ve devam eder.
Yeniden ayak sesleri. Kendilerini tartışmaya kaptırmış iki engizisyoncunun ayak seslerine bir kandil ışığı altında yakalanan haham, gözlerini kapar. Engizisyonculardan biri paçavralar içinde umutsuzlukla kıvranan hahamın yanına kadar gelir ve karşısındakinin ateşli iddialarını dinlerken yerde yatan kütleye boş gözlerle bakar, ama kendini tartışmaya o kadar kaptırmıştır ki, onu görmez. Sonra yürüyüp giderler.
Yerinden uzun bir zaman kımıldamayı göze alamayan mahkûm, neden sonra emekleyerek ilerlemeye devam eder. Koridorun karanlık yerine geldiğinde, bir hava akımı farkeder ve bir de kapı. Kapıyı eller, doğrulur, ne kilit vardır ne sürgü. Elini uzatır, zemberek boşalır ve kapı açılır. "Aleluya!..."
"Kapı yıldızlı bir gecenin altındaki bahçelere açılmıştı! İlkbahara, özgürlüğe, yaşama açılmıştı!" Tanrıya şükranlarını sunmak için açtığı kolları; kendisini sarıp sarmalayıp, şefkatle göğsüne bastıran İspanya'nın büyük engizisyoncusu saygıdeğer altıncı başrahipin koynunda kaybolur. "Büyük Engizisyoncu" dokunaklı, sitemkâr bir sesle ve üzgün üzgün, orucun yakıcı ve ağır soluğuyla kulağına, 'Ne oldu, evladım? Tam kurtuluşun eşiğindeyken... bizi terk etmek mi istediniz' derken, haham belli belirsiz anlar ki, uğursuz gecesinin tüm evreleri önceden tasarlanmış bir işkenceden, Umut İşkencesinden başka bir şey değildi."
*** *** ***
Tarihin hangi konağında ve hangi koşullarda olursa olsun, bir mahkûmun hissettiği en yoğun duygu, çaresizliktir. Bütün kaderinin elinden zorla alınmış olması ve onu değiştirmek için hiç bir umut kapısı bırakılmamasının yarattığı ağır çaresizlik; aynı zamanda esarete dayanmasının da yegane kaynağıdır. Çünkü, ancak içinde bulunduğu durumu kabullenebilen ve bu durumu kadir-i mutlak olarak görebilen biri göğüsleyebilir, yıllar yılı yaşamın seyircisi olarak kalmayı, kıstırılmışlığı, kapatılmışlığı.
İlk yıllarda fazlaca beceremez bunu insan. Hep bir umut vardır. Hep bir mucize beklentisi. Daha önce sahip olduğu, ama fazlaca değerini bilmediği "basit nimetlere" her an kavuşma hissi. Bunun için en acılı zamanları ilk yıllarıdır "içeri"nin.
Mucize gelmez. Cezalar alınır, umutlar bir bir tükenir, beklentiler zayıflayarak yokolur. Artık "dışardan" gelen haberler fazlasıyla etkilemez olur. Rüyalar bile değişir, yeni kabullenişin gündelik kahramanlarını konu eder maceralarında. Görüş heyecanları eskir. Anılar, anlatıla anlatıla yabancılaşır, tanınmaz hale gelir. Umudun son titrek alevleri de sönmeye yüz tutunca, dışarısı bir televizyon dizisi seyredilir gibi izlenir ya da bir televizyonda yaşıyormuş gibi hissedilir. Biraz açık görüşler dokunur içerideki insanın yüreğine. O yakıcı dokunuşlar, kulağına en güzel nameler gibi gelen öbür cinsin sesleri, günlerce dağlar bedenini.
İçinde daha sonra sürdürülebilirliğine ilişkin bir vaad olmadığı için, cezaevi arkadaşlıkları plastik bir tat taşır. Bildiği bütün kavramlar, bütün duygular yeniden kalıba dökülür. Çaresizliğin ağır prangaları her yanına dolanır, sarar ve onu ayakta tutar. Belirli bir güce dayanmayanlar ya da hastalıklı bir tutkuya sığınmayanlar, iyiden iyiye geriye çekilir ve zamanı bekler. Sanıldığı gibi, çabuk geçmez sayılı günler. Her biri, öncekinin tekrarıdır ve yarının bildik şablonu olur. Dünyanın en uzun mesafesi, aynı dönme dolabın çevresidir.
Bazen insan, bir an değişik birşey olsa -içinde küçük bir heyecan, gerçek ya da değil ne farkeder- bu "acımasız tekrar", bir yerinden birazcık kırılsa diye kıvranır. Beklenmedik bir mektup, içinde küçük bir yaşam parçası taşıyan bir haber, hatta değişik bir acı. Evet acı. Çünkü arkadaşlıklar gibi, duygular da ezilmiştir. Hatta keder. Çünkü içinde bir beklenti olmayan, bir vaadin kırıklığını taşımayan keder de plastiktir. Hüzne sadece melankoli yoluyla ulaşılabilir. Yalnızlığı sivriltip, sivriltip yüreğinize sokarak, çürümüş bir dişi kanırtır gibi.
Birden, kocaman bir güneş olarak doğar umut. "Af çıkacakmış". Af, af, af, kocaman çığlıklarla dolar avlulara. Gerçek midir, bir densizin yaptığı acımasız bir şaka mı, anlamadan dinlemeden içinizde birdenbire kanat çırpmaya başlar yıllardır uyuyan kırlangıç sürüleri. Sizi çevreleyen, koruyan buz kütlesi birden tuzla buz olur. Artık tamamen savunmasız ve çırılçıplaksınızdır. Tamamen yok oldu sandığınız herşey, korku, heyecan, şaşırma, tutku, aşk, keder, umut, sökün ederler hep birden. Yüreğiniz bir |savaş davulu gibi uğuldar. Başınız en güzel çiçeklere yataklık eden bir arı kovanıdır. Her şey hep birden ve bütün gecikmişlik sabırsızlığıyla üşüşür ellerinize. Hayaller gibi, rüyalar da hemen can bulur. Nereden şeref verdi bu ilkokulda bakıştığınız küçük kızın gözleri uykularınıza?
Sohbetler tek konu etrafında dönüp durur. Ne kadar konuşsanız o kadar daha konuşmak istersiniz, çıkınca yapacaklarınızdan. Farkedersiniz ki, en çok "basit anları" özlemişsinizdir. Sahilde bir çay sohbeti, üstü ağaçlarla örülü bir yolda amaçsız yürümeyi, geceyarısı içilen bir çorbayı. Dolmuşa inip binmeyi... Artık zor değil, tamamen bir işkencedir sayılı günler. Çünkü vaadedilmiştir bir kere. Kabulleniş tükenmiş, çaresizlik tamamen unutulmuştur. Denkler toplanır, haberler salınır, buluşmalar ayarlanır. Acaba ne kadar değişmiştir dünya? Otobüs bileti kaç liradır? O sokaktaki bakkal hala yaşıyor mudur? İş bulunabilecek midir? Eski sevgilinize söylenecek ilk söz ne olmalıdır? Ya tekrar başına bir iş gelir de içeri düşerse?
İşte bunun içindir, bir yıldır süren af tartışmaları sonunda bir şey çıkmaması nedeniyle patlayan isyanlar. Kendini kesmeler, rehin almalar, yalvarmalar, dilekçeler... Hiçbir şey, ölüm bile daha ağır değildir, canlanan bir umudun ateşiyle yaşamaktan. Bir kere dağılan kabullenişin sığınağına, ikinci kere sığınma olanağı yoktur. "Öbürlerinin azıcık nefes diye bağışladığı" (T. Uyar) umut, etlerinizi dağlayan bir engizisyon kerpetenidir. Umutsuz bir insana yapılacak en ağır eziyet "umut işkencesidir". Tam burada şair şöyle der: "Ben şimdi diyorum ki/buna inanmak gerek/bir susam gibi boyuna sulamak umutsuzluğu/ve direnmek/hep direnmek adına/diyorum ki acılığı eksilmesin ağzımızdan/boyuna tükürmek için/boyuna."
(*) Babil Kitaplığı 12/ Son Şenliklerin Davetlisi, Dost Kitabevi