Edebiyatta dildeki ayrımcılığın masaya yatırıldığı Edebiyat ve Ayrımcılık söyleşisi, Hrant Dink Vakfı Havak Salonu’nda gerçekleşti. Ayfer Tunç ve Kemal Varol’un konuşmacı olarak katıldığı söyleşinin moderatörlüğünü Karin Karakaşlı yürüttü.
Hem toplumları bir arada tutabilme yetisine sahip hem de ötekileştirici bir işleve sahip olan dilin edebiyat ekseninde ele alındığı söyleşide birçok soru soruldu, sorulara yanıtlar üretilmeye çalışıldı.
Toplumun bir aynası olma niteliği gösteren dilin ayrımcılığın inşasında ve yeniden üretilmesinde etkili olduğu vurgulanan söyleşide, edebiyatın ayrımcı dile esir olmayıp kendi öte dilini nasıl kurabileceğine ilişkin yorumlar yer aldı.
Karin Karakaşlı, sürekli yalanlarla kuşatılan bir tarihe sahip olduğumuzu ve böyle bir tarihin inşa edildiği coğrafyada yazarların bambaşka bir sorumluluğa sahip olduklarına, yazarın görevininse insanları hakikate kavuşturmak olduğuna dikkat çekti.
Karakaşlı, Ayfer Tunç’a, “şefkatli olmayan toplumun edebiyatını kurarken nerelerden, nasıl geçerek bir yol izliyorsun” diye sordu.
Tunç, yalnızca şefkatin değil, vicdanın da tamamen dumura uğramış olduğu bir ülkede yaşadığımızı söyleyerek, bu durumun gündelik yaşamda her gün karşılaştığımız insanlarla kurduğumuz iletişimde de geçerli olduğunu ifade etti.
“Çoğu zaman biz günlük hayatımızda tanımadığımız insanlarla küçük sohbetler başlatabilen ve bunu ortak insani bir noktada buluşturabilen bir toplumduk ama şimdi böyle bir şansımız yok. Çünkü herkes karşısındakinin dehşet verici bir fikirle karşısına çıkabileceğini ve bunun bir saldırıya dönüşebileceğini düşünerek korkuyla susuyor. Bu zaten iletişimin kopması demek. Önce dilsizleşiyoruz. Böyle bir dönemde aslında edebiyatın çok büyük bir işlevi var.”
Ayfer Tunç, ayrımcılığın git gide arttığını belirterek şu sözleri söyledi: “Eskiden gayrimüslimler veya dışarıdan gelenlerle ilgili olan ayrımcılık şimdi kendi içinde, kendinden olmayan her türlü insana, kendi küçük dünyasını tehdit etme ihtimali olan ya da ona sızıp onu bozma ihtimali olan her türlü insana karşı yönelmiş durumda”
“Ayrımcılığa uğramış insanları anlatmalıyım”
Ayrımcılık konusundan hareketle edebiyatın ne işe yaradığı, okuru ikna etmenin nasıl mümkün olduğu sorularının da sorulduğu söyleşide Kemal Varol şunları söyledi:
“Roman yazmaya karar verdiğimde kafamda birtakım konular vardı ama peşinizi bırakmayan birkaç politik mesele oluyor. Bunları yazmak istiyorsunuz. İki romanımda da meseleleri biraz Kürtlerle sınırlı tuttum. Ayrımcılığa uğramış başka insanları, cemaatleri de anlatmalıyım ama biraz ondan olsun biraz bundan olsun sosu kıvamında değil. Bambaşka bir şey anlatabilmeliyiz. Birtakım meseleleri romana taşımak için değil, bir okuru bile ikna edebilmek için yazmalıyız bence.
Daha ikna edici yollar bulmamız lazım. Bu ülkede yaşanmış küçük meselelerle ilgili dahi olsa insanların aklına bir soru işareti düşürmekten memnunum. Edebiyat ne işe yarar? İnsanların zihinlerine küçücük bir şüphe düşürmeye bile yarayabilir.”
Ayrımcılığın Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nda üretilen romanların dillerinden başlayarak kurulduğunu ifade eden Varol, romanlarda çizilen birtakım Rum, Ermeni, Kürt tiplerin öteki olarak sunulduğuna dikkat çekti. Bu sunumların dönemin hakim ideolojisinden ayrı olmadığını dile getirdi.
“Edebiyat bir duyarlılık yarıştırma meselesi değil”
Edebiyatın bir duyarlılık yarıştırma meselesi olmadığını söyleyen Ayfer Tunç, edebiyatta gelinen noktaya yönelik şöyle bir değerlendirmede bulundu:
“Ölünün arkasından çok ağlayan insanlar gibi. Edebiyatın geldiği noktada böyle bir şey hissediyorum. Edebiyat, bir duyarlılık yarıştırma meselesi değil. Bu aslında tam tersine bence etkisizleştiren, duyarsızlaştıran bir çoğaltma. Tam tersine derinde olanı ortaya çıkaran şey, ince edebiyat. Savaş romanı olmadan savaşı anlatmak. Önemli olan bu. Şu anda gördüğümüz süreç bu. Yazayım, toparlayayım hemen. Çok tehlikeli buluyorum bunu.
“Edebiyat meseledir. Eğer sizin bir yaranız, meseleniz yoksa siz bir anlatıcısınız, ‘aa ne güzel konu buldum, yazayım hemen’dir bunun adı. Benim anladığım edebiyat, meselenin beni tırnaklayan,i çimi acıtan bir şeyin dışa vurumu. İlle Ermeniler, Rumlar, solcular, Aleviler olması gerekmez. Beni tırmaladığı ölçüde çıkar ne çıkarsa. Ancak bugün gelinen noktada bunların tümünün bir arada sunulmasının da sıkıntısını yaşıyoruz.”
“Dil yoluyla ötekileştirme bir sarmal”
Tunç, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nın tam anlamıyla ideoloji inşa etme süreci olduğunu, o dönem ezilen kimselerin şimdi bunun acısını çıkardıklarını belirtti.
“Dil yoluyla ötekileştirme bir sarmal. Dolayısıyla şu anda daha önce azınlıkta olan ancak şimdi çoğunluğa geçmiş ötekiler hakkında ötekileştirici cümleler kurmaktan imtina ediyorum. Çünkü bunun, insanın kendi değerine aykırı olduğunu düşünüyorum. Her ne olursa olsun. Kim olursa olsun. Ama şu anda yine gördüğüm bir şey, ötekilere yönelik ‘bizim tarafta’ bir nefret, bir öfke ve şiddet birikimi olduğu. Bu bizi iyiye götürmez. Mesela edebiyatın burada bariyer olması daha doğrusu bir yerde de zihinsel kanalları açıcı bir işlev üstlenmesi gerektiğini düşünüyorum”
“Bu dil ne yazarsam yazayım yaşananların çok altında”
“Siyaset geçer. Devletlerin, insanların ömrü çok kısadır aslında. Dolayısıyla zamanlar kısa. Bir edebiyatçının o günün şartlarını bu kadar somutlaştırarak hayata ve edebiyata bakması zafiyet olarak görünüyor bana açıkçası. Bugünlerde çok sık aklıma gelen, özellikle Güneydoğu’nun top atışına maruz kaldığı, şehirlerin yıkıldığı süre boyunca aklımda geçen cümle Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz cümlesiydi. Auschwitz’den sonra şiir yazıldı, çok da güzel yazıldı ama Auschwitz durdu orada. O şiir Auschwitz’den geçerek çıktı. Şimdi kendi tarihimizden geçerek ortaya çıkacak bir edebiyata ihtiyacımız var. Ama şu anda mutlaka dikkate almamız gereken şey edebiyat adı altında üretilen gündelik ürünün bu olmadığının ortaya konması. Şu anki dil yetmiyor bana. Bu dil ne yazarsam yazayım yaşananların çok altında, çok naif görünüyor ve bu zor bir şey.”
“Topluma dair en büyük sorunum iki yüzlülük”
Türkiye’de romana aç bir kitlenin bulunduğunu anacak bu okurların da derin, birikimli ve ayırt edebilen okurlar olmadığını kaydeden Tunç, çok satan kitapların zaman geçmeden satın alınmasının şehirli insan için bir moda haline geldiğinin altını çizdi.
“Tarihimiz baştanbaşa yalan. Osmanlı tarihi, Cumhuriyet tarihi… Yalanlar katlanarak geliyor. Altında kaldık bunun. Doğru, yanlış haline geliyor. Ama siz Kurtlar Vadisi’ndeki karakter gerçekmiş gibi davranan kitleden, gerçek tarihi öğrenmesini bekleyemezsiniz. Öyle bir arzusu yok. Gerçeği bilmek istemiyor. Aşağılık kompleksiyle büyümüş bir toplumuz. Bu da cumhuriyet döneminde pompalandı. 6- 7 Eylül Olayları, Varlık Vergisi nasıl satıldı bu topluma? Sattılar; çünkü adam bedavaya eve konacağı için hemen gözünü kapattı. Bugünün sorunu değil ahlaksızlık. Bugünün sorunu değil hırsızlık. Geldiğimiz noktada değerler paramparça olmuş ve bunun içerisinde yalan tarih üretmeye devam ediyoruz. Gündelik siyasetin ötesinde benim ait olduğum topluma dair en büyük sorunum iki yüzlülük ve yalancılık. İçinde bulunduğumuz çağ, gerçeği öldürmüş bir çağ zaten.” (EH/NV)