Bu göreceli demokratik dağılımda, yüzde 10'luk baraj kuralını dolanma yoluyla aşma çabasının payı açık. Kuşkusuz, dolanma meşrudur. Ancak göreceli olumlu tablo, temelde yanlış olan uygulamanın devam etmesine gerekçe gösterilemez.
Mevcut hukuki durum, demokrasiyi bırakın "katılımcı" olmaktan, "temsili" özelliğinden bile yoksun kılmakta. Hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı bir düzen olarak "demokratik toplum" ise, sadece bir umut. Çünkü insan hakları ihlalleri, kötü yazılmış yasaları aleyhe uygulama (TCK m. 301 örneği), takdiri yetkileri kötüye kullanma (PVSK örneği) veya yasaları hiç uygulamama (İHDK örneği) şeklinde yargı organları, kolluk güçleri ve hükümet tarafından sürdürülmekte. Kısacası, demokrasinin ne temeli sağlam, ne de çatısı.
Yeni TBMM'nin gündemi yoğun: Başkanlık seçimi, hükümetin kurulması, Cumhurbaşkanı'nın seçimi, 22. dönemin miras bıraktığı ve tamamlanmamış Anayasa değişikliği...
YSK resmi seçim sonuçlarını 2 gün önce açıkladı; TBMM ise, 2 gün sonra toplanacak. Ama şu iki sıfat, son bir haftanın gündemine yerleşti: "sivil" ve "renksiz"; her ikisi de öngörülen Anayasa için. Böyle bir yaklaşım, ne ölçüde gerçekçi? Bir. Zamanlama olarak bu çıkışın anlamı ne? İki.
2. sorudan başlayalım. Son 25 yılda, 3 rekor kırıldı: 91, 45, 46.
7 Kasım 1982: Anayasa'nın halkoyu ile kabulü: Yüzde 91.37
3 Kasım 2002: çöpe giden oy oranı: Yüzde 45-33
22 Temmuz 2007: AKP oylarının (kullanılan oylara) oranı: Yüzde 46.58
AKP, 22. dönemde 7 Anayasa değişikliği yaptı. Nicelik olarak, 20 yılda yapılanların yarısı. Fakat nitelik olarak, 2004 değişikliği dışında hiçbirinin hedefi, insan haklarını pekiştirme, demokrasinin önündeki engelleri kaldırma veya hukuk devletini temellendirme değil. Hatta bazıları, 82'yi bile aratır oldu. Acaba bunun nedeni, çöpe giden oylar sayesinde elde edilen oy yüzdesi ile, TBMM'deki sandalye sayısı arasındaki fazla geniş açı mı? Aynı sistemle yapılan 1977 seçimlerinde yakın oranda (Yüzde 42) oy alan CHP, hükümeti kurmak için gerekli salt çoğunluğa dahi ulaşamamıştı (450 üye üzerinden 212). İşte, yüzde 10'luk barajın oranlı seçim sisteminde yarattığı fark.
Yaklaşım tarzına gelince; AKP işe, "anayasal saldırı" ile koyuldu. Bir gündem kuşatması olduğu açık; peki "gündem saptırması" yok denebilir mi? Bundan emin olabilmek için, "sivil" ve "renksiz" anayasa söylemine dönelim: "Sivil", askeri olmayan anlamında ise, Anayasa için doğal. Ama, "resmi" ve "siyasal" anlamında ise, bu sadece kısmen doğru: Çünkü Anayasa'nın belirleyici dinamiği, siyasal aktörlerdir. Uzmanların, değişik toplum kesimlerinin katılımı ise, "sivil" ayağı oluşturur. Sözcüğün belirsizlikleri nedeniyle, "demokratik" sıfatı daha uygun. Çünkü değişiklik sürecinde en az "kim" sorusu kadar, "nasıl"ın yanıtı da önemli. Anayasayı asli kurucu iktidar mı, yoksa türev kurucu iktidar mı yenileyecek? Usul ve yöntem, ayrıca ele alınmalı.
"Renksiz" olması ne demek? AB Anayasasının Fransa'da halk tarafından reddedilme nedenlerinden biri, -sol çevreler açısından-metnin, "sosyal ve kültürel bir Avrupa" değil, daha çok bir "piyasa Avrupası"nı yansıtması. İşte anayasada "renk ayrışması". Anayasanın sosyal ve demokratik bir devlet öngörmesi, bir renk değil mi? "Biz zaten ona dokunmuyoruz" da diyebilirsiniz, eğer tersini yapma alışkanlığını sürdürürseniz. Özelleştirme adı altında, en önemli iktisadi kuruluşları seçim arifesinde pazarlama olanağınız varsa (PETKİM örneği). Demokrasiye karşı olmadığınızı da söyleyebilirsiniz; eğer rejimi temsili olarak bile nitelendirmekten alıkoyan yüzde 10'luk uygulamayı "demokrasi" olarak adlandırmada içten iseniz.
2002'nin sağladığı sayılar, size demokrasinin fikri boyutunu ve müzakereci özelliğini tamamen unutturmuştu. Hukuku dolanma yoluyla barajın kısmen delinmesi sonucu TBMM'de oluşan yeni tablo ise, sizi "uzlaşma" sözcüğüyle tanıştırma işaretini verdi. Şimdi öncelikli iş, siyasal rejimi müzakereci özelliğiyle uygulamaya geçirme hedefinde demokrasi ve insan hakları engellerinin kaldırılması (temel) olmalı. Bu yönde adım atma yerine, işe Anayasa'dan (çatı) başlamanız, yoksa demokrasi korkunuzdan mı? (İK/TK)
* İbrahim Kaboğlu'nun yazısı 2 Ağustos 2007'de Birgün gazetesinde yayınlandı.