OdaTV davası kapsamında 375 gün Silivri Cezaevi'nde tutuklu kaldıktan sonra İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 12 Mart'ta tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan gazeteci Ahmet Şık, cezaevi çıkışındaki sözleri nedeniyle bugün Silivri 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde hakim karşısına çıktı.
Davanın ikinci duruşması 4 Aralık 14.00'e ertelenirken, Şık'tan şikayetçi olan hakim ve savcılar mağdur sıfatıyla ifade vermeye çağrıldı.
Şık, cezaevi çıkışında şunları demişti:
"Eksik kalmış adalet, hukuk ve demokrasi getirmeyecek. Sadece benim davamda beş tutuklu var, 100 civarında gazeteci hâlâ içeride. İfade özgürlüğü meselesi sadece gazetecilerin sorunu değil. 600 civarında öğrenci var. Bunun mücadelesine devam edeceğiz.Bu komployu kuran, yürüten polisler, savcılar ve hâkimler bu cezaevine girecek. Onlar buraya girdiğinde adalet gelecek. Bu işin sorumluları cemaat bağlantılı emniyetteki ve bürokrasideki isimlerdir. Esas sorumlu ise bunlara ses çıkarmayan AKP hükümetidir."
Savcının "hükmü": Silahlı terör örgütüne üye olan Ahmet Şık...
Bu sözler üstüne Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcısı Muammer Akkaş tarafından Ahmet Şık hakkında "Hakim ve savcıları terör örgütüne hedef göstermek ve tehdit etmek" iddiasıyla 19 Mart 2012'de başlatılan soruşturma sonrasında, Ergenekon soruşturmasını yürüten 39 hakim ve savcının "mağdur" sıfatıyla yer aldığı iddianame, 2 Temmuz 2012'de hazırlanmış ve Şık'ın üç yıldan yedi yıla kadar hapisle cezalandırılması talep edilmişti.
Silivri Cumhuriyet Savcısı Necip Doğan tarafından hazırlanan iddianamede, Şık hakkında "silahlı terör örgütüne üye olmak suçundan tutuklanarak yargılanan" ifadesini kullanması dikkat çekmişti.
"(...) şüphelinin beyanlarında geçen yukarıda yazılı bir kısım sözlerin eleştiri ve düşünce özgürlüğü kapsamında bulunmadığı, silahlı terör örgütüne üye olmak suçundan tutuklanarak yargılanan şüphelinin meskur tehdit eylemlerinin bireysel güç ve kuvveti aşacak nitelikte, var olan veya varsayılan suç örgütlerinin oluşturdukları korkutucu güçten yararlanarak; hakaret eylemlerinin ise kamu görevi yapan mağdurların onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat etmek suretiyle saldırıda bulunmak şeklinde gerçekleştiği, şüphelinin eylemlerindeki devamlılığın suç kastının yoğunluğunu da gösterdiği tüm soruşturma kapsamından anlaşılmakta, (...)"
Şık'ın savunmasından satır başları
* Savcı, bir komployla başlayan ve hüküm dahi verilmemiş bir davayı dayanak göstererek örgüt üyesi olduğuma karar vermiş durumda. Anlaşılan o ki; savcıya göre, 2012 Türkiye'sinde bir haksızlığı protesto etmeniz, ifade özgürlüğünüzü kullanmanız için dahi sırtınızı bir silahlı güce dayamanız gerekiyor. Ama adı ne olursa olsun hiçbir sözümü, hiçbir yazımı hiçbir silahlı örgüte dayamadım, dayamam. Bir gazeteci olarak bana cesaret verecek bir güç varsa, bu sadece meslektaşlarımın ve kamuoyunun verdiği destekte aranabilir. Bu zaten aynı zamanda mesleğime ve bu mesleği layıkıyla icra eden meslektaşlarıma ve elbette kamuoyuna karşı sorumluluğumdur. Bu nedenle iddianamedeki tamamıyla dayanaksız ve hukuksal karşılığı olmayan bu iddiayı reddediyorum.
* Bir komplo sonucunda ortaya çıktığı çok açık suçlamalarla, niyet okumalardan yola çıkan iddianameler ve yöneltilen suçlamalara ilişkin somut tek bir kanıt sunulmadan, siyasi zihniyetlerin beslediği "yakıştırmalar" ve "kanaatler" ile herkesin hayatı karartılabiliyor. Özgürlüğünden alıkonulmak bir yana insanların itibarları da ortadan kaldırılıp yok edilmek isteniyor. Yeni medya düzeni denilen garabetin aktörlerinin işbirliği ile sacayaklarını siyaset, polis ve yargının oluşturduğu komplolar zinciriyle muhalif herkesin "terör örgütü" çuvallarına sokulup boğulmaya çalışıldığı zor günler yaşıyoruz.
* Sıfatı ne olursa olsun kimseye kulluk edecek değilim. Haksızlığa suskun kalıp itaat etmek harcım değil. Çünkü ben gazeteciyim ve gazetecilik "hakikati doğru zamanda söylemekten" başka bir şey değil. Suç olduğu öne sürülen konuşmamda benim yaptığım da sadece "hakikati doğru zamanda dile getirmektir". Çünkü usta romancı Marquez'in deyimiyle "Yaşadığı çağın tanığı olması gereken" gazeteciliği seçtiyseniz her türlü güç odağının karşısında ve hepsine eşit mesafede durmalısınız. Elbette "yalancı tanık" olmayı seçmediyseniz, bunun için görevlendirilmediyseniz.
* 7 Şubat 2012 günü MİT görevlileri hakkında başlatılan soruşturmayla ortaya çıkan krizi "sivil darbe girişimi" olarak dahi niteleyenler oldu. "Sivil darbe girişimi" tanımı, üstelik bu tanımın kamuoyunun önemli bir bölümü tarafından benimsenmesi boşuna değil. Çünkü kamuoyunda MİT krizi diye bilinen olayda asıl hedefin MİT yöneticileri üzerinden Başbakan Tayyip Erdoğan ile yardımcısı Beşir Atalay olduğu aşikâr.
* Bu konuyu ele alan çok sayıda gazeteci ve yazar, "sivil darbe girişiminin" faili olan "yapıyı" şöyle tanımladılar: "Emniyet ve yargıda örgütlü otonom güç", "Paralel devlet", "Devlet içinde devlet", "Polis ve yargıyı ele geçirmiş olan dini yapı". Başbakan Erdoğan 6 Haziran 2012 günü A Haber isimli televizyon kanalında katıldığı bir programda Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılmasıyla ilgili bir soruya şöyle yanıt vermişti:
"Özel Yetkili Mahkemeler tartışması MİT Müsteşarımın ifadeye çağrılması ile başladı. Burada yargı her şeyi bir kenara koyup yürütme alanına girme gibi bir adım attı. Siz hangi şartlarda MİT müsteşarını dinleyebilirsiniz bu belli. Şüpheli sıfatıyla çağırırsanız burada her şey alt üst olur. Burada devletin tekerine çomak sokmak gibi olur... Burada iyice çizmeyi aşan bir adım atıldı. Bana bağlı olan müsteşarımı alırsanız ben durmam. Ha alacaksanız beni alın... Yargı kalkıp burada yardımcı olmak yerine bu kadar önemli kurumları bir şüpheye sevk ederse nasıl çalışacaklar. Ondan sonra siz çalıştıracak insan bulamazsınız. Bu ister istemez 'Biz devlet içinde ayrı bir devletim' diyerek Cumhurbaşkanı'na kadar herkesi çağırırım diyebiliyor. Çağırdım oldu diyebiliyorlar."
* Toplumun yargıya olan güvenini yitirdiğini vurgulayan Başbakan kısaca, malum cemaatin örgütlenmesiyle yargının ve bağımlı olduğu polisin "devlet içinde devlet" olduğunu dile getirdi. Her ne kadar yeterince açık ve net konuşulmasa da, polis teşkilatında ve özel yetkili mahkemeler düzeninde malum cemaatin açık ve tartışmasız iktidar olduğu belirsiz sözlerle de olsa anlatılmış oldu böylece. Sorunun sadece belirli bir güç tarafından oluşturulan özel yargı ya da polis teşkilatının kendisi değil, bizzat o "güç"ün kendisi olduğu dolaylı olarak dile getirildi.
* Savcının suç olduğunu iddia ettiği konuşmamda ben bu çetenin kim olduğunu adlı adınca dile getirdim o kadar. O konuşmamda söylediğim "Gülen cemaatine bağlı olup çete faaliyeti yürüten polis, hâkim ve savcılar" tanımlamasıyla, "Emniyet ve yargıda örgütlü otonom güç", "Paralel devlet", "Polis ve yargıyı ele geçirmiş olan dini yapı" ve nihayetinde Başbakan Erdoğan'ın söylemiyle "Devlet içinde devlet" gibi tanımlamalar arasında bir fark yoktur. Hepsi aynı olguya, yani bir çetenin varlığına işaret eder. Mesele bundan ibarettir.
* Ortada ne bir tehdit ne de hakaret vardır. Haklı olduğuma inandığım bir konuda, yani bir çete tarafından haksızlığa uğradığım konusunda, haksızlık yapanların hapse gireceğini söylemek tehdit olmaz. Olsa olsa hukukun ve demokrasinin gereği olur. Çünkü "devlet içinde devlet" olarak da tanımlanan bir çeteye karşı olmak hukukun ve demokrasinin gereğidir. Hukuksal bir süreç talep edilen bir konuşma tehdit olarak nitelenemez. (EKN)
Ahmet Şık'ın savunmasının tam metni için tıklayınız
* Fotoğraf: Gökhan Tan Habervesaire