Dış yardıma ihtiyaç duyar hale gelmemiz, daha önce görülmeyen yeni bazı denetim mekanizmalarını da gündeme getirdi. Hedefleri tek başımıza belirleyemez olduk. Özellikle ekonomik istikrar programı uygulamaları sırasında ve IMF'yle yapılan anlaşmaların uygulama dönemleri içinde bu gerçek daha da belirgin bir hale geldi. Kuşkusuz bu durumun doğal bir sonucu olarak da bütçelerin ekonomik yaşamımızdaki rolü giderek artmaya başladı. İşte 2002'de uygulanacak bütçe hazırlıkları da bu yeni anlayışın sonucu olmaya aday görünüyor. Biz önümüzdeki yıl için 55 katrilyonluk bir gelir öngörürken IMF bunun 56,5-57 katrilyona çıkarılması gerektiğini söylüyor. Biz faiz dışı bütçe fazlasının %5,8 olmasını öngörmüşken IMF bunun %6,5'e çıkarılmasını istiyor. IMF devletin hızla küçülmesini ve tasarrufa gidilmesini öneriyor. Türkiye ise, piyasaların mevcut durumunu da göz önünde tutarak biraz daha yavaş hareket edilmesini tercih ediyor.
Ama görünen odur ki sonunda IMF'nin dediği olacaktır. Çünkü IMF'yle "10. Gözden Geçirme" çalışmaları bu nedenle ertelenmiştir. Türkiye'ye verilmesi gerekli yaklaşık 3 milyar dolarlık kaynak, bu yüzden gecikmiştir. Türkiye'nin artık açıkça ifade edilir hale gelmiş ek kaynak ihtiyacının gerçekleşmesi ve bunun miktarı da 2002 yılı bütçe ve program hedeflerindeki karşılıklı uzlaşmaya bağlı olacaktır. Doğrusunu söylemek gerekirse, Afganistan olayları konusunda ABD'nin yanında yer almış olmamız ve ona bir NATO ve İslam ülkesi olarak oldukça cömert bir destek vermemiz daha sıcak bir anlayış görmemize yardımcı olacaktır.
Bu gelişmelerden bazı sonuçlar çıkarmak mümkündür. Önümüzdeki yıl da sıkı bir maliye politikası uygulanacaktır. Yani piyasaların kamu harcamalarının artırılması yoluyla canlandırılması politikası uygulanmayacaktır. Önce makro ekonomik dengelerin yerine oturması beklenecek ve bu gerçekleştikten sonra piyasaların zaten kendiliğinden büyümeye hazır hale geleceği düşüncesi hakim olacaktır.
Hatta faiz dışı bütçe fazlası artırıldığına göre yeni bazı kaynaklar gerekecektir. Çünkü bu fazlanın artırılması üç şekilde olabilir. Ya gelirler artırılacak, ya giderler kısılacak yani tasarrufa gidilecek ya da her ikisi birden uygulamaya konulacaktır. Kamu gelirlerinin artırılması için yeni vergilerin düşünülmediği açıklanmıştır. Büyük bir olasılıkla bundan doğrudan vergiler kastedilmektedir. Dolaylı vergilerin, yani açıkçası zamların bunun dışında tutulduğu izlenimi vardır. Vergi gelirlerinde sürekli bir düşüş olduğuna ve 2001 yılındaki ekonomik küçülmeye paralel olarak 2002 yılında toplanacak vergilerin de azalacağı düşünüldüğünde bu yolla gelir artırmanın çok da kolay olmadığı görülecektir. Kayıt dışı ekonominin kayda alınması, çeşitli yollarla vergi vermeyenlerin vergi öder hale getirilmesi ise kısa vadede başarılacak işler değildir. Özelleştirme gelirlerinin de 2002 yılında ciddi bir gelir katkısı sağlaması beklenmemelidir. Hem siyasal ve sosyal iç nedenler buna engel olacaktır, hem de ekonomik konjonktür pek de müsait değildir.
O zaman geriye en gerçekçi yaklaşım olarak kamunun tasarruf tedbirleri kalmaktadır. Yönetimin de bu gerçeği kabul ettiği anlaşılmaktadır. Gerek devletin küçültülmesi ve gerekse fon bankalarının tasfiyesi yolundaki açıklamalar bu yeni anlayışın işaretleri sayılmalıdır. 1990 yılında bir milyon yediyüz on bin olan kamu görevlisi sayısı, 2000 yılında beşyüz bin kişilik bir artışla iki milyon ikiyüz on bine ulaşmıştır. Devletin bütçesi bu tür cari harcamalar ve faiz ödemelerine bile yetemez hale gelmiştir. Devlet adeta tam maaş veren bir işsizlik sigortası kurumu halinde çalışmaktadır. Şimdi bu sayının azaltılmasına çalışılmaktadır. Açıklamalardan anladığımız kadarıyla, erken emeklilik teşvik edilecek, gereksiz bölge teşkilatları kaldırılacak, geçici işçilerin çalışma süreleri kısaltılacak, verilen ve verilecek zam ve ikramiyeler yeniden gözden geçirilecek, temsil ve seyahat harcamaları kısıtlanacaktır. Bunlar önemli gelişmelerdir. Ekonomik yönü kadar bir niyet göstergesi olarak da anlamlıdır. Özellikle seçim dönemlerine yaklaşırken bu anlayışın ne ölçüde uygulanabileceğini hep birlikte göreceğiz.
Fon bankalarının tasfiyesi ise en az personel reformu kadar önemlidir. Hatta mali açıdan bakıldığında yükü çok daha fazladır. Bu bankaların fona devredildikleri günlerdeki zararlarıyla, bugünkü zararlarını karşılaştırmak, sözkonusu yükün ağırlığını ortaya koymak için yeterli olacaktır.
ÖZELLEŞTİRME İDARESİ, EN BÜYÜK KİT
Aynı şeyi özelleştirme kapsamındaki kuruluşlar için de söylemek mümkündür. Özelleştirme İdaresi en büyük KİT haline gelmiştir. Zaten kıt olan kaynaklar kapsamdaki işletmelere sermaye ve maaş olarak aktarılmaya devam edilmektedir. Gelir getirmesi beklenen kurumlar, kaynak tüketici birimler haline dönüşmüştür. Ama ne olursa olsun devletin giderek bir gider reformu yapılması gerçeğini kabul etmesi doğru yolda atılmış bir adımdır. Türkiye başka ülkelerin tasarruflarını dış borç adı altında kendi ekonomisinde kullanmayı artık sürdüremez . İç tasarrrufları da verimsiz kamu harcamalarına yönlendiremez. Üretebildiği kadar tüketmek zorundadır. Hatta ürettiğinden daha fazla tüketmelidir ki tasarruf dediğimiz aradaki bu fark ekonomiye yatırım, üretim ve istihdam olarak dönebilsin.