“Ben bir Ermeni olarak bu ülkede hiçbir suç işlemedim. Ama 12 Eylül’de götürüldüm. İyi Ermeni ve iyi solcu olunca başınıza bela geliyor.” Hrant Dink.
"TRT’de yayınlanan diziler ve gazete manşetleri, Ermeni kimliğini sistematik olarak hedef aldı.
Türkiye’nin toplumsal hafızasında derin izler bırakan 12 Eylül askeri darbesi, yalnızca siyasal ve toplumsal yapıyı değil, azınlıkların yaşamını da kökten etkileyen bir dönem oldu.
Gazeteci Serdar Korucu'nun Aras Yayınları'ndan çıkan “12 Eylül döneminde Ermeniler” kitabı, az konuşulan ve kimi zaman tabulaştırılan bir meseleyi ele alarak Türkiye Ermenilerinin bu zor dönemde yaşadıkları baskıları, zorlukları ve toplumsal travmaları gözler önüne seriyor.
Korucu'nun bu çalışması, hem bireysel tanıklıklarla hem de tarihsel belgelerle 12 Eylül darbesi sonrası Ermeni toplumunun içe kapanışını, kimliğini koruma çabasını ve maruz kaldığı sistematik baskıları aydınlatıyor.
Kitap, sadece Ermenilerin hikayesi değil; aynı zamanda darbe sonrası Türkiye’nin toplumsal dinamiklerini anlamak için bir anahtar niteliği taşıyor.
Bu bağlamda Korucu’nun her zamanki gibi titizlikle ele aldığı bu çalışma, geçmişi anlamak ve geleceği daha bilinçli bir şekilde inşa etmek isteyenler için önemli bir kaynak.
"Güncel siyasetin de ötesinde zor bir konu"
Güncel siyaseti düşündüğünüzde zor bir konuyu ele alıyorsunuz. 12 Eylül'de Ermenilerin yaşadıklarını anlatmak nereden aklınıza geldi? Kitabınız için ne kadar zamandır çalıştınız?
Yaklaşık 3 senedir bu konu üstünde çalışıyordum. Bu konu, bir tesadüfle, 2022’de Vahram abiyle, Vahram Mardiryan ile sohbetimiz sırasında ortaya çıktı. Kendisi uzun zamandır Paris’te yaşıyor, Musa Dağlı ve daha önceki “Sancak Düştü” ve “Ahalinin Gidişi” kitaplarında da büyük katkısı var. O çalışmalar üstüne konuşurken 12 Eylül döneminde Ermenilerin yaşadıklarına geldi sohbetimiz. Sonrasında Türkiye Ermenilerinin yaşadıklarını derleme, böyle bir çalışma fikri doğdu.
Şunun altını çizmek gerek, evet, bu zor bir konu. Hatta güncel siyasetin de ötesinde zor bir konu. Ele aldığımız bu yıllar, Alin Ozinian’ın röportajında Hrant Dink’in “Ermeni kelimesi bir dönem küfre dönüşmüştü, kimi PKK ile ilintilendiriyordu, kimi ASALA ile ilişkilendiriyordu” dediği, o dönem Türkiye Ermenileri Patrikliği Ruhani Meclis Başkanı olan Başepiskopos Mesrob Mutafyan’ın “6-7 Eylül’ün ayak seslerini duyuyorum” sözlerini kullandığı yıllar.
Ermeni toplumunun içe dönmek zorunda kaldığı, sonrasında bir ses, bir nefes olarak Agos’un doğduğu yıllar. Bu zor süreci anlatmak için kitapta yer almayı kabul edenlere teşekkür borçluyum. Herkes tanıklıklarını, duyduklarını, gördüklerini açıklıkla paylaştı… Onlar olmasa böyle bir çalışma çıkmazdı, çıkamazdı.
"Dönemin ruhunu Kenan Evren'in sözlerinde bulmak mümkün"
Bu kitabınızda neden özellikle 1970'1erden 1990'1ann sonuna kadar olan dönemini ele tercih ettiniz? Bu yıllar Türkiye Ermenileri açısından nasıl bir dönemi temsil ediyor?
Türkiye’de Ermeni toplumunun üstündeki baskı, 80 darbesiyle başlamıyor. Bunu Talin Suciyan’ın “Modern Türkiye’de Ermeniler” kitabında da ayrıntılı olarak okuyabilirsiniz. Fakat darbe yönetiminin Ermeni meselesini yeniden ele alış şekli, Ankara’nın tezlerini sistematikleştirmesi açısından 12 Eylül bir dönüm noktası.
Dönemin ruhunu Kenan Evren’in şu sözlerinde bulmak mümkün: “Sizler bu vatan hainlerine nasıl Türk dersiniz? Ben onların kanında Türk kanı olduğundan şüpheliyim. Türkiye'ye açılan bu savaşı biz başlatmadık. 1915'te de Ermenilere karşı savaşı biz başlatmadık. O tarihte başlattıkları savaşın sonunda nasıl hüsrana uğradılarsa bu savaşın sonunda da aynı şekilde hüsrana uğrayacaklardır.”
Konuyu tercih etme nedenim, az konuşulmuş olması, hatta tabu olarak kalmasıydı. Bu nedenle kitap, Hrant Dink’in “Ben bir Ermeni olarak, hayatımda hiçbir suç işlemedim ben bu ülkede. (…) Beni aldılar, 12 Eylül’de götürdüler. Biraz iyi Ermeni’yimdir, iyi de solcuyumdur.
İkisi yan yana geldi mi belasındır sen bu ülkede. Aldılar götürdüler” sözleriyle başlıyor ve yine Dink’in gazetecilikteki tabuların üstüne gitme çabasının izini sürerek bu konuşulmayan döneme katkı sunmaya çalışıyor.
Evet, 12 Eylül’de Ermeni toplumundan da gözaltılar oldu. Bu gözaltılar, sadece sol hareketlerin içindeki Ermenilerle de sınırlı değildi. Ermeni toplumunun önde gelen isimleri de gözaltı dalgalarından etkilendi ve çoğu işkence gördü.
Üstüne çok az yazılıp çizildi bu konunun. Emre Can Dağlıoğlu’nun iki makalesinin hakkını teslim etmek gerekiyor. Ve elbette öncesinde, Hrant Dink’in “Tuvalet Korosu” yazısı bize yaşananları aktarmıştı. Fakat bu yazılarda, mesela Rahip Manuel Yergatyan’ın gözaltına alındığı soruşturmada da tam gözaltı listesi ve sonrasında oluşturulan iddianamede kimlerin yer aldığı bulunmuyordu. Bu kitaba başladığımda, açıkçası ben de kimlerin, neden ve nasıl hedef alındığını bilmiyordum. Bunun için Tarihsel Adalet için Bellek Müzesi’ne teşekkür ediyorum.
Pakrat abi, Pakrat Estukyan sayesinde varlığından haberdar olduğum, müzenin arşivindeki Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı’nın Rahip Manuel Yergatyan ile ilgili iddianamesi bir bilinmeze ışık tuttu. Tanıklıklar, anlatılar elbette çok değerli ve gözaltına alınanların çoğu zikredilmişti ama haklarında iddianame hazırlanan isimler böylece bir belgeye dayanmış oldu. Bir belgede, onların izine rastlamış olduk.
"Maral" ve "41 litre süt"
Dönemin basını ve Ermeni tanıklıkları bir araya getirirken bu iki kaynağın birbirini nasıl tamamlandığını düşündünüz? Bu yöntem kitabın anlamına ne tür bir derinlik kazandırdı?
Bu kitapta diğer çalışmalarda da olduğu gibi öznenin, tanığın okuyucuya doğrudan ulaşması hatta okuyucuyla konuşması hali var.
Yani 12 Eylül döneminde Ermenileri ben değil, o dönemi yaşayanlar anlatıyor. Hikayeleştirmeden… Aradan aracıyı çıkararak… Fakat öncesinde ilk bölüm yazarak anlatılardan geniş alıntılarla, gazete kupürleri ve belgeleri bir araya getirmeye çalıştık ki böylece okuyucu, isimler ve olaylarla ilgili ayrıntılı bilgiye sahip olabilsin.
Tanıklıkları kupürlerle bir araya getirme hali, basının yazdıklarının Ermeni toplumuna ne hissettirdiğini de birebir aktarma şansı yarattı.
Darbe yönetimi ve sonrasında mirasını sürdürenler, Ermeni meselesini güvenlik konusu haline dönüştürmede ve kimliği hedef haline getirmede elindeki tüm enstrümanlarını kullandı.
Mesela TRT’de “Duvardaki Kan” dizisi yayınlanmıştı. Basında da ASALA üstünden Ermeni kimliğine karşı taarruza girişilmişti. Örnek vermek gerekirse o dönem Milliyet gazetesinde yazan Mehmet Barlas bir yazısının başlığına “Ermeni=Katil” yazmış ve şöyle devam etmişti: “Ermeniler, aralarından çıkan örgütler yüzünden yeni döneme ‘katil ırk’ kimliği ile girmektedir.” Sadece bu kupürün değil, bu sürecin nasıl bir kırılma yarattığını, avukat Luiz Bakar kitaptaki anlatısında şöyle aktarıyor: “Sünni Türklerin aklına o devirden sonra ‘Ermeni’nin kötü olduğu’ yerleşti. Ermeni’yi düşman olarak gördüler. Bu hala devam ediyor.”
Kupürlerin izini sürmek kadar bazen anlatılar da basına referans verdi bu kitapta. Özellikle de Tomasyan ailesi ve ortakları Haçik Apeligan’ın başına gelenler…
ASALA eylemlerinin Türkiye’nin gündemini kasıp kavurduğu 1980’lerde, Tuzla’da kesme çiçekçilik ve sütçülük yapan Tomasyan ailesi ve ortakları Haçik Apeligan bu dönemin kurbanı oluyor. Payline Tomasyan’a, öğretmenlik yaptığı Karagözyan Ermeni Okulu’na girerken ortakları Haçik Apeligan’ın okula getirdiği sütün miktarı için “Kırk bir, kırk bir, tamam mı?” diye seslenmesi başlarına iş açıyor.
Önce Apeligan, ardından Yetvart Tomasyan ve son olarak Payline Tomasyan gözaltına alınıyor. Rastlantı bu ya, o gün gazetelerin ilk sayfalarında “41’inci şehidimizi verdik”, “Ermeni terörüne 41. şehit” başlığı varmış. Gerçek okul defterinde sütün 41 litre olarak kayda geçmesiyle ortaya çıkıyor. Öte yandan Ermeni gençlerin “Maral” grubu da hedef gösteriliyor. Üstelik tek “suçları” Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir kitabında yer alan “Maral” isimli bir şarkıyı söylemeleri…
“Bu dağda maral gezer
Zülfünü tarar gezer
Dağ bizim maral bizim
Avcı burada ne gezer
Dilberim ceylanım”
Şarkının bu sözleri üstüne Tercüman gazetesi, “Şaşkınlık uyandıran olay” diyor, “Türküyü niye söylediğine bir anlam verilemedi” diye ekliyor. Ve sonrasında bir soruşturma başlatılıyor.
Talin Papazyan'ın anlattığı Şişli’den Kurtuluş’a koşarken alnını tutan kişinin hikayesi, bireysel travmaların toplumsal hafızadaki yerini nasıl ortaya koyuyor? Bu tür tanıklıklar kitabın genel temasında nasıl bir rol oynuyor?
Talin Papazyan’ın anlatısı Esenboğa’da saldırının yaşandığı günden. O günlerin nasıl bir baskı iklimi yarattığını, kitaptaki diğer anlatılardan, tanıklardan da dinlemek mümkün. Ve sonucu da Artin Penik’in Taksim’deki anıtın önünde yakması oluyor biliyorsunuz.
Artin Penik denildiğinde genel olarak hatırladığımız görüntü şu: Penik ağır yaralı halde hasta yatağında, gazetecilerle konuşuyor, ASALA’ya tepki gösteriyordu. Fakat anlattıklarından biri, bu kitabı hazırlama sürecinde ilgimi çekti. Penik, eylemi yapma nedenlerinden biri olarak kahvehanedeki şu diyaloğu aktarıyordu: “Geçen gün kahvede benim Ermeni olduğumu bilmeyenler konuşuyordu. Biri ‘Evren Paşa’nın kızmayacağını bilsem’ dedi, ‘Birkaç Ermeni öldürüp rahatlayacam.’”
"Bitti ama tamamlanmadı"
Nevzat Demirci'nin anlattığı hikayede, Ermeni kimliğini koruma çabasının karşılaştığı sosyopolitik zorlukları işliyorsunuz. Bu zorlukların Ermeni toplumu üzerindeki toplumsal ve psikolojik etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Anlatıların yaşanan şehre göre değiştiğini de görebiliyoruz. Nevzat Demirci’nin anlatısı Sason’daki Ermenilerin yaşadıklarını yansıtması açısından önemli. Nevzat Demirci, “1915’i atlattıktan sonra 1965’e kadar sıkıntı yaşanmış. […] Kürtlerle aramızda adeta bir savaş vardı. Sürekli baskı, baskı, baskı!” diyor. Demirci, “1965’ten 85’e kadar amcam [İsa Demirci] devletle ilişkilerini çok iyi tuttu” diye ekliyor. Bu “iyi ilişki”, döneminin medyasında “Eski bir Ermeni köyünde herkes Müslüman oldu” haberiyle düşüyor sayfalara.
Nevzat Demirci ise toplumun Hristiyan kaldığını, Ermeni kimliğini muhafaza ettiğini vurguluyor. Bir başka benzeri haber, 1983’te Güneş’te yer alıyor, “150 yıllık Ermeni köyü Müslüman oldu” deniliyor. Bu dönemde de bölgede tansiyon yüksektir ama bu kez aileler, çatışmalardan etkilenmemek için göç kararı alır, daha doğrusu almak zorunda kalırlar.
Son olarak bu kitaba dair ne söylemek istersiniz?
Kitap adında büyük bir iddia taşıyor, biraz o noktayı açayım. “Öncesiyle sonrasıyla 12 Eylül döneminde Ermeniler” dediğimizde ve 70’lerin ortasından 90’ların ortasına uzanan bir dönemi incelemeye başladığımızda, bunu bir kitapla yapmak, anlamak ve anlatmak imkansız.
Röportajlara başladığımda “Kimse konuşmayabilir” uyarıları alsam da devam ettikçe o kadar çok kişi destek oldu ve o kadar yeni anlatılara ulaştık ki gazetecilik heyecanından kitabın sınırlarını dar tutamadım. Bu da benim kabahatim olsun. Kitap çıkalı daha 10 gün bile olmadan o kadar çok insandan farklı anlatı ve tanıklık geliyor ki, bir yerde noktayı koymak belki de en zoru. Bu nedenle eksiğiyle, hatasıyla bu bir ilk adım olarak görülürse sevinirim.
Kitap geçen sene Ocak ayında çıkacaktı ama olmadı. 2023’ün 12 Kasım’ında babamı kaybettim. Zor bir yas süreciydi. Buna rağmen elimden geleni yapıp kitabı çıkarmaya çalıştım, hatta daha da hızla toplamak istedim ama en yumuşak tabirle “Benim elimde olmayan sebepler mani oldu” diyeyim. Sonrasında kitabı yayınlamamayı bile düşündüm.
Bu süreçte “Cumartesi Anneleri” kitabına odaklandım. Besna Tosun başta olmak üzere kitaptaki tüm kayıp yakınlarının, İnsan Hakları Derneği’nin ve İHD İstanbul Şubesi Gözaltında Kayıplara Karşı Komisyon’un desteği olmasaydı yaklaşık 350 sayfalık o çalışmanın bu kadar kısa zamanda çıkması ve bininci haftaya yetişmesi imkansızdı. Kendilerine ve Doğan Kitap’a bir kez daha buradan teşekkür etmek isterim.
Bu kitaba geri dönmemi sağlayansa, Aras’ın o dönemki editörlerinden Sesil Artuç oldu. Kendisi sayesinde projeye olan inancım yinelendi. Ondan sonra kitabın editörlüğünü Ohannes Kılıçdağı üstlendi. Onlara ve kitabı hızla yayına hazırlayan Aras ekibine ne kadar teşekkür etsem az…
Zamanlama konusuna neden takıldığıma ve kitabın geç kaldığını düşünmeme gelecek olursam… Bu kitabın içinde yer alan isimlerden sevgili Tomo abi, Yetvart Tomasyan’ı 13 Aralık’ta kaybettik. Kendisinin kitabın basılmış halini görmesini çok isterdim. Olmadı. Böylece bu kitap benim için her zaman “bitti ama tamamlanmadı” olarak kalacak. Kaybettiklerimizin ruhları şad olsun…
(EMK)