Antrepo No.3, Tütün Deposu ve Feriköy Rum Okulu'nda, toplam 70 sanatçının ses ve video yerleştirmelerinden, fotoğraf, heykel ve resme kadar uzanan 120'den fazla eseri biraraya getiren 11. İstanbul Bienali, 8 Kasım'a kadar açık kalacak. Express'ten aktarıyoruz...
Sanat neyle yaşar? Ya da sanatı canlı kılan nedir?
WHW: Birçok insan bu sorunun cevabını arıyor. Bulunmuş kesin bir cevap yok. Şu söylenebilir: Sanat sistemin içinde hareket eder, faaliyet gösterir ve onu tahrip eder. Ama "sanat neyle yaşar" sorusunu cevaplayabilmek için önce sanatı tanımlamak lâzım. Neyi sanat telâkki ediyoruz? Sanata meşruiyetini veren, içinde faaliyet gösterdiği sistemdir.
Biz bir cevap önerelim: Bizim sanat dediğimiz şey, bağımsızlık ve angajmanla yaşar. Ancak öyle canlı kalır.
Buna tamamen katılıyoruz.
Brecht de hep hem bağımsız hem angajeydi, öyle değil mi?
Evet, hiçbir zaman parti üyesi olmadı. Bağımsızlık ve angajman ikilisinde bizce angajman daha önemli. Bağımsızlık onun tamamlayıcısı. Stratejik bağımlılık da angajmanın bir parçası. Öte yandan, ne bağımsız ne de angaje olan birçok insan da kendisini sanatçı olarak tanımlıyor. Dahası, başkaları da onları sanatçı olarak kabul ediyor.
Hans Hacke, 1971'de New York'un dünyaca ünlü Guggenheim galerisinde, galerinin mütevelli heyetinin yöredeki emlâk spekülasyonlarını teşhir eden bir sergi yapınca sergi kapatılmıştı. Bu, bağımsız ve angaje sanatla sermaye ilişkisine, çelişkisine dair sayısız örnekten biri. Hacke, angaje bir sanatçı olarak "stratejik" davranmadı, sözünü söylemekten kaçınmadı, sermaye de kapı dışarı etti. Bağımsız-angaje sanatla, sanatçıyla sermayenin doğası arasında bir kan uyuşmazlığı yok mu?
Bugünün dünyasında durum çok daha karmaşık. Büyük şirketler kendilerini eleştiren sanata sponsorluk yapmaktan gayet memnun. "Biz ve onlar" ayrımı pek öyle kesin çizgilerle yapılamıyor. Evet, sınırlar var. Ama belirleyici olan müzakeredir. Meselenin püf noktası, verili koşullarda neleri gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğiniz ve hangi özgül durumda nasıl bir bağımsızlığın peşinde olduğunuzdur. Sansüre, doğrudan müdahaleye maruz kalmadığınız, içerik konusunda özgür olduğunuz takdirde, bağımsızlığınızı koruyabilirsiniz.
Daha yakın tarihli bir örnek de var: 2004'te Barcelona'nın modern sanat merkezi MACBA, prekarya çalışanları (güvencesiz-sözleşmesiz hizmet sektörü işçileri) ile ilgili bir sergi için İtalya'nın prekarya örgütü Chainworkers'ı davet etti. Bu arada, MACBA'da çalışan iki prekarya Chainworkers'a çalışma koşullarını anlatan bir mektup gönderdi. Chainworkers da seminer vermek yerine, o mektubu okudu. Ve akabinde o iki genç MACBA'dan kovuldu. Ancak onların önderliğinde kültür işçileri büyük bir protesto furyasıyla MACBA'yı çok zor durumda bıraktı. İstanbul Bienali'nin hamisi İKSV bünyesinde de birçok prekarya var. Benzer bir protesto vuku bulursa tavrınız ne olur?
Bu örnek çok konjonktürel ve çok özgül. Bizim bu bienaldeki gündemimiz çelişkileri, karşıtlıkları politize etmek, pozitif ya da negatif bir reaksiyon oluşturmak ve tartışma yaratmak. Yapmak istediğimiz şeyin olumlu neticesi bu olacak. Eminiz ki birçok çelişki ortaya çıkacak.
Kolektifinizin ismi ilk serginizin başlığı. 152. yıldönümü vesilesiyle "Komünist Manifesto"yu konu aldığınız sergiye "What (Ne), How (Nasıl) for Whom? (Kim için?)" başlığını niçin koymuştunuz?
O proje çok özgül koşulların ürünüydü. On yıl önce, Hırvatistan'da sosyalizmin çöküşünden sonra, "geçiş dönemi" denilen dönemde, sosyalizmin bütün tarihi halının altına süpürülüyordu. Sosyalizm, tartışılmaması, hatta ağza bile alınmaması gereken bir şeydi. Kapitalizm, serbest piyasa insan haklarını, demokrasiyi getirecekti. O zamanların yegâne siyasî tahayyülü buydu. O sergiyle yapmak istediğimiz şey şuydu: Sosyalizm bir siyasal uygulama olarak başarısızlığa uğradığı için çöpe mi atılacaktı? Yoksa onu masaya yatırıp üzerinde konuşmalı mıydık? "Manifesto"ya ve yeni baskısına Slavoj Zizek'in yazdığı önsöze odaklanan bir sergi tasarladık. "Manifesto"yu insanları harekete geçirmek için bir çağrı olarak değil, kapitalizmin nasıl işlediğini anlatan bir metin olarak ele aldık. Sergiyi ekonomiye odaklamaya karar verdiğimizde, her ekonomik düzenin en temel üç sorusunu, "ne?", "nasıl?" ve "kimin için?"i başlık yaptık.
Yani, "ne üretiliyor, nasıl üretiliyor ve kimin için üretiliyor?"
Evet, bunlar her ekonomi ders kitabının temel sorularıdır. Bu sorular sergimizin matriksi oldu. Güncel Hırvat sanatını uluslararası bağlamda sunmak bizim için çok önemliydi. Zira on yıl boyunca müthiş bir izolasyon, bir dilsizlik, sağırlık hüküm sürmüştü. Amacımız sadece bir sergi açmak değil, tartışma yaratmaktı. Çok dar bütçeli bir projeydi, düşük bir profille başladı, giderek büyüdü. Televizyonda anahaberlere konu oldu. Düşünsenize, "Komünist Manifesto" ekranda, sunucunun elinde. (gülüyorlar)
İstanbul Bienali'nin küratörlüğüne seçilmeniz nasıl oldu?
Bu, cevabı kolay bir soru. İKSV'nin bir bienal yönetim kurulu var, uluslararası bir kurul bu; içinde önceki bienallerin küratörleri de yer alıyor. Kurulun üyeleri işlerimizi, projelerimizi izlemişler, beğenmişler. Ve sonuçta 2009 bienali için bizi seçtiler. Genellikle tek bir kişi davet edilir, kolektifler pek tercih edilmez, çünkü daha pahalıya patlar ve organizasyon açısından daha komplikedir. Pazarlanabilir olduğumuzu da düşündüler galiba. Kadınız, bir kolektifiz, Doğu Avrupalıyız. Yönetim kurulu herhalde stratejik olarak bienal için iyi bir hamle olduğunu düşündü. Cesur bir tercihti.
Eczacıbaşı'nın hamiliğindeki bir vakfın, Koç'un baş sponsor olduğu bir bienale, sizin gibi "Komünist Manifesto"yu referans alan bir kolektifi seçmesinde başka saikler de var herhalde.
Çok tipik bir durum değil mi aslında? Düşmanını yanına çekmek diye bir şey var. Bu çelişki sanat dünyasında her daim mevcut. Sistem, üretmeye çalıştığımız ve inatla sürdürdüğümüz eleştiriyi zimmetine geçirmek istiyor. Hep karşı karşıya olduğumuz soru şu: Mevcut şartlarda ne yapabiliriz? Eğer bir şeyler yapabileceğimizi hissediyorsak, bir tartışma başlatabileceksek, bir mesaj ulaştırabileceksek, peki diyoruz. "Komünist Manifesto" sergisi için parayı basbayağı sağcı olan Kültür Bakanlığı'ndan aldık.
Diyelim ki, Şili'den, Santiago Bienali'ni düzenleyen vakıftan davet geldi. Ve diyelim ki, o vakfın hamisi ve o bienalin ana sponsoru, ITT misali, Pinochet darbesinin destekçileri. Santiagolular şehrin duvarlarında ITT logosunu ve Brecht'i yan yana gördüklerinde ne hissederler sizce?
O varsayımsal durum, 2005'te Kassel'de düzenlediğimiz "Kolektif Yaratıcılık" sergisinde birebir yaşandı. Serginin ana sponsoru Siemens'ti. Davet ettiğimiz Arjantinli sanatçılar Siemens'in sponsor olduğunu duyduklarında dehşete düştüler, çünkü Siemens 1980'lerde Arjantin cuntasının önde gelen destekçilerindendi. Siemens'in uzmanlık alanlarından biri de güvenlik sistemleridir. Durumu her sanatçıyla ayrı ayrı müzakere ettik, "katılmak ister misiniz" diye sorduk. Sonuçta birçok sanatçı katıldı ve Siemens o sergide kıyasıya eleştirildi. Büyük şirketlerin böyle bir adetleri var, eleştirilmekten hoşlanıyorlar, çünkü bu onların imajlarını parlatıyor.
Boşuna "reklamın kötüsü olmaz" dememişler.
Kesinlikle. Bir Hırvat sanatçının deyişiyle, "her para kirlidir, her para bizimdir". Manifesto'yu sağcı hükümetin parasıyla yaptığımızdan beri bu konuda bir sorunumuz olmuyor. Elbette paranın nereden geldiğinin farkındayız, ama kararımızı belirleyen şu: Bu parayla ne yapabiliriz, sınırlar ne? Paranın kaynağı bağımsızlığımıza ne empoze ediyor? O para, bizim özel hayatımızda profesyonel küratörlük hayatımızdakine kıyasla çok daha fazla sınırlama getiriyor. Gündelik hayatımızda o kadar çok sınırlama var ki, neredeyse nefes alamıyorz. Ama sanatta dilediğimizi yapmamıza izin veriyorlar. Nasıl bir piyasayla karşı karşıya olduğumuza inanamazsınız. Kamusal kuruluşlar da özel kuruluşlardan pek farklı değil. Avrupa Kültür Vakfı mesela, birçok kriter getiriyor. O kriterlerin elbette bir ideolojik geri planı da var. Mesele şurada düğümleniyor: Bu dayatmalarla nasıl müzakere ediyorsun, kendi konumun için nasıl mücadele ediyorsun? Püf noktası şu: Söylemek istediğimiz şeyi söyleyebiliyor muyuz? Bu bienalde söylemek istediğimiz şeyleri, dert edindiğimiz şeyleri, tartışmaya açmak istediğimiz şeyleri söyleyebildiğimizi hissediyoruz. Bütün bunların duyulabileceğini umuyoruz. Söz konusu çelişkilerin tartışılacağını ve bunun önemli bir tartışma olduğunu düşünüyoruz. Ve bunun için mümkün olan bütün kanalları açmak, kullanmak istiyoruz.
Koç'la Brecht'i yan yana gören İstanbullular açısından bakıldığında, kanalların açılması değil, kapanması söz konusu değil mi? Yakın çevremizden biliyoruz ki, Koç'la Brecht'in yan yana gelişi insanlarda tacize uğrama duygusu uyandırıyor ve bienalden uzak durmalarına yol açıyor.
Bu söyledikleriniz şu duyguyu uyandırıyor: "Brecht bizimdir, Brecht'i Koç'tan korumak istiyoruz."
Koç logosunun altındaki Brecht'in insanlarda sahte bir şeyle karşı karşıya oldukları duygusunu uyandırmasıyla empati kurmak zor mu geliyor size?
Ama mesele çok daha karmaşık.
Ortada bir sorun yok mu?
Evet, ortada bir sorun var ve biz bu sorunun içinde yol almaya çalışıyoruz. İnsanlar Koç logosunun yanında çiçek-böcek konulu işler görseydi daha mı mutlu olacaklardı? İnsanların bu sergilerden bir şeyler alacağını düşünüyoruz. Brecht toplumun ilgisini hak ediyor. Ve bu bienal Brecht'ten taviz vermiyor. Brecht bir anaakım sergide yer aldığı için değerinden bir şey kaybetmez. Siyasî mücadeleler anaakımın bir parçası olduklarında, evet, tavize zorlanıyorlar. Öte yandan, anaakım medyada, örneğin Marx ve Brecht tartışılıyor. Ve bizce Marx'ı, Brecht'i tartışan bir toplum, tartışmayan bir toplumdan daha iyi bir noktadadır.
1990'larda, sanat dünyasında Sitüasyonistlerin "detournement" kavramından yola çıkan "içerden değiştirmek" anlayışı çok revaçtaydı. Ama yaşanan onca deneyimden sonra görüldü ki, sistemin içine girince eleştiri sinizme dönüşüyor ve keskinliğini kaybediyor.
Bizim maksadımız sistemin içindeki araçları kullanarak ve sinizme düşmeden mevzi tutmak, inatla mesajımızı tekrarlamak. "Dışarısı"nın olmadığını düşünüyoruz. Sistemin dışında durmaya kalktığınızda münzevî oluyorsunuz. Şu an yaptığımız dışında iki seçenek daha vardı. Biri, şartlar çok ödün vermeyi gerektirdiği için bu işe hiç soyunmamaktı. Diğer seçenek de, Koç ya da başka sponsorları rahatsız etmeyecek, popüler bir sergi yapmaktı. Bu iki seçenek de bize doğru gelmedi. Evet derken motivasyonumuz, geçen bienalde olduğu gibi 90 bin kişinin sergiyi gezme ihtimaliydi. O insanların sergiden sonra siyasî hareketlere katılmaları gibi bir hayal kurmadık. Onların, temel meseleleri estetik etrafında dönen sanat eserleri ile karşılaşmayı beklerken basit ve "öğretici" bir mesajı olan bir sergiyle yüzleşmelerini istedik. Onlara, "gözlerini iyice aç ve etrafındaki bilgiye bak, savaşın ortasındaki bir şehirde yaşamadığın için dünyayı barış içinde zannedemezsin, her ayın ilk günü maaşını aldığın için her şeyin yolunda gittiğini düşünemezsin" demek istedik. Farklı ülkelerin vatandaşları olarak, dağılıp gitmekte olan dünyayı bir arada tutmak için ne yapabiliriz? Bunda sanatın rolü ne olabilir? Bu sorular sayesinde çok basit bir sonuca vardık: Sanat, algıları açabilir. Brian Holmes'un "algı siyaseti" dediği olguyu şiar edindik. Tabii ki, bu işe girerken "gerçekten denemeye değer mi, yoksa baştan başarısızlığa mahkûm mu?" diye buhranlar geçirdik. Ancak bu davete hayır deme şansımız yoktu. Bu bienal, İstanbul gibi bir coğrafyada mesajımızı yaymak için bulunmaz bir fırsattı. Bienalin tam kalbinde kendi istediğimiz mesajı dile getirmek stratejik açıdan bizim için çok önemliydi. Bundaki amacımız da bienalleri ıslah etmek, sistemi yeniden yapılandırmak filan değildi. Bienale dair her şeyden şüphe etmekle birlikte, bunun çok katmanlı, belli kanalları açmaya imkân veren bir fırsat olduğunu da gördük. Bazı insanlar baştan rahatsız olup sergiye gelmeyeceklerse bile, bazıları da gördüklerinden şaşkınlığa düşüp bambaşka bir izleyici tipolojisini sergiye getirecekler. Bazen medya vermek istediğimiz mesajı öyle bir dönüştürecek ki, tüm keskinliğini kaybedecek. Bütün bunlara rağmen, mesajımızı duyulur kılacak alanlar olacak. Bizim başlangıç noktamız, sistemde bizim yaptığımız eleştiriler için de bir yerin mevcut olmasıydı. Sistem kendinden çok emin olduğu için halihazırda birçok kanalı açık tutabiliyor. Ve sorunlarla baş edebilemek için öğrenmeye ihtiyacı var. O yüzden konuşmanıza izin veriyor. Bu bienalde bizim için önemli olan, istediklerimizi tam anlamıyla hayata geçirmiş olmamız. Ortadoğu, doğu Avrupa, Orta Asya ve İstanbul'da araştırmalar yaptık. Sanatçıların yüzde 70'ini bu coğrafyalardan seçtik ve kimseyi de işimize karıştırmadık. Birkaç nesli birbirine bağladığımız eleştirel düşünce geleneğine dayalı bir sergi yaptık. Şaşaalı işlerin resmigeçidini andıran sıradan bir bienal yerine, farklı coğrafyalarda, farklı kuşakların farklı koşullar altında gerçekleştirdiği ve aslında birbirine bağlı olan birçok girişimi bir araya getiren bir sergi oluşturduk. Düşüncelerimizden ödün vermedik. Bu da geceleri rahat uyumamızı sağlıyor. Tüm bienaller için geçerli olan sponsorluk sorununu bir yana bırakıp normalde bienallerin nasıl bir görüntü verdiğine bakarsak, bu bienalin farklı olduğunu kavrayabiliriz. Bu bienal, içerdiği farklı kuşaklar ve coğrafyalar açısından sanat sahnesine de bir müdahale. Tartışılması gereken birçok katman, ne yazık ki durmadan sorulan "Koç sorusu" yüzünden gündeme gelmiyor.
Mesele de o zaten: Koç'un adı bienalin önüne geçiyor. İKSV'nin basın duyurusunun ilk cümlesi şu: "Koç Holding sponsorluğunda gerçekleştirilen 11. İstanbul Bienal'i..." Serginin açılışının 12 Eylül'e denk gelmesi de cabası. Bienalin ana sponsoru Koç, 12 Eylül darbesini alenen desteklemişti. Üstelik, 12 Eylül hâlâ sürüyor, bu ülke 12 Eylül anayasasıyla yönetiliyor. Dolayısıyla, söz konusu holding herhangi bir büyük şirket değil, güncelliğini koruyan bir askerî darbenin destekçisi.
Daha önce bahsettiğimiz ikileme geri dönüyoruz. Hayır diyebilirdik ya da suya sabuna dokunmayan bir içerik hazırlayabilirdik.
Biraz da içeriği konuşalım. Niye Brecht?
Davet aldığımızda deminden beri konuştuğumuz çelişkilerin tümünün değilse de, bir kısmının farkındaydık. Tarihin şu anında sormak istediğimiz sorunun ne olduğunu düşünmeye koyulduk. Bunun için de dile getirmek istediğimiz içerikle ilgili bir başlangıç noktasının ne olabileceği üzerine kafa yormaya başladık. Tasarladığımız içerik, sanatla özgürlükçü siyasî pratikler arasındaki ilişkiydi. Özellikle de sanatın sorumluluğu ve açabileceği kapılardı. Brecht ve düşüncesinin sol içindeki kanonik konumunun bu tartışmayı harekete geçirmek için yerinde bir başlangıç olduğunu fark ettik. Pozisyonumuzun rengini belli edecek sıkı bir tetik görevi görmesi ve mesajımıza aracılık etmesi için Brecht'i seçtik. Ancak onun ne konumunu, ne de yöntemini yeniden üretmeye yeltendik. Amacımız, ona duyulan ikonik saygıyı bugünlere taşımak da değildi. Sorduğu sorular ve önerdiği bakış açılarının güncelle ilişkisine bakmak istedik. 1928'de yayınlanan "Üç Kuruşluk Opera"daki "İnsan Neyle Yaşar?" şarkısının sözlerinde karar kıldığımızda, o dönemin ekonomik ve siyasî kriziyle şu anki durum arasında güçlü bir benzerlik olduğunu tespit ettik. Aradaki paralellik, insanlara neyi kurcaladığımıza dair güçlü karineler veriyordu. Brecht başlı başına bir atölyedir, üretimindeki kolektif unsur da bizim için çok önemliydi. Ayrıca, başına buyrukluğu da çok çekici. Bir yandan belli bir pozisyonu tutarlı bir şekilde korurken, diğer yandan da durmadan yer değiştiriyordu. Ancak bir yandan da çok fazla kanonize edilmişti. Biz de bu kanonik konuma hangi olanaklarla meydan okuyabileceğimizi sorguladık. Kafamızdaki sorulardan biri de Brecht'in niye üçüncü dünyada, mesela Latin Amerika'da en çok oyunu oynanan tiyatro yazarlarından biri olduğuydu. Brecht, kanonik ve klasik bir çerçeveye yerleştirildiği ölçüde onun vermek istediği mesajın da bastırıldığını düşünüyoruz.
Bienalin kataloğunda şöyle diyorsunuz: "Bugün sanatı, Brecht'in tiyatroyu anlayış biçimiyle, 'kolektif bir tarihsel izahat' olarak düşünemez miyiz?"
Bu alıntı bizi serginin kendisine, orada görülmesini umduğumuz şeye götürüyor. Farklı söylemlerin, farklı kuşakların deneyimlerinin sürekli yankılanması ve tekrarlanması, müşterek çabalarımız hakkında konuşmanın yolları haline geliyor. Bienali tam da böyle inşa ettik. Farklı dönemlerin sözlerinin müşterek çabamızı nasıl şekillendirdiğini göstermek istedik. Bu bienalin bir propaganda sergisi olmasını da istiyoruz aslında. Bienali dönüştürmekle ilgilenmiyoruz desek de, sanat dünyasının içindeki konumumuzu açıkça ifade ediyoruz. İşleri farklı yapmanın yollarını arayıp sergilerin günümüzdeki hazırlanış yöntemine katılmadığımızı göstermeye çalışıyoruz. Hem Hırvatistan'da hem Türkiye'de hem de tüm dünyada görkemli sergilerin rolünün ne olduğunu sorunsallaştırıyoruz. Sanatsal muğlaklık diye bir tabir var. Sanatın dediği açık seçik anlaşılmaz, daha çok kendi süreçleriyle ilgilidir, kendine has incelikleri vardır, dolayısıyla da muğlaktır deniyor. Biz tam ters yönde hareket ettik ve muğlaklığa izin vermedik. Sergiyi kurarken işlerin net bir siyasî mesaja sahip olmasına özen gösterdik.
Brecht olmasaydı kimi seçerdiniz?
Wilhelm Reich aklımızdan geçmişti. Karl Polanyi de olabilirdi. Slavoj Zizek ve tüm Slovenya psikanaliz geleneğinden de çok besleniyoruz.
Bienaldeki gözdeleriniz neler?
Trevor Paglen'in işlerini, başka işlere de sirayet edecek bir yöntem olarak düşündük. Trevor, aynı zamanda deneysel bir coğrafyacı. Pentagon'un, varlığını inkâr ettiği ya da görünmez kılmak için elinden geleni ardına koymadığı konularla ilgileniyor. Bienal için İstanbullu gökbilimcilerle beraber bir proje geliştirdi. Antrepo'nun girişindeki işinde, bir yanda İstanbul'un gökyüzünü gösteren ve güzel sanat nesneleri olarak fotoğrafları görüyorsunuz. Ama duvarda yazılanları okuyunca bu güzel fotoğrafların her birinde İstanbul'la ilgili bilgileri kayıt altına alan ve kamuoyunun bilgisi dışında faaliyet gösteren ABD uyduları bulunduğunu öğreniyorsunuz. Serginin girişinde yer alan bu işler, izleyicilerin sergiyi nasıl okumasını arzuladığımıza ve sanatın sorumluluğuna dair bir metafor işlevi görüyor. Bir diğer isim 1960'lardan beri Taşkent'te kavramsal sanatla uğraşan Vyacheslav Akhunov. Onun eserlerindeki Lenin tutkusu, bir insanla bir ideoloji arasındaki ilişkiye dair çok şey söylüyor. Vyacheslav'ın arşivini komünizmin hayaleti olarak tüm Bienal mekânlarında dolaştırdık. Öne çıkacağını düşündüğümüz işlerden biri de Mor Çatı'yla çalışan Hırvat sanatçı Sanja Ivekoviç'in. Sanja'nın işi, her yıl dünyanın çeşitli feminist örgütleri tarafından hazırlanan ve şiddetten işsizliğe, kadınların hayatındaki sorunları kayda geçiren "gölge rapor" hakkında. Yüksel Arslan'ın "Kapital" illüstrasyonunu da çok önemli buluyoruz. Zeina Maasri'nin "Lübnan İçsavaşı'nın Politik Posterleri"ni görmelisiniz. Zmijewski'nin "Demokrasiler"ini de kaçırmayın. İnsanların kamusal alanda yaptıkları gösterilerin siyasî işlevini sorgulayan bir çalışma.
Çizdiğiniz çerçeveye bakıldığında, Türkiye'nin ve İstanbul'un sorunlarından uzak durma eğilimi sezinleniyor.
Bu konuda kendi aramızda da epey kafa patlattık. Türkiye'ye dair konularla ilgili sınırlarımızın farkındaydık. Bu yüzden, elden geldiğince patronluk taslamaktan uzak durmaya çalıştık. Yine de, seçtiğimiz sanatçılar siyasî meselelerle ilgili çalışıyorlar. Nihayetinde, bizim yaptığımız iş bu, sanatçı seçmek. İki senedir buraya gelip gidiyoruz. İnsanlarla uzun uzun konuşuyoruz, bol bol okuyoruz, ancak Türkiye'nin siyasî durumuna dair bir sergi yapmak için yeterli bilgiye sahip olduğumuzu düşünmüyoruz. Bizim yapmaya çalıştığımız, daha çok, buradaki siyasî tabloyla Hırvatistan ya da Ortadoğu'da olup bitenler arasındaki benzerlikleri bulmaya çalışmaktı. Birçok açıdan bir kent mekânı olarak İstanbul'a odaklanmadık, çünkü kültür turistlerine yeni bir İstanbul ambalajı sunmak istemedik. Ayrıca, İstanbul'la ilgili gerçekten sakınılması zor olan metafor tuzaklarına düşmekten çekindik. Amacımız, başka herhangi bir yerde de karşılık bulacak bir sergi yapmaktı. Öte yandan, bu sergiyle bu coğrafyanın kültür sahnesine de bir müdahalede bulunmak istiyorduk. İşte belki de tam burada Koç ve Brecht'in bir arada bulunması oyuna dahil oluyor, Yüksel Arslan'la İnci Furni'nin yan yanalığı bir anlam ifade ediyor. Stratejilerimizden biri de, bu coğrafyaya bakarak Yugoslavya hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışmaktı. Başka bir strateji de, Türkiye'nin güçlü bir öznesi olduğu bu coğrafyanın nasıl bir geleceğe gebe olduğunu sorgulamaktı.
İki yıldır Türkiye'ye gelip gidiyorsunuz. Sizi en çok ne şaşırttı?
Sosyal kutuplaşma. Ve ekonomik uçurum. Hiçbir yerde bu kadar görkemli bir zenginliği ve bu kadar derin bir yoksulluğu bir arada görmedik.(YG-UA-EK/EÜ)