“Bütün meslek hayatım, şu ya da bu zaman 'terörist' diye damgalanmış gruplarla müzakere yürütmekle geçti”.
Bu sözlerin sahibi Martti Ahtisaari, 1993-2000 arasında Finlandiya’nın Cumhurbaşkanı’ydı. Türkiye onu, daha çok, Cumhurbaşkanlığını bıraktıktan sonra başına geçtiği “Türkiye Üzerine Bağımsız Komisyon” dolayısıyla tanıyor. Üyeleri arasında Anthony Giddens, Kurt Biedenkopf, Marcelino Oreja Aguirre, Emma Bonino, Michel Rocard, Hans van den Broek, Albert Rohan, Bronislaw Geremek’in de bulunduğu Komisyon 2004’te hazırladığı raporla Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) ile üyelik müzakerelerine başlamasını savunmuştu.
Ama hayata bir ilkokul öğretmeni olarak atılan bu köylü çocuğu, Finlandiya devlet başkanı olmadan önce de tanınmış bir diplomattı. Tanzanya, Namibya, Mozambik ve Güney Afrika’da sömürgecilik ve ırk ayrımcılığından doğan çatışmalara çözüm bulmak için uğraşırken iki BM Genel Sekreteri – Perez de Cuellar ve Kurt Waldheim- eskitmişti.
Cumhurbaşkanlığından ayrıldıktan bu yana da güvenilir bir müzakereci olarak dünyada çatışmaların çözülmesine katkıda bulunmayı sürdüren bu Sosyal Demokrat, 2000’de Britanya hükümetince İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun (IRA) silah teslimi sürecine müfettiş olarak atandı. Liderliğini yaptığı “Bağımsız Kriz Yönetimi Girişimi” (CMI) 2005’te Endonezya hükümetiyle Özgür Aceh Hareketi arasındaki barış görüşmelerini başarıyla sonuçlandırdı. 2006’da da Kofi Annan tarafından BM Kosova özel temsiliciğine atanan Ahtisaari 2007’de bu görevini bıraktı.
Taç giyen baş akıllanır
Dış görünüşüyle insanda halim selim bir emekli izlenimi bırakan bu tombul ve bir ayağını sürüyerek yürüyen adamın, bir zamanlar ırkçı Güney Afrika Yönetimi’nin gizli servislerinin pusularından canını zor kurtaran bir barış savaşçısı olduğunu hayal etmek ilk bakışta kolay değil.
Ama geçtiğimiz hafta sonu İtalya’nın Venedik kentinde, San Servolo Kongre Merkezi'nde toplanan “Medeniyetler Diyalogunda İletişimin Rolü” başlıklı konferansta söylediklerini dinlemek, onun, dağarcığında, anlattıklarından daha çoğunu bulundurduğu konusunda dolaysız bir fikir sahibi olmanıza yetiyor:
“Şurası çok ilginç. [Eskiden terörist diye adlandırılan] gruplar bazı ülkelerde iktidara geldiklerinde, bazı ülkelerde de iktidar ortağı olduklarında ülkelerinin sorumluluk sahibi güçleri arasına girdiler. İktidar sahibi olmadıkça kimsenin sorumluluk sahibi olmayı öğrenebileceğini sanmıyorum.
“Dolayısıyla, dürüst ve serbest seçimlere kimi grupların hoşa gitmeyen şeyler söyledikleri gerekçesiyle sokulmaması söz konusu olamaz. Tanık olduğum çatışmalarda gördüm ki, insanlar, örgütler, ancak bir politik sürecin parçası olduklarında kendilerinden neyin beklendiğini bilebiliyorlar.”
Deneyimli diplomat, çatışma durumlarında tarafların siyasi süreci “tamam şunları kabul ediyoruz, bunları etmiyoruz” diyerek başlatabileceklerine inanmanın akıl karı olmadığı konusunda da uyarıyor. “Sonunda bu noktaya da gelinir ama bir politik sürecin parçası olarak gelinir, eğer bu tür grupları yapay olarak bir kenara itebileceğimizi sanırsak, boş yere vakit kaybetmiş oluruz.”
Ahtisaari’nin, bizim "taç giyen baş akıllanır" özdeyişimizde özetlenen deneyimimizi, modern dünyanın çatışmalarının içinden süzerek başka bir dolayımla özetleyen uyarıları “barış”, “uzlaşma”, “sivil çözüm”, “siyasi çözüm”, “askeri çözüm” kavramlarının gündelik politik sözlükte git gide daha çok yer ettiği Türkiye’deki çatışma ve gerilimler konusunda neler düşündüğünü öğrenme isteği uyandırıyor ister istemez.
"Siyasi irade oldukça çözülmeyecek çatışma yok"
“Benim Türkiye’yle özel bir münasebetim olduğunu biliyor musunuz” diye soruyor, kürsüden inerken ilettiğim konuşma talebime cevaben. “Biliyorum” diyorum; “siz Bağımsız Komisyon’un akil adamısınız”. "Giriş sınavı"nı geçince bu kez ben ona soruyorum: "Türkiye’de beş yıl aradan sonra çatışma yeniden başladı. Gerçekten kalıcı bir çözüm var mı sizce?
"Türkiye'ye epeydir gitmedim ve çatışmanın neden yeniden başladığına dair ayrıntılı bilgim yok" diye söze başlıyor. "Ama bazı temel varsayımlardan hareket edebiliriz," diyerek devam ediyor. Ahtisaari'nin "temel varsayımları" Türkiye’deki barış eylemcilerinin ısrarını doğrulayan cinsten: “Eğer arkasına siyasi irademizi yığar, bize destek olacak bütün gerekli oyuncuları devreye sokarsak çözülmeyecek çatışma yoktur. Çatışmaların çoğunda ne yapmamız gerektiği zaten malumdur. Sorun sadece ilerlemede gösterilen tereddütle ilgilidir.”
Kendisi de bir göçmen olan Finlandiya’nın “akil adam”ı “barış”ı kimi zaman “zor”un dayatabileceğini de akılda bulundurmak gerektiğini hatırlatıyor, “askeri yol, yol mudur?” sorusuna yanıt olarak.
Mavi boncuk gibi gözlerini, bir zamanlar İtalya’nın derdine deva bulunamayan akıl hastalarının sürüldüğü, şimdi bir üniversite müştemilatı olarak kongrelere ev sahipliği yapan minicik ada külliyesi San Servolo’nun işlemeli yüksek tavanlarında dolaştırdıktan sonra “Avrupayı harap eden Nazizmi II. Dünya Savaşı sona erdirdi," diyor.
"Savaş bile ancak uzlaşmayla sona erer "
"Kimi zaman soykırımı durdurmak için askeri müdahaleye gerek duyabilirsiniz. Kanımca zamanında askeri müdahalede bulunmayarak da çok hatalar edilmiştir. Etsek çok hayatlar kurtarılabilirdi Afrika’da. Uluslararası camianın eyleme geçmesi gerekirken geçmemesi pahalıya mal oldu."
“Ama” diye bitiriyor sözünü, alçakgönüllü başkan, “bir çatışmayı sona erdirmek için askeri güce başvurmak gerekse bile bunu barış ve uzlaşma gayretlerinin izlemesi gerekir.” (EK)