Uzunca bir müddettir yeni bir anayasaya dair tartışmalar hayli revaçta. Bilhassa Kürt meselesinden hareketle farklı memleketlerdeki benzer çatışma süreçlerinin "çözüm" biçimleri ve bunların anayasal süreçlere nasıl aksettiği üzerine (maalesef çoktan geçersizleşmiş deyimle) bir hayli mürekkep akıtılmakta.
Oysa bu çözümleri ve anayasa yazım süreçlerini koşullayan siyasal konjonktürü ve güçler dengesini hesaba katmadan farklı uluslararası örneklerle yapılacak mekanik ve soyut kıyaslamalar, toplumsal muhalefet güçleri açısından "tehlikeli" sonuçlar doğurabilir.
Sık sık gündeme gelen örneklerden bir tanesi, Mandela-Öcalan benzetmesinin de etkisiyle, Güney Afrika'da apartheid rejiminin çözülüşü süreci. Örneğin apartheid sonrası Güney Afrika anayasanın giriş metnindeki kimi ifadeler (Biz Güney Afrika halkı, geçmişin adaletsizliklerinin farkındayız, topraklarımızda adalet ve özgürlük için bedel ödeyenleri saygıyla anıyoruz, ülkemizi inşa edip kalkındırmak için çalışmış olanlara saygılıyız. Güney Afrika'nın bize, bütün farklılıklarıyla içinde yaşayanlara ait olduğuna inanıyoruz.) toplumsal uzlaşma ve barış yönünde ilham verici bir örnek olarak anılıyor.
Aslında Güney Afrika'da apartheid rejiminin çözülmesi siyahların ırkçılık karşıtı uzun soluklu mücadelesi kadar uluslararası konjonktürün (beyaz rejimin giderek tecrit oluşunun) de bir neticesiydi.
Apartheid rejimi daha 1980'lerde işlemez hale gelmeye başlamıştı. Siyah direnişiyle çalkalanan, daralan ve etkisizleşen beyaz azınlığın kontrol edemez hale geldiği, uluslararası yaptırımlar karşısında iktisadi darboğaza sürüklenen, uluslararası bir pinpon müsabakasına dahi katılamayacak kadar yalnızlaşan bir ülke...
Bu konjonktürde Güney Afrika beyaz hâkim sınıfı statükonun mevcut şartlarda devam ettirilemez olduğu noktasına vardı. 1989'da DeKlerk'in seçilmesiyle müzakere süreci başladı, 1990'da Mandela salıverildi ve 1994'teki seçimlerde ANC (African National Congress) iktidara geldi.
Ancak bu "başarı" öyküsünün ardında başka bir gerçek var: "Uzlaşı" sürecinde ANC toplumsal kurtuluşçu söyleminden ve programatik çerçevesinden tavizler verdi. Zaten uluslararası konjonktür, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin (SSCB) çözülmesi ve Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle "sosyalizan" ulusal kurtuluşçu hareketlere pek de elverişli değildi artık. Yani "geçiş sürecinin" bir koşulu da ANC'nin mutedilleşmesi, dünya sisteminin icaplarına uyarlı hale gelmesiydi.
Böylece ANC iktidarı neoliberal itikadı iştahla benimsedi, dahası neoliberalizmi Afrika kıtasında bir bölgesel güç olma siyasetiyle bütünleştirdi. Beyaz elitlerin (yerine değil) yanına bir "siyah burjuvazi" oluşturmayı temel siyaset belirlemiş olan ANC'nin hükümet ettiği yıllarda izlenen siyasetlerin sonucu, işsizlikte patlama, emekçilerin gelir düzeylerindeki radikal düşüş ve toplumsal eşitsizlik ve kutuplaşmanın artışı oldu.
Açıkçası siyah yoksul ve emekçilerinin toplumsal-ekonomik konumu, apartheid rejiminin çözülmesinin ardından düzelmedi, daha kötüye gitti. Örneğin işsizlik 1990'da yüzde 16 oranında iken 2006'da yüzde 40 civarına geldi.
Yani ırksal apartheid yerini sınıfsal ya da sosyal apartheid'a bıraktı. Hasılı, çoğu zaman Kürt meselesiyle Güney Afrika'da apartheid rejiminin çözülüşü arasında kurulan paralelliklerde bardağın dolu tarafı kadar bu "boş" yanının da dikkate alınması elzem. Yani Güney Afrika'dan barış yönünde bir "başarı" öyküsü çıkarmadan evvel hiç değilse birkaç defa düşünmek gerekiyor.
Yukarıda da ifade edildiği üzere, bu tarz mukayeselere çoğu zaman anayasa tartışmaları bağlamında başvuruluyor. Türkiye'de daha demokratik ve sivil bir anayasanın bir toplumsal ihtiyaç haline geldiği adeta bir klişe halini aldı. Sanki büyük toplumsal mücadele ve hareketler mevcut anayasal kalıpları ciddi ölçüde zorluyor da bunun sonucunda yeni bir anayasa gereği hissediliyor.
Duyan, hepsi şu ya da bu biçimde yeni ve daha "sosyal" anayasa yazım süreçlerinden geçen bir Venezüella, bir Bolivya ya da bir Ekvador olduk sanacak. Toplumsal mücadele ve direnişlerin (Kürt muhalefeti istisna olmak üzere) çok dar bir alanda kaldığı, solun toplumsal karşılığının bir hayli cılız olduğu bir ülkede anayasayı siyasal süreçlerin bir tür "maymuncuğu" haline getirmek anlaşılmaz bir tutum değil mi?
Bu anlamda Türkiye'nin siyasal imgeleminde hayli kökleşmiş "anayasa fetişizminden" solun da etkilendiği aşikâr. Oysa esasında yeni anayasa tartışması, Adalet ve kalkınma Partisi'nin (AKP) hiç değilse 2007 yılından beri kendi çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda seferber ettiği ve siyasal tartışma ve saflaşmaları belirleyebilmesine imkân tanıyan bir vasıta.
Bir alevlenip bir sönen ve genelde AKP'nin şekillendirdiği bir çerçevede gerçekleşen tartışmayı hükümet, siyasal rakiplerini kendi sahasına çekerek soğurmak ve etkisizleştirmek için kullanıyor. Örneğin yemin krizi sırasında yeni anayasa tartışması, BDP'yi meclise iştirak etmenin gerekli olduğu yönünde ikaz ve tariz etmenin en kuvvetli argümanıydı.
Güç ilişkilerinin sol ve emek hareketi açısından hiç de elverişli olmadığı koşullarda yeni bir Anayasa'nın olsa olsa 12 Eylül'ün ana karakteristiği olan yürütmenin güçlenerek merkezileşmesi eğilimini sürdüreceği (bkz. Başkanlık ya da yarı başkanlık tartışmaları) ve yine neoliberalizmin derinleşmesi istikametindeki anayasal engellerin kaldırılmasına (bkz. "ekonomik anayasa" ya da çerçeve anayasa" tartışmaları) yöneleceği açık.
Bu bağlamda anayasa tartışması toplumsal muhalefet güçleri açısından olsa olsa (Masis Kürkçügil'in daha önce kullandığı tabirle) bir "zoka" olarak değerlendirilebilir. Bilindiği gibi zoka, büyük balıkları tutmakta kullanılan, küçük balık biçiminde, ucu iğneli kurşun parçasıdır. Aslında anayasa zokasının avlamaya çalıştığı "büyük balığın" Kürt hareketi olduğunu söylemek pekâlâ mümkün.
Yeni anayasa tartışmalarının önümüzdeki dönemde Kürt meselesi bağlamında sık sık gündeme geleceği ve Kürt hareketini anayasa ve kurumlar çerçevesine çekmek için, yani Kürt muhalefetini tabir caizse "terbiye etmek" için kullanılacağı açık.
Bir yandan yeni, demokratik ya da sivil ("sıfır kilometre") bir Anayasa'dan dem vurulurken diğer yandan Tayyip Erdoğan'ın "Kürt sorunu artık yok" kabilinden açıklamaları aslında bir tezat teşkil etmiyor. AKP gerçekten Kürt sorununda bir sınıra dayanmış, barutunu tüketmiştir. Kürt halkı için bir tür kendi kendini yönetme modelini ve kolektif hakları gündeme getirecek bir tartışma, AKP'nin mevcut ideolojik-politik pozisyon ve geleneği açısından yutulabilecek bir lokma değil. Bireysel haklar temelinde sınırlı "açılım" siyasetinin gayesi Kürt hareketini paralize, tabanını da pasifize etmekti. Bu anlamda AKP'nin bu hususta atabileceği adımların sonuna geldiğimiz, "Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi"nin yaldızlarının söküldüğünü söylemek mümkün.
Şimdi AKP'nin elinde kalan, muğlak ve amorf bir demokratik ve sivil anayasa yapma vaadinden ibaret. Bunun haricinde bölgede hiç değilse II. Abdülhamid zamanından beri bir mazisi olan "İslam anasırı-kardeşliği" vurgusunu da eklemek gerek. Dolayısıyla AKP'nin eli ve kontrolündeki "yeni anayasa" tartışması, Kürt meselesini amiyane tabirle "sündürmek",
Kürt hareketini de bir anlamda süründürmek için biçilmiş kaftandır. Bu bağlamda, Kürt sorununun çözümünün mevcut parlamentonun yapacağı bir yeni anayasa dahilinde çözülebileceği inanç ve kanaati şevkle yaygınlaştırılıyor.
Bu kanaat temelinde Kürt hareketi sürekli olarak parlamento dahilinde anayasa tartışmalarına iştirak etmeye, boykot dahil olmak üzere daha "radikal" girişimlerinden vazgeçerek daha müzakereci bir konuma davet ediliyor.
Önümüzdeki dönemde AKP'nin önderliğini yürüttüğü kamuoyu basıncının BDP ve Kürt hareketini bu anayasa meselesi etrafında sıkıştırmaya devam edeceğini, dolayısıyla da Kürt hareketini barış ve uzlaşma sürecine katılmamakla eleştireceğini tahmin etmek güç değil. Bu arada Kürt sorununun anayasal düzlemde gerçekleşecek, hem de mevcut güç ilişkileri dahilinde gündeme gelecek bir tadilatla çözüleceğine dair anlayışın Kürt hareketinin saflarında dahi belli bir yaygınlığa sahip olduğunu not etmek gerek.
Netice itibariyle siyasal bağlamı ve güçler dengesini hesaba katmadan girişilecek bir Anayasa tartışması, üstelik Güney Afrika örneğinde olduğu gibi mekanik bir biçimde uluslararası örneklerle yapılacak mukayeseler, bizi siyaset alanından uzaklaştırıp teknik "çatışma çözümü" (conflict resolution) diline mahkûm edecektir.
Bu da toplumsal muhalefet güçlerini depolitize edip bizi mevcut iktidara "teknik servis" ya da danışmanlık hizmeti sunan bir konuma sürüklemek gibi bir tehlikeye kapıyı aralayacaktır.
Bolivya anayasası gibi sosyal, demokratik ve ekolojik bakımdan "ileri" kimi örneklerin ancak çok farklı sosyal-siyasal güç dengelerinin bulunduğu bir ülkede gerçekleşebiliyor olmasının üzerinden atlamamak gerek. Bağlam dışı, soyut ve güç ilişkilerini hesaba katmayan, yani Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun sevdiği deyimle "stratejik derinliği" olmayan bir anayasa tartışmasına, "zenginin hukuku züğürdün çenesini yorar" misali angaje olmak, solu ve toplumsal muhalefet güçlerini egemen siyasete yedeklemek gibi bir riski ihtiva ediyor.
* Başlıktaki ifade ifade avukat Kemal Ulusoy'dan "çalıntıdır".