Son yıllarda ülkemizde kadın cinayetlerinin sayısı hızla artıyor. Kadınların en temel yaşam, şiddet, baskı ve yoksulluk altında tehdit ediliyor.
Bu cinayetleri sadece birer suç olmanın ötesinde, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin derin izlerini taşıyan bir jenerik olarak yaşıyor ve izliyoruz ne yazık ki!
Ve bizler bu haberleri sayılardan ibaretmiş gibi yabancılaşarak, magazinel öyküler gibi sıradanlaştırılarak okur hale geldik.
Neyse ki her bir kadına yönelik şiddet olayı ya da kadın cinayetini takip eden bağımsız kadın örgütlerinin ve bağımsız haber organlarının/ kadın gazetecilerin varlığı ile bu olgunun vahametini, farkındalığını ve çözüm taleplerini de duyabiliyoruz: bianet, “Erkek Şiddeti Çetelesi”nde şu sözlerle ifade ediyor bu durumu: “Kadınlar hemen her gün cinsel şiddete, tacize ya da tecavüze uğruyor, yaygın medya da bu taciz, tecavüz, şiddet haberlerini sıradan vakalar olarak sayfalarına taşıyor.”
bianet’in yerel ve ulusal gazetelerden, haber sitelerinden ve ajanslardan derleyerek, her ay yayınladığı Erkek Şiddeti Çetelesi’ne göre, “2024’te erkekler 378 kadını öldürdü, 131 kadını taciz etti, 229 çocuğu istismar etti, 645 kadına şiddet uyguladı, 16 kadına tecavüz etti. Erkekler en az 772 kadını seks işçiliğine zorladı. 315 kadının ölümü basına "şüpheli" olarak yansırken, erkekler, en az 43 çocuğu öldürdü.”
Sözcük anlamıyla, ‘kadın düşmanlığı’, kadınlara karşı beslenen nefret, öfke ve dışlayıcı tutumları ifade eder. Bu anlamıyla kavram, sadece bireysel bir duygu durumu veya ruh hali değil, ataerkil bir yapı ve kültürle şekillenen bir toplumsal olgudur. Kadın düşmanlığının tarihsel temelleri, ataerkil sistem ve kültürün, kadınları ikincil bir statüye hapsetmesi, kadına sadece ev içindeki rollerin ve doğurganlık işlevlerinin yüklenmesiyle pekiştirilmiştir; bunu sürekli kılabilmek için, kadının toplumdaki yeri, emeği, bedeni ve kimliği, Orta Çağ’daki cadı avlarıyla, modern zamanlardaki kadın cinayetleri ile tehdit altına alınmıştır.
2024 yılı bitmeden hemen önce, İstanbul’un Eyüp Sultan ilçesinde, 19 yaşındaki S.Ç.'nin, A.H. ve Fatih'te İ.U. adlı kadınları vahşice öldürdükten sonra, intihar etmesi bu çok katmanlı ve trajik tabloyu bir kez daha gözler önüne serdi. Olay, yalnızca bireysel bir cinayetler zinciri olarak değil, aynı zamanda ataerkil toplumsal yapımızda kadınların ikincil konumlarına dair bir ayna tutuyor ve erkek egemen kültürün yarattığı baskıların etkileriyle nasıl bir vahşi şekil aldığını da gösteriyordu.
Kadına yönelik şiddet, 1980’li yıllardan günümüze Türkiye feminist hareketin adını koyduğu, özel ve kamusal alanda politik itirazını ısrarla dile getirmeye devam ettiği, siyasetin konusu haline getirdiği bir olgu. (Sevgi Uçan Çubukçu (2018): An Overview of Gender-Based Violence Against Women and Feminist Struggles in Turkey”, Political Economy of Labour Income Distribution &Exclusion) Siyasal ve toplumsal alanda giderek yükselen /yükseltilen biçimde, kadına yüklenen "annelik ve eşlikle sınırlı“aile içi geleneksel roller, ekonomik, kültürel ve siyasi söylem ve politikalarla yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Kadınlar, toplumda ekonomik bağımsızlık, özgürlük ve bireysel haklar açısından birçok engelle karşı karşıya kalıyor; ve bu engeller, sadece kadınların yaşamını zorlaştırmakla kalmayıp, aynı zamanda şiddete maruz kalmalarının da yolunu açıyor.
Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olamadığı bir düzeni ifade eden toplumsal cinsiyet eşitsizliği, eğitim, istihdam, siyaset, karar alma mekanizmalarında hak ettikleri yerleri alamama vb eşitsizlikleri ve haksızlıkları içeriyor. Bu eşitsizlik, kadınların fiziksel, ekonomik, yasal, psikolojik olarak daha da savunmasız hale gelmesine yol açıyor.
Hiç kuşkusuz, feminist politika ve düşüncenin her daim dile getirdiği üzere, kadın cinayetleri, aslında bu eşitsizliğin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor; bir kadının yaşamı, bir erkek tarafından ne zaman, hangi yöntemle ve hangi gerekçeyle sonlandırılacağına dair erkek egemen toplumun kendi yazdığı kurallarla şekilleniyor.
Ekim 2024’te İstanbul’un Eyüp Sultan ilçesinde yaşanan ve hepimizin donakaldığı olaya biraz daha yakından bakalım: İstanbul hem tarihi zenginliği hem de kültürel çeşitliliğiyle çok önemli ve devasa bir şehir olmasının yanı sıra, ne yazık ki kadına yönelik şiddet olaylarının ve kadın cinayetlerinin de yoğun şekilde yaşandığı bir metropol.
Bu cinayetler arasında, İstanbul'un tarihi surlarının yakınlarında yaşanan ‘kadın/lar cinayeti’ hem işleniş biçimi hem de arka planındaki toplumsal yapıyı gözler önüne sermesi açısından önemli bir örnek teşkil etmekte: “İstanbul'da kan donduran olay: İki kadını vahşice öldürüp intihar etti. İstanbul’da yarım saat arayla tüyler ürperten iki kadın cinayeti işlendi. 19 yaşındaki Semih Çelik, Fatih ve Eyüp Sultan ilçelerinde iki kadını vahşice öldürdükten sonra, Edirnekapı surlarından aşağı atlayarak intihar etti. Çelik’in evinde arama yapan ekipler, içinde kara kalemle çizilmiş parçalanmış insan figürleri olan bir defter buldu.” (İstanbul'da kan donduran olay: İki kadını vahşice öldürüp ...https://www.ntv.com.tr)
S.Ç.'nin ifadelerinden, intihar olgusunun toplumsal baskıların, bireysel travmaların ve psikolojik zorlukların etkisiyle de ortaya çıktığı anlaşılıyor; ancak, S.Ç.'nin bu travmanın bir sonucu olarak iki kadını öldürmesi, yalnızca bireysel bir şiddet ya da münferit bir durumu değil, aynı zamanda erkeklerin, kadınların yaşamları üzerinde tasarruf hakları olduğunu düşündükleri ataerkil sistemin ve toplumsal normların bir yansımasıdır.
Bu cinayet aynı zamanda kadına yönelik şiddetin ve nefretin hangi boyutlara taşındığı hatta bir ‘yokediciliğe’ ulaştığını da göstermektedir. Böyle bir cinayet, sadece bireysel bir erkek nefretinin sonucu değil, kadınların yaşama hakkının, bedensel bütünlüğünün tehdit edilmesini körükleyen bir sistemik ilişkiler dünyasının önemli bir mekanizması olarak karşımıza çıkıyor.
Adı ‘ataerkil sistem’ olan bu ilişkiler dünyasında, erkeklerin güç, statü ve haklar açısından kendilerini "önde" görmelerini sağlayan bir düzen ve şartlanma ile karşılarındaki kadınları "kurban" olarak görmekte zorlanmıyorlar.
Bu yüzden, kadına yönelik şiddet/kadın cinayetleri sadece bir davranış biçimi değil, eşitsiz toplumsal cinsiyet ilişkilerinin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Eyüp Sultan’daki bu cinayet, gerici, otoriter bir siyasal ve toplumsal kültürün ve işleyişin hâkim olmaya çalıştığı günümüz Türkiye’sinde, kadını ‘sahip olunan’ bir varlık olarak gören zihniyetin yansımasıdır.
Söz konusu gerici ataerkil anlayış, kadınların özel ve kamusal alanda güçlenen varlığına tahammül edemiyor ve tehdit olarak görüyor. Aslında bu korkunç cinayet de failin, bu tehditlere karşı duyduğu öfkesinin vahşice dışavurumu, topluma yönelik olarak da kadına “yerini bilmesi gerektiğini” hatırlatan bir tezahürüdür. Buna göre, kadının bağımsızlık talebi, yaşama talebi, çalışma talebi, okuma talebi, serbestçe istediği kılıkta dolaşabilme talebi, boşanma/ayrılma talebi ne haddine! Ataerkil düzen için bu taleplerin her biri özel ve kamusal alanda büyük tehdit! Bu cinayet, kadınların bağımsızlık talepleri sonucunda kadınların maruz kaldığı şiddetin boyutlarının ne denli tehlikeli hale geldiğini de gözler önüne seriyor.
Kadın cinayetlerinin, kişilerin ya da tek tek ailelerin sorunu olmasının ötesinde, toplumun "kadınların varlığına ve konumuna" dair anlayışını normalleştiren bir mekanizmanın parçası olarak işlev görüyor.
Bu anlamıyla, şiddet bu vahim olayda görüldüğü gibi ne sadece bir bireysel travma ne de sadece bir psikolojik sorun ya da ekonomik krizlerin bir sonucu olarak ele alınabilir; kadın cinayeti bir sistemin, bir kültürün ürünü olarak karşımıza çıkar.
Peki kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerini azaltmak/ortadan kaldırmak nasıl mümkün olur üzerine düşündüğümüzde ne söyleyebiliriz?
Bunun ilk koşulu, toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve cinayetlerin münferit, belli bir çevre, coğrafya, kültür, sınıf, ülke vb ile sınırlı olmadığı bilinciyle, her bir kadın ve her bir erkeğin bunun dışında olmadığını kabul etmemizdir; intihar etmeden önce, iki genç kadını öldüren bu erkek, hepimizin yakınında baba, koca, erkek kardeş, dayı, amca, enişte, yeğen, arkadaş, sevgili vb. olabilir; bu şiddete maruz kalan ise, kendimizden başlayarak yakınımızdaki her kadın, kızımız, yeğenimiz, komşumuz vb. olabilir!
Öncelikle bu ataerkil, eşitsiz gerçeği kabul etmemiz gerekiyor. Her birimiz bunun içerisindeyiz, bundan azade değiliz ne yazık ki! Bu farkındalık bizi, kadına yönelik şiddeti ve kadın cinayetlerini bir jenerik olarak, kadınların varlıklarını, hayatlarını tehdit eden sistemik bir olgu olarak ele almamızı sağlar. Tam da bu yüzden feminist hareketin ifadesiyle, “Kadın cinayetleri politiktir”.
Kadın cinayetleri, ele aldığımız örnekte olduğu gibi, sadece failin kişisel öfkesi ya da saplantılarıyla açıklanamaz; daha büyük bir yapısal sorunun, yani toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve kadına yönelik ayrımcılığın bir parçasıdır. Bu bakış açısı ile, devlet ve toplum İstanbul Sözleşmesi gibi, uluslararası bağlayıcı metinlerle, kadına yönelik şiddeti ve kadın cinayetlerini engellemek üzere gerekli politikaları uygulamak; kadınları güçlendirici, koruyucu, şiddete karşı kovuşturucu ve cezalandırıcı önlemler alma yükümlülüğünü yerine getirmelidir.
Kadınların yaşam hakları, özgürlükleri ve eşitlikleri, bir devletin toplumsal ve politik yaklaşımının ne denli adil ve eşitlikçi olduğuyla doğrudan ilişkilidir.
Devletlerin, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamadığı, kadınların yaşamını güvence altına alan politikaları hayata geçirmediği ve failleri yeterince cezalandırmadığı durumlarda kadın cinayetleri devam eder.
Bu açıdan bakıldığında, S. Ç. örneğindeki gibi, kadın cinayetleri, sadece "aile içi" bir mesele ya da "bireysel bir sorun" olarak değil, “politik bir sorun” olarak bütünsel bir yaklaşımla çözülebilecek devletin varoluşsal bir sorumluluğudur.
bianet erkek şiddeti çetelelerinin tamamını buradan okuyabilirsiniz.
ERKEK ŞİDDETİ 2024
bianet erkek şiddeti videosu ve infografiği yayında
bianet Erkek Şiddeti Çetelesi ne söylüyor
2024 Erkek Şiddeti Çetelesi yazıları
(SUÇ/EMK)