Güneşi arkamızda bırakıp, solgun ve gittikçe cılızlaşan ışıklarının yarattığı devasa gölgelerimizin kafasına basmak için atılan hızlı adımlarla yürüyüşümüze devam ederken, biraz uzakta da olsa karşımızdaki Cehennem kapılarını açıkça görmemize rağmen sorup duruyoruz birbirimize; “nereye gidiyoruz?” diye.
Bazılarımız, daha yürüyüşün başlarında görmüştü, uzak da olsa, cehennem kapılarını ve uyarmıştı arkadan yürüyüşe katılanları, kimseler dinlemedi, “ufukta/hedefte güzel, güneşli günler var, yürüyelim arkadaşlar” diyerek yürüyüşlerine devam ettiler, arkalarından tereddütle bakan kararsızları da davet ederek.
Oysa yürüyüşün daha başındayken, yürüyüşü başlatanların gösterdiği yolun cennete gittiği, yolun sonunda ırmaklarından şaraplar akan, meyveleri dünyada olmayan güzellikteki tatlarda olan, erkekliğin, bekâretin ve yaşamın sonsuz olduğu cennet olduğu söylenmişti.
Cennetin anlatılan güzelliklerinden mi yoksa mevcut yaşamımızın cehenneme yakın olmasından mı bilinmez, başındayken yürüyüşe katılanlar oldukça kalabalık olmuş, yürüyüşün içerisinde bulunanlar şen şakrak yürüyüşlerine devam etmişlerdi.
Yürüyüş başladığında her şey çok güzeldi. Tüm vatandaşlar eşit ve özgür olacak, başörtülü kadınlarla başı açıklar aynı olacak, namaz kılanla kılmayan ayrılmayacak, Ermeni’si, Rum’u, Çerkez’i, Arap’ı, Kürt’ü, Türk’ü birbirinden ayrı tutulmayacaktı.
Adalet kurumlarının adaletten asla ayrılmayacağı söylenmişti. “Terör” bitirilmek üzereydi. Enflasyon durdurulmuş, fiyat artışları frenlenmiş, maaşların yaşanacak düzeye getirilmesine az kalmıştı.
Ülke baştan aşağıya yeniden ve bize, insana yakışır şekilde imar edilecek, Türkiye’ye herkes gıptayla bakacaktı. Önce yollar yapılmaya başlandı. Yollar önemliydi. Yollar ülkenin can damarlarıydı. “Yol olmazsa nasıl yürüyeceğiz hedeflerimize”, “yol olmazsa yolumuzu bulamayız” dediler ve yollarımızı yaptılar. O yolların yapımı, neredeyse yürüyüşümüz bitecek, hedef yanlış da gösterilmiş olsa neredeyse geldik hedefimize, yolların yapımı bitmedi.
Yani yollar açtılar ülkenin bakir topraklarının bağrını kanatırcasına kazarak. Gidilmemiş, görülmemiş, duyulmamış yer kalmamacasına, ne kadar bakir ne kadar cennet yer varsa oralara da yol yapılacak, oralara da insanlar, arabalarıyla rahatça ulaşacaktı. Böylece gidilmemiş, görülmemiş, duyulmamış yerlerin bakirliği de kalmayacaktı.
“Yola devam” dediler. “Yolumuz uzun” dediler. “Yolumuz kutsal” dediler ve onlar oturdu, köklerinde, saraylarında, biz yollara düştük, yıllardır, yürüyoruz.
Az kaldı. Kapı da göründü. Görünen kapı, görmek istediğimiz, bize anlatılan, hedeflenen kapı olmasa da. En azından bitecek yürüyüş. En azından soluklanacağız, eğer kaldıysa, eğer tüketilmediyse havamız.
“Su önemlidir” dediler. “Su değerlidir” dediler. “Su hayattır” dediler ve tüm nehirlerimizin, ırmaklarımızın, derelerimizin sularına el koyup, parsel parsel sattılar. Derelerimiz kurudu. Derelerimizle birlikte yeşillerimiz kurudu. Yaşamımız kurudu. Hayvanlarımız kurudu. Topraklarımız isyan etti, aktı başımızdan aşağıya. Seller, heyelanlar, afetler altında kaldık. Yine de yılmadık, yürüyüşe devam ettik, kaldığımız yerden, usanmadan, bıkmadan, azimle.
Üçüncü İstanbul havalimanı yapılmasının duyurusunu heyecanla izledik, Muş’un henüz yolu olmayan köyümüzde otururken, heyecanla ve sevinçle. Yapılacak havalimanı dünyanın 5. Büyüğü olacak. On milyar dolar tutacak. Günde geçecek insan sayısı bizim şehrin on katı. “İnsan sevinmez mi? Sevinmek için illa ki köyümüzde mi yapılması lazım” dedik, yürüyüşümüze devam ettik. Az kaldı.
“Kanal İstanbul” dediler. “Çılgın proje” dediler. “İstanbul’a bir İstanbul boğazı daha açacağız” dediler, çıldırdık. Her projede pantolondaki yama sayısı artıkça, sofradaki zeytin eksildikçe, bir de üstüne proje “çılgın” olunca çıldırdık. Proje dünyayla ölçülemiyor çünkü benzeri yok. Dünya birincisi. Sanki kanal açıldı da biz içerisine düştük gibi olduk, sevinçten. Yürüyüşümüzü aksatmadık, el ele, kol kola olmasa da yürüdük. Zaten az kaldı. Kapı göründü.
Attığımız her adımda gölgelerimiz daha da uzadı. Her adımda güneş daha da soluklaştı. Her adımda yolla birlikte biz de tükeniyorduk. Her adımda karşıda görünen kapılar daha da belirginleşiyor, kapının iki yanında duran ve bize gülümseyen zebaniler de seçilebiliyordu. Korkmuyorduk. Bize “yürüyün” diyenler arkamızdaydı. Her ne kadar bizimle yürümeseler de.
Yürüyüşe katılmayanlar oldu elbette. İnanmayanlar oldu. Cennetin yolun sonunda olduğuna inanmayanlar oldu. Haklı da çıksalar, katılmalıydılar. Katılmadılar. Bir de yasaklı oldukları için katılmayanlar oldu yürüyüşe. İsteseler de katılamazlardı. Onların “sokağa çıkma yasakları” vardı. Bırakın yürüyüşe, sokağa bile çıkamazlardı.
Onlar, yasaklı olanlar cezalıydılar. Onların yürüyüşe katılmaları da yasaklandı. Onlar bizden daha fazla “ölümlüydüler.” Onlar inanmamışlardı. Onlar, yürüyüşe başından karşı çıkmışlardı. Onlar bizden değildi. Onlara “terörist” deniyordu. Yürüyüşü bozarlardı. İyi ki gelmediler. Bizler azimle devam ettik, ediyoruz. Az kaldı. Zebanilerin dişlerini bile görür olduk. Mutluyuz.
Yürüyüşü istemeyenler bomba koydu yollarımıza. Ölenler, yaralananlar, kolu bacağı kopanlar oldu. Yılmadık. Korkmadık. Yollarımıza bomba koyanları uçaklarımızla bombaladık. Parça parça ettik “terörist” bombacıları. Katırları bile öldü.
Gölgelerimizin ucu cehennemin kapısına ulaştı.
Az kaldı.
Biraz daha gayret gösterir, gözlerimizi, kulaklarımızı ve ağızlarımızı kapatıp karışmazsak işlerine, bizleri yola çıkaranların, ulaştık ulaşacağız cehenneme.
Az kaldı. Yol bitmek üzere… (NT/ÇT)