... bir nesil olsa olsa bir devrim görmüştür, bir başka nesil bir darbe yaşamıştır, bir diğeri bir savaş, bir başkası kıtlık, bir diğeri ülkesindeki ekonomik çöküşü... Tanrı’nın kayırdığı bazı şanslı ülkeler ve nesiller ise bunların hiçbirini yaşamamıştır. (s. 17)
... hafızamız bazı anıları rastlantısal olarak kaydederken, bazı anıları da rastlantısal olarak kaybeden bir şey değildir, tam tersine onları bilinçli bir şekilde düzenleyen ve bilgece ayıklayan bir güce sahiptir. Hayatımıza dair unuttuğumuz her şey, aslında içimizdeki bir dürtüyle çoktan unutulmaya mahkum olmuştur. Yalnızca kendimizin koruyup saklamak istediği şeylerin, başkaları için korunup saklanmaya hakkı vardır. İşte bu nedenle benim yerime siz konuşun, siz seçin ey anılar, karanlığın derinliklerine gömülmeden hiç olmazsa bir ayna tutunyaşamıma! (s. 20)
— Stefan Zweig, Dünün Dünyası
Yüksel Abla’nın adını ilk kez Yön Radyo’da birlikte program yaptığımız sevgili arkadaşım Dr. Beyza’dan (Çelenligil Kutay) duymuştum. Yanılmıyorsam onu sivil anayasa çalışmaları sırasında dahil olup tanımış ve program öncesi “biralı” buluşmalarımızdan birisinde nasıl bir insan olduğunu, neler yaptığını anlatmıştı.
Oysa sonradan gördüm ki birbirine teğet geçen halkalarda çok yakın sürmüş yaşamımızın belirli dönemleri. Sevgili sınıf arkadaşım Zehra Biçer’in anne ve babasının, sevgili Nermin ve Doğan Çetiner çiftinin en iyi arkadaşı olmaktan başka çok sayıda arkadaşımın da sonradan benim için olduğu gibi “Yüksel Abla’sı”ydı o.
Ellili yaşların sonlarına geldiğim şu anlarda geriye dönüp bakınca pek çoğunu çoktan unuttuğum çok sayıda insanla karşılaştığımı, tanıdığımı, tanıştığımı, konuştuğumu, sonradan da kimileriyle arkadaş ya da dost olduğumu ve en büyük varsıllıklarımdan birisinin bu olduğunu düşünüyorum.
Bunda benim kişilik özelliklerim kadar onların bir yansıması olan ilgilendiğim alan ve bulaştığım iş çeşitliliğinin de önemli bir rolü var kuşkusuz. Hekim olmak, sanat ve kültür dünyasıyla bir arada bulunmak, gazetecilik, radyoculuk, sivil toplum alanında çalışmış olmak bu duruma katkıda bulunan diğer nedenler.
Aldığım kültür ve eğitimde “ilgi”nin daima “bilgi”yle birlikte olması gerektiği, bunun ilişki ve iletişimi gerektirdiği, o iletişimden de birlikte davranma ya da en azından bilerek davranma sonucunun doğacağını çok küçük yaşlarımdan başlayarak öğrenmiştim.
Bu “iradi” tutumda, asıl olarak insanların apriori “iyi” olduğunu düşünmemin de rolü vardır. Her zaman insanların dediklerinden daha çok yaptıklarına baktım ve insanlarla iletişim kurmam, tanışmam, ilgilenmem ve bilgilenmem bu temelde oluştu.
Belki, bu biraz “farklı” olmak demekti ve yaşamım boyunca pek çok kez deneyimlediğim gibi, farklı olanların bir biçimde birbirleriyle haberleşip bağlantı kurduklarını gördüm. Eskilerin dediği “Deli deliyi Kabe’de bulur,” sözünün böyle bir “belirsiz/bilinmez” iletişime dayandığını yaşlandıkça daha çok düşünüyorum.
Bir başka önemli nokta da ilkesel olarak “yararcı” bir yaklaşımı öncelememdir. Burada, bireysel yarardan daha çok, öncelikle kamusal, toplumsal, çevresel bağlamda bir yarardır söz konusu olan. Daha da önemlisi olanın üzerine bir taş daha koymayı hedeflenmesidir. Çoğu zaman o konulan taşların üzerine yeni taşlar konulmasa da, ya da konulanlar başkalarınca yıkılsa da bunun gelişmenin ve değişmenin temel ögesi olduğunu hep savundum ve somut yaşamda da gördüm. Yapılan hiçbir şey hiçbir koşulda boşa gitmiyor.
Yüksel Abla’dan Beyza dışında söz eden insanlar arasında Gümüşlük Akademisi’nde tanıştığım insanlar, özellikle sevgili Latife Tekin ve Ahmet Filmer vardı. Sonrasında bu gıyabi tanışıklık yine o bağlamda “vicahi”ye dönüştü: Akademi’nin henüz “kuramsal” aşamadaki projelerinden birisi olan “Bodrum Kent Müzesi ve Sözlü Tarih Çalışması” ile ilgili olarak ilk kez tam dokuz yıl önce, 16 Haziran 2007’de Bodrum Denizciler Kafe’de buluşup tanıştık ve konuştuk. O buluşmadan hatırladığım en önemli şeylerden birisi sanki yıllardır tanıdığım bir insanla konuştuğum duygusuydu. Konumuzun ortaklığı, geçmişimizdeki kimi koşutluklar ama sanırım en çok da “farklılıklarımız” bizi sonrasında sürecek, an itibarıyla dokuz yıllık bir arkadaşlığa götürdü.
Akademinin yukarıda söz ettiğim kısmen süren ve bu kitapta da asıl sorumlularından birisinin ağzından anlatılan proje dışında, Bodrum’daki çeşitli sivil toplum etkinlikleri, anmalar, protestolar, kampanyasına destek olduğum sevgili Şehbal Şenyurt’un bağımsız bloktan aday olduğu 2011 genel seçimleri kampanyası da dahil, ülkenin siyasi gündeminde sürdürülen mücadelelere uzaktan da olsa destek olma biçimindeki çeşitli etkinliklerde buluştuk, merhabalaştık, konuştuk, dertleştik...
Bazen buna çeşitli hoşluklar da eklendi. Yüksel Abla’nın “racon”una uygun gerçekleştirilen “rakılı muhabbetleri”nin de bunların arasında olduğunu vurgulamalıyım.
Sonra bir “edebi muhabbet” ânında Latife Tekin, Yüksel Abla’nın yazmakta olduğu ve yarım kalan bir romandan söz etti. Bunu öğrendikten sonra onunla ilişki ve bağlantımız başka bir mecraya kaydı. Bunu kendisine sorduğumda kısaca “özgürlüğe kaçış” hikâyesinden söz etti. Okumak, göz atmak istedim. Uzun süre bundan mahrum kaldım.
Yazarların yaptıklarını herkese göstermedikleri gerçeği bir kez daha yaşamımda somutlaştı. Diyecek bir şey yoktu ve ısrarcı olmadım. Sonraki buluşmalarımızda ara ara onu motive etmeye çalıştım. Ne yaptıysam onun kararlılığını aşamadım. Bir noktada tıkandığından söz ediyordu. Baktım bu yolla olmayacak, ona değişik bir öneride bulundum: Bir “nehir söyleşi” yapmak.
Yine hemen olur demedi, yine üzerinden epey zaman geçti ve 2013’ün Ekim ayında akademideki bir buluşmamızda Yüksel Abla konuyu kafasında ölçüp biçtiğini ve bu söyleşiyi yapmaya karar verdiğini söyledi. Bu kez o bana sordu: “Yapabilir miyiz Mustafa?”
Öneri zaten benden gelmişti, zaman ve koşullar bakımında uygundum, düşünmeden “Olur” dedim. İlk buluşma tarihini belirlediğimiz gün 24 Ekim 2013’tü.
Yaklaşık on beş gün sonra 5 Kasım 2013 Salı günü Bodrum’da epey aradıktan sonra bulduğum bir çiçekçiden aldığım bir demet taze çiçekle Yüksel Abla’yı o zaman oturduğu evinde ziyaret ettim. Bana kahvaltı hazırlamıştı, önce beraber onu yedik, sonra genel konularda konuştuk. Ardından da söyleşimize dair bazı ilkeleri belirleyip ilk görüşmemizi yaptık. Sonradan da nehir söyleşimize başladık. Görüşmeyi hem sesli hem de görüntülü olarak, yani bir video kamerayla kaydettik. O günkü toplamı elli bir dakika süren üç ayrı kayıttan sonra bu kitabın basılmasına kadar geçen iki buçuk yıla yakın süre içinde kitapla ilgili olarak gerçekleştirdiğimiz on üç buluşmanın biri hariç tümünde bu söyleşilerimiz sürdü. Değişik uzunlukta seksen yedi kayıt gerçekleştirdik. Bu kayıtların toplam süresi: On sekiz saat yirmi dört dakika on yedi saniye tuttu.
Bu işe ayırdığımız belirli bir maddi kaynağımız olmadığı için bu kayıtların çözümünde bu konularla uğraşan Tarih Vakfı’nın koordinatörlüğünü yapan sevgili arkadaşım Gülay Kayacan’ın da “farklı”lığını tespit ettiği bir yöntem uyguladık: Sevgili Yüksel Abla inanılmaz bir çabayla, bu kayıtları izleyip onlardan yola çıkarak bu kitabın tüm metnini kendisi bilgisayar başında kendisi yazdı. Sonra onlara, değişik zamanlarda günlüğüne yazdığı notlarla, inanılmaz arşivindeki belgelerden doğruladıklarını da ekledi.
Zaman zaman bunların üzerinden yeni buluşmalarımızı planladık ve konuştuk. Tüm metinler tamamlandıktan sonra ben okuduğunuz bu kitaptaki editörlük faaliyetine başladım, o da bir aydan biraz fazla sürdü. Sonuçta ortaya çıkan ürün de elinizde tuttuğunuz bu “oylumlu” kitap oldu.
"Yüksel Abla”dan öğrendiklerim
Bu süreç zarfında ondan pek çok şey öğrendim.
Tabii ki öncelikle artık daha sık düşündüğüm geçmişte olan bitenlere dair merak ettiğim konular arasında onun bildiği, tanık oldukları ve yaşadıkları vardı. Bunların bir bölümü gerçekleşirken ben de onların olduğu, yaşandığı yerlerde, zaman zaman da kıyısında köşesindeydim. Ama başka bir gözle ve o gözün gördüğü ve yaşadığı üzerinden yeniden dinlemek, anlamak yaşamda biriktirdiğimiz yanıtlanmayan soruları azaltan bir değer ve öneme sahipti.
Bu bir araya gelişlerde karşılıklı olarak birbirimizi daha yakından tanıdık ama asıl anlatıcı o olduğu için ben Yüksel Selek’i tanımış oldum; yaptıklarını, neden onları yaptığını, nasıl yaptığını öğrendim. Bunlar onun hemen kendisini dışa vurmayan değer ve öneminin bir kez daha ayrımına varmama yol açtı. Mutlu oldum.
Daha önce hissettiğim bir şeyi bu süreçte bir düşünsel çerçeveye oturtmamı sağladı: İnsanların yapıları içinde bulundukları çevreleri ve yapıların hangileri olacağını belirliyor; benzer biçimde o yapılar, o çevreler de o insanların bu özellikleri tarafından şekillendiriliyor.
Bununla bağlantılı bir başka saptamam: Süreç içinde ve yaşamları boyunca insanların yapıları değil, düşünceleri değişiyor sadece. Aslında hep “olduğumuz” gibi davranıyoruz ama bu “olma” hali bir anda olmuyor ve doğuştan sahip oldukları özellikleri, çok erken dönemde içinde bulundukları çevreden aldıklarıyla insanları “olduruyor!”
Kişisel olarak kendi yaşamımda hep gördüğüm ve kabul ettiğim bir başka önemli unsuru, okumayı sevmenin önemini, değişim ve değiştirme için en önemli dürtü ve olanaklardan birisi olduğunu onun yaşamının seyrini izleyince bir kez daha fark ettim. “İyi ki kitaplar var, ve okuyabiliyoruz, yazabiliyoruz!”
Bunların ötesinde inceliği, kibarlığı, nezaketi, kendine ve karşısındakilere değer vermeyi, değişim ve gelişme için itiraz etmenin gerekli, hatta zorunlu olduğunu ama itiraz etmenin de farklı yol ve biçimleri olduğunu, salt aklına gelenin ya da düşüncenin değil, yaptığın şeylerin yaşamdaki ilerleme ve gelişmenin, gerçek değişimi yaratmanın temel unsuru olduğunu en azından kendi kendime bir kez daha doğruladım.
Aslında bu on sekiz küsur saatlik kayıt ve onun önünde, ardında yaptıklarımızla, yani iki katından fazla zaman içinde, Zweig’ın en başta alıntıladığım sözlerinin sonundakini yaptım, “onun kendine ve yaşamına tuttuğu aynada yalnız bir insanı değil, aynı zamanda kendimi de gördüm” ve mutlu oldum.
Çağrım bu kitabı okuyarak bunu sizin de yapmanız. Göreceksiniz bitirdiğinizde, siz de mutlu olacaksınız. Bu kitapta göreceğiniz herhangi bir hata ya da yanlış varsa, onun sorumluluğunun tümüyle bana ait olduğunu belirterek iyi okumalar diliyorum. (MS/EA)
***
* Özgürlüğün Peşinde: Yaşadım, Diyebilmek İçin... (Yazar: Yüksel Selek, yayına hazırlayan: Mustafa Sütlaş, İletişim Yayınları, 2017)