Uzunca bir süredir yüksek öğretimin yeniden yapılandırılması için iktidar çevreleri ve Yükseköğretim Kurulu (YÖK) bünyesinde bir dizi çalışma yürütülmekteydi.
Bu çerçevede yeni bir yüksek öğretim yasası hazırlama çabalarının sonlarına gelindiğini epey dolaylı bir biçimde öğrenmiş bulunmaktayız. Yıllardır YÖK sisteminin adeta deli gömleği giydirdiği üniversiteleri bu taslak metin ile yeni ve ciddi tehlikeler bekliyor.
Bir süredir Batı'da akademisyenlerin ve öğrencilerin hararetle tartıştığı, olumsuz sonuçlarının halihazırda tecrübe edilmeye başlandığı neo-liberal dönüşümün ve üniversite işgallerine varan tepkileri tetikleyen Bologna sürecinin buraya uyarlanmak istenmesiyle zaten süreç başlatılmıştı ve kamuoyu da bir süredir çeşitli vesilelerle hazırlanıyordu; yasa taslağı tüm bunları kendince makro bir çerçeveye oturtuyor.
Verimlilik, rekabet, şeffaflık gibi cilalı sözlerle de paketi süslüyor. Burada "yeniden yapılanma" sürecinin mekaniğine ve metnin içeriğine dair bazı temel sorunları özetlemekle yetineceğim.
İnisiyatif YÖK'te olmamalı
Sürecin mekaniği ile başlayayım. Her şeyden önce böyle bir çalışmanın YÖK inisiyatifinde gerçekleştirilmesi başlı başına sorunsallaştırılmalıdır. Zira işlevi, terkibi, faaliyetleri kurulduğu günden bu yana tartışmalı bir kurumun yerine öğretim elemanları bizzat süreci şekillendirmeliydi.
Mezkûr metinde gelinen aşamanın belirli bir olgunluğa erdiği ve artık bütün paydaşlarla tartışma evresine varıldığı vurgulanıyor. YÖK'ün 26 sayfalık bu metni üniversite rektörlüklerine gönderdiği ve görüş istediğini biliyoruz.
Ancak birçok üniversitede bu "paylaşım" sadece idari birimler düzeyinde kaldı ve öğretim elemanlarının büyük bir bölümü sürecin dışında bırakıldı.
Ayrıca daha özgür ve demokratik bir üniversite için çaba harcayan Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim Sen), Akademi Susmayacak, Üniversite Konseyleri, GİT Türkiye, Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği gibi önemli örgütler son kertede muhatap dahi alınmadı.
Bir araya gelen bu örgütler yasa gündemli bir forumda mevcut durumu tartıştı ve birlikte hareket etme kararı aldı ki bu çok kıymetli bir beraberlik.
Tıpkı şirket yönetir gibi
Şimdi içeriğe beraberce göz atalım. Metnin ruhu üniversite-toplum ilişkisini piyasa ve kapitalist rekabet üzerinden yeniden kurma amacına odaklanıyor.
Metinde temel ilkeler olarak ele alınan ve ilk okunduğunda oldukça cezbedici olan beş başlığın (1-çeşitlilik 2- kurumsal özerklik ve hesap verebilirlik 3- performans değerlendirmesi ve rekabet 4- mali esneklik ve çok kaynaklı gelir yapısı 5-kalite güvencesi) içeriği birçok yönden bu ruha göre tanımlanıyor.
Dolayısıyla kavramlar neo-liberal eğilimlerin boyunduruğunda itinayla deforme ediliyor. Üniversiteler kendi kaynaklarını kendileri yaratsın derken bu yönlendirmenin akademik niteliği düşük ancak para getirme olasılığı yüksek alanlara rağbeti arttıracağı hesaplanmıyor.
Proje bütçesinden tahsis edilecek proje asistanlığı gibi geçici istihdam olanakları, esneklik ve rekabet şemsiyesi altına sokuluyor. Doktorasını bitiren araştırma görevlileri için ise azami iki yıllık ve tabi sözleşmeli bir istihdam süresi veriliyor.
Bu zaman aralığında kendine kadro/yer bulamayanların kapı önüne konacağı anlaşılıyor. Yoğun bir biçimde tartışılan başlıklar içinde gösterilen norm kadro, yardımcı doçentlerin tümünün, doçent ve profesörlerin belli bir oranda sözleşmeli olması, kadro olmadan doçentlik unvanı verilmemesi gibi maddelerin ise tam bir güvencesizleştirme operasyonu olduğu aşikârdır.
Metin üniversiteleri yönetsel, finansal ve yoğunluklarına göre çeşitli kategorilere ayırıyor. En çarpıcı olan kurumsallaşmış üniversiteler ve kurumsallaşmakta olanlar ayrımı.
Kurumsallaşmış üniversitelerde 11 kişiden oluşan üniversite konseylerinin oluşturulması öngörülüyor. Çok geniş yetkileri olan (rektör ve dekan atamasından üniversite elemanlarına ödenecek paraya kadar) bu konseyin üyelerinin beşi üniversite içinden, ikisi Bakanlar Kurulu diğer ikisi Yükseköğretim Kurulu tarafından seçilecek.
Bahsi geçen dokuz kişi de geri kalan iki üyenin birini mezunlar, diğerini ise üniversiteye en çok bağışta bulunan veya o ilde en çok vergi verenler arasından seçecek.
"Kurumsallaşmasını tamamlayamamışlar" ise neredeyse tamamen Yükseköğretim Kurulu'na emanet. Böyle bir kompozisyondan ve mekanizmadan bilimsel kalitesi yüksek, özgür, demokratik ve katılımcı bir üniversite çıkacağını düşünebiliyor musunuz?
Daha özgür bir üniversite için
Üniversitelerin şimdiki mevcut düzen ile daha özgür ve demokratik yapılar olamayacağı kesin. Ancak önümüze konan ve özgürleştirme iddiasındaki bu yeni metin vesayeti kaldırmak yerine yeni vesayet sistemleri yaratıyor.
Üstüne üstlük gizlemeye gerek dahi duymadığı piyasacı perspektifi ile zaten oldukça yıpranmış olan iş güvencesi mefhumunu üniversiteler için de tamamen ortadan kaldırıyor ve istihdam politikalarını liyakata değil kapitalist rekabet koşullarına uyma kabiliyetine endeksliyor.
İş güvencesini ortadan kaldırmak bir randıman barometresi değildir; aksine bilimsel özgürlüğün yapıtaşını parçalamaktır. O nedenle araştırma görevlileri başta olmak üzere bu esnekleştirme, güvencesizleştirme operasyonları en çok akademik özgürlüklere ve eleştirel düşünceye zarar verir.
Kısaca bahsettiğim tüm bu unsurlar o kadar kalın çizgilerle biçimlemiş ki tabloyu metnin içinde muğlâk ama olumlu sayılabilecek birkaç küçük başlık (öğrenci konseyi oluşturma, ücretli araştırma izini vb.) da berhava oluyor.
Akademia'nın bileşenleri iktidarın 4+4+4'te olduğu gibi bir oldubitti ile metnin yasalaştırmasından çekinmekte çok haklı.
Zira tartıştırılıyormuş gibi yapılan metnin arkasındaki zihniyet çok net ve anlaşılan ivedilikle hayata geçirilmek istenmekte. Evet yüksek öğretim kesinlikle yeniden yapılandırılmalıdır. Ancak bu süreç YÖK'ün ve piyasacı teknokratların mihmandarlığında değil; bugün "yenilenme" projesinin içine alınmayan aktörlerin ve öğrencisi, idari personeli, öğretim elemanları tüm üniversite bileşenlerinin aktif ve özgür katılımıyla olmalıdır.
Ancak bu şekilde toplum ile üniversite arasında kurulacak yeni bağ emek ve demokrasi eksenine yerleştirilebilir. (GGÖ/BA)