Yola düştük
Yol uzadı
Göç Oldu
Filistin öyküleriyle büyüdük.
Son olarak, belinden hiç çıkarmadığı tabancası, masasının üzerindeki otomatik silahıyla hatırladığım Yaser Arafat, Halkının özgürlüğü için yaşamını hiçe sayıp uçak kaçırma eylemine katılan, Elinde keleşi, mahcup bakışları hala yüreğimde farklı duygular oluşturan Leyla Halit unutulmazlarımızdı.
İsrail askerlerinin yakalayıp ıssız bir yere götürdüğü Filistinli çocuğun kolunu taş vurarak kırdığı görüntüler kaldırmıştı öfkemizi, midemiz bulanmıştı insansızlıklarından.
Lübnan’daki içsavaş sonucu delik deşik olmuş, yıkılan evleri gördükçe o evlerde oturanların içler acısı durumuyla döktük gözyaşlarımızı.
Ariel Şaron ve Falanjist katillerinin Sabra ve Şatilla kamplarında katlettiği binlerce Filistinlilerle öldük, defalarca.
Bir de Filistin’e giderek onların haklı savaşlarına destek olan, savaşan onur duyduğumuz o güzel insanların, oralardaki görüntüleri geçtiğinde elimize yüreğimiz farklı atmaya başlar, sevincimizi gizleyemez olurduk.
Mazlum Filistin halkının haklı mücadelesi, mücadele içinde simgeleşmiş insanları, yaşanan katliamların ve savaştan harabe olmuş şehirlerin görüntüleri her zaman ilgimizi çekmiş, gündemimizin önemli yerini oluşturmuştu.
Ardından adını Kuran’daki Enfal suresinden alan ve savaş ganimeti anlamına gelen, üç yıl süren, tam rakamı bilinmemesine rağmen yüz bin ile üç yüz bin arasında insanın ölümüyle sonuçlanan Enfal katliamını yaşadık. Ağlamak yetmedi. Vurduğumuz yumruklarla bağrımız morardı.
Yetmedi, Halepçe’de binlerce insanı kimyasal silahlarla katlettiler.
Eskişehir cezaevinde hükümlüydük o zamanlar. Yüz yetmiş civarında hükümlü olarak katliamı kınayan, protesto eden dilekçe yazdık, her birimiz, kendi cezalarımıza ek olarak 6 yıl 8 ay ceza aldık.
Görüntüler aynıydı. Ölen insanlar, yıkılan evler, harabe şehirler, insanlığın kalmadığı görüntüler.
Diyarbakır’ın Sur ilçesinde, sokağa çıkma yasağının bitimi sonrası çekilen fotoğraflara baktığımda ilk aklıma gelen bunlar olmuştu.
Harabeye dönmüş evler, iş yerleri, ellerinde bir kutu, sırtlarında yatak ilçeden çıkmaya çalışan insanlar. Kendi evlerinden, topraklarından göçe zorlanan insanlar, harabeye dönmüş ilçeden umutsuz bakan gözlerle gidiyorlardı.
Aynı koşulları yaşayan diğer il ve ilçelerde de görüntü farksızdı.
Sokağa çıkma yasağının devam ettiği her yerleşim biriminde de aynı.
Her fotoğraf karesi aynı acıları yansıtıyor. Yanan, kuşun delikleriyle dolu, yıkılıp harabeye dönmüş evler, kullanılamaz hale gelmiş iş yerleri. Ölmüş insanlık.
İnsanı insanlık adına umutsuzluğa sürükleyen, aynı zamanda da öfkelendiren görüntüler.
Yetkililerin ağzıyla konuşup diyelim ki;
‘’Velev ki terörist var ve sizler teröristlerle çatışıyorsunuz. Evlerden, iş yerlerinden, Kurşunlu Cami’den, hele hele dört ayaklı minareden ne istiyorsunuz?
Evleri, iş yerlerini harabeye çevirme hakkınız, yetkiniz var mı?
Farz edelim ki çatışma içinde, istemeden, koşullar gereği bu tür yıkımlar oldu. Bir tane yetkili çıkıp da böyle oldu ama zararlarınızı tazmin edeceğiz, yıkılanları onaracağız, sınırları aşanları cezalandıracağız diye bir demeç, açıklama duymadık. Neden?’’
Devlet veya iktidar, ikisi de birbirinin içine geçmiş erk, güç, bu kadar pervasız, bu kadar kindar, bu kadar insanlık dışı nasıl davranır?
Özür veya tazmin gibi yetkili ağızlardan bir sözün çıkmayışı, yıkımların bilerek, planlı bir şekilde yapıldığını düşünme hakkı verir bizlere.
‘’Biz yapmadık o yaptı’’ gibi söylemler mazeret olamaz.
Ölümler, yıkımlar, göçe zorlamalar, tarihe verilen zararlar, toplumsal bölünmeler, psikolojik sonuçları, neresinden baksak uluslararası hukuk ve insan hakları çerçevesinde hepsi ayrı bir suç ve bu suç, her gün, durmaksızın işleniyor.
Halkını kendi evinden, kendi toprağından sürgün eden OHAL yönetiminin yönetici ve sorumlularından sonra bu ikinci göçü yaşatanlar da aynı derecede sorumludur göçten, yaşananlardan ve kayıplardan. Göçe zorlanan halkın göç ettikleri yerlerde yaşayacakları yeni acılardan da sorumludur buna sebep olanlar.
Yaşanan yıkımın, yaşanan ölümlerin, yaşanan göçlerin, yaşanan maddi manevi kayıpların, yaşanan travmaların sorumluları kim?
Yaşananların bedellerini kim ya da kimler ödeyecek?
Maddi kayıplar belki geri getirilebilir ama hangi ölüm geri getirilecek?
Yaşanan hangi acı nasıl tazmin edilecek?
Birileri bir gemi daha alsın, bir lokanta daha açsın, bir hastane daha alsın, bir vakıf daha kursun, biraz daha silah, biraz daha mermi satılsın diye daha ne kadar bedel ödenecek?
O yıkımların, yaşanan zorunlu göçün, ölümlerin fotoğrafları daha ne kadar acıtacak içimizi?
Daha ne kadar bekleyeceğiz acılar bir daha yaşanmasın diye?
Daha ne kadar vicdanlarımızın öfkesinin altında ezileceğiz?
Ölümse ölüm, ne zaman çıkacağız sokaklara, bu acı dursun diye?
Ne zaman Kobane olacağız? (NT/HK)
* Fotoğraflar: Refik Tekin - IMC TV