Adem cevap verir, "Ben yapmadım, Havva yaptı."
Havva da "Benim suçum yok, yılan dedi" der.
Ve insan o günden beri kendi hatalarına "diğerini" suçlu bularak yaşar. Ve biz o günden beri "iyi"nin ve "kötü"nün dünyasında insan psikolojisinin en sık kullandığı yansıtma mekanizmayla didişir dururuz.
Orhan Pamuk davasının görüldüğü cuma günü, Şişli Adliyesi'nde ve sokakta yaşanan şiddet olayları hakkında, Başbakan polisin yeterli önlem almadığını, nahoş olayların yaşanmasını engellemediğini söyleyerek, öncelikle polistir, diyor suçlu.
Başbakan ayrıca Türkiye'nin demokrasisinin nasıl işlediğini görmeye geldikleri için AB'nin gözlemci heyetini 'yargıya müdahale' ediliyor diye suçluyor. Hem ülkenin AB müzakerelerini başlatan başbakanı olarak AB heyetini hedef göstermekte politik hiçbir beis görmüyor hem de kendi hükümetine bağlı İçişleri Bakanı'nın yetkisinde olan polisi de kendi yetkisi dışındaymış gibi gösteriyor.
Bürokratik hiyerarşi içinde devam edersek, Adalet Bakanı Cemil Çiçek, yargı sürecinin dirliğini sağlamakla görevli kişi olarak, faturayı basın çalışanlarına kesiyor, bu işin bu hale gelmesinin nedeni basının tavrıdır, diyor.
Dava dosyasının yedi ayda mahkemeye ulaşmamasını kendi problemi olarak görmeyen Adalet Bakanı, "böyle olması çok normal ne var bunda?" dediği erteleme kararından, adaletin gecikmesinden, Türkiye demokrasisinin çizdiği imajdan rahatsızlık duymazken, tüm dünyanın gördüğü şiddet olayları karşısında günah keçisi olarak basını gösteriyor.
AKP hükümetinin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu güvenliği sağlamakla yükümlü polisin saldırganların saldırılarını rahatlıkla gerçekleştirmeleri için engelleri ortadan kaldıracak şekilde davranmaları karşısında, polis sayımız yeterliydi, diyor ve Emniyet'i suçluyor.
Emniyet Müdürü ise, yetkisindeki polis memurlarının adeta göstericilerle işbirliği halindeki tavırlarını, savcının verdiği talimat doğrultusunda "Adliye içine müdahale etmememiz söylendi biz de onu yaptık" diyerek açıklıyor.
Bir yerlerde kendi kendine konuşan, konuştuğuna inanmak için aynı cümleleri tekrarlayan bir teyp var sanki bütün pirüpakların kafasının içinde. Ve o teyp şöyle diyor:
"Hepimiz yetkiliyiz ama yaşanan olaylardan sorumlu değiliz; çünkü asıl büyük suçlu Orhan Pamuk. Aslında bu kadar geniş davranmamız o yüzden... Madem asıl suçluya yargı henüz cezasını vermiyor, biz verelim, görsün gününü, diye biraz rahat davrandık; ne var bunda? Zaten bu küçük bir olaydı; 6-7 Eylül'ü hatırlayın, orada daha büyüğünü yapmıştık, o zaman azınlıklara göstermiştik günlerini, şimdi de çoğunlukta fikirleriyle azınlık olanlara gösteririz... Çünkü biz masumuz, o/onlar suçlu."
İnsan, çok temel bir zaafından kurtaramıyor kendini: "Ben yapmadım, o yaptı."
Oysa bu "ben yapmadımcılığın" sonu yok; suçu üzerine atacak birileri ya da bir şeyler mutlaka bulunacak. Fakat tam da bu döngünün kırılmasıyladır ki "tekamül" denen süreç başlayabilir. Hatanın kendisinin olduğunu kabul eden kimse yansıtma döngüsünü kırar, başkasından kabahat olarak gördüğünün aslında kendinde görmek istemedikleri olduğunu görür ve yüzleşir. Bu andan itibaren de farklı bir süreç işlemeye başlar.
Batı bu döngünün kırılmasında son derece faydalı bir yaklaşımı, "challenge" fikri çerçevesinde çok meşru bir hale getirdi. Önünüzde yapması zor, sizi duygusal, zihinsel, bedensel her anlamda zorlayan, kabul etmek istemediğiniz bir olay mı var? Hemen mutluluk edalarıyla duyarsınız, "It's a new challenge for you!" Adeta kutluyordur sizi, "'harika, daha ne istiyorsun, yeni şeyler öğreneceksin, yeni bir şey keşfedeceksin" demektedir, "bu senin için yeni bir mücadele alanı" derken. Pek din felsefesine girmek istemiyordum ama, şeytanın isimlerinden birinin de Lucifer olduğunu unutmamak gerek; yani "ışık getiren, aydınlatan".
Hatta Türkiye'nin AB'ye girmesinin ne kadar gerekli olduğunu savunan Avrupalı yazarlar, gazeteciler ve zaman zaman Başbakan da, Türkiye'nin AB için yeni bir mücadele, yeni ve çok gerekli bir tecrübe olduğunu söylemiştir.
Her zorlukta yeni bir aydınlanma saklıdır, eğer her yeni zorluk yepyeni bir şey öğrenmeye giden yol olarak algılanabilirse...Ve herhalde onun içindir ki, uzun süren başarısızlıklar sonunda elde edilen başarı "şeytanın bacağını kırmak" olarak nitelendirilir.
Bugün bulunduğumuz durumda şeytanın bacağını kırabilmek için "benim hatam" demeyi öğrenmek gerek öncelikle. Cuma günü yaşanan şiddet olaylarının olduktan sonra araştırılması değil, olmasının engellenmesi gerekiyordu. 301. maddenin ifade özgürlüğüne ciddi kısıtlamalar getirdiği bilinirken, yeni TCK'nin içine eski 159'un bir türevi olarak alınmaması gerekiyordu. Bile bile, göre göre geldik bugüne.
16 Aralık günü, Orhan Pamuk'un yargılanması öncesinde, sırasında ve sonrasında yaşananlarda tüm birimlerin kendi kendini sorgulaması gerekir. Sokaktaki polisten başbakana kadar tüm bürokratik hiyerarşinin.
Yetkisi olanlar sorumluluğunu zamanında yerine getirmezse ve bunun doğurduğu sonuçları üstlenmezse, neden o yetkilerle donatıldıkları da soru işaretlerine dönüşür, inandırıcılıklarını kaybeder ve son kertede o yetkilerden arındırılırlar. Demokrasi de böyle bir şeydir işte...
Başbakan'ın "tahammül rejimi" dediği rejim, seçmen açısından seçim tarihine kadardır. Ayrıca benim bilebildiğim en kötü demokrasi tanımı olarak 'tahammül rejimi' kendi başına ayrı bir yazı konusudur. (TS/TK)