Basın özgürlüğü Türkiye'nin en önemli sorunlarından birisi olmaya devam ediyor.
Özellikle 2010 yılı ve 2011 yılının başlarında yaşanan olaylar Türkiye'de basın özgürlüğünün içinde bulunduğu durum açısından, eskiye oranla çok daha fazla endişe vericidir. 2010 yılında gazeteciler hakkındaki ceza davaları ve hapisteki gazeteciler herkesin ifade özgürlüğünün tehdit altında olduğu görüşüyle basın özgürlüğünün yeniden tartışılmasına neden olmuştur.
Gazeteci Ahmet Şık ve Nedim Şener hakkında verilmiş olan tutuklama kararları, Avrupa Parlamentosunun yaklaşımı ve bu arada yargının bağımsız olduğu görüşleriyle birlikte Türkiye'de ifade özgürlüğünün bulunmadığı ve basın özgürlüğünün ihlal edildiği hakkında kamuoyunda yaygın bir düşünce vardır.
Gazeteciler, uzun yıllardan sonra sokaklara taşmıştır. Ahmet Şık ve Nedim Şener hakkındaki tutuklama kararlarını protesto etmek için yürüyüşler düzenlemişlerdir.
2001 yılında Türkiye "Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı" kabul edilmiş ve Türkiye, başta insan haklarının korunması ve demokrasinin sağlanması için Avrupa Birliği müktesebatı ile uyum sağlamak amacıyla gereken önlemleri almayı bu programla yerine getirmek için yola çıkmıştır.
Ulusal Programın "Siyasi Kriterler" bölümünde; düşünce ve ifade özgürlüğünün geliştirilmesi için anayasal ve yasal güvencelerin güçlendirilmesi hedeflenmiştir. Bunun için kısa vadede; Anayasa'nın özellikle düşünceyi açıklama ve yayma ile basın özgürlüğü hakkındaki hükümlerin gözden geçirilmesi benimsenmiş ve 2000'li yılların başında Türk Ceza Kanunun, Terörle Mücadele Kanunun, radyo televizyon yayınları hakkındaki kanunların ve basın suçlarının gözden geçirilerek değiştirilmesi planlanmıştı.
Türkiye, Avrupa birliği müktesebatına uyum konusunda çizdiği yol haritasında kabul ettiği Ulusal Programa genellikle uymuştur. İç hukuk mevzuatında bu alanda çok önemli değişiklikler gerçekleştirmiştir.
Başta Anayasa olmak üzere, 3 Ekim 2001 tarihinde 1982 Anayasasının 34 maddesini değiştirmiş ve bu Anayasa değişiklikleri ile temel hak ve özgürlüklerin korunması ve güvence altına alınması yolunda çok önemli adımlar atılmıştır.
Türkiye Ulusal Program ve uyum yasaları ile gerçekleştirdiği mevzuat değişikliklerinden sonra içinde bulunduğu durumu 2003 yılında yeniden değerlendirilmiştir. Bakanlar Kurulu 23.6.2003 tarihinde "Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programının Uygulanması, Koordinasyonu ve İzlenmesine Dair Karar" almıştır.
Haziran 2004'e kadar "düşünce ve ifade özgürlüğü" sorunlarının ortadan kaldırılması benimsenmiştir. İkinci Ulusal Programa göre Hükümet ifade özgürlüğünün evrensel değerlere dayalı olduğunu ve mevzuatın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine göre gözden geçirerek yeniden düzenleyeceğini vaat etmiştir. Bu nedenle basın özgürlüğü alanını genişleten yasal ve idari değişikliklerin etkin olarak uygulamasını da sağlayacağını açıklamıştır.
Ancak on yıl içinde yapılan yasal değişikliklere rağmen, günümüz Türkiye'si Ulusal Programla kabul ettiği hedeflerin gerisinde kalmıştır.
Avrupa Parlamentosu'na ve Avrupa Konseyine sunulan (Brüksel, 09 Kasım 2010) Türkiye 2010 İlerleme Raporundaki tespit Türkiye'nin basın özgürlüğü bakımından içinde bulunduğu durumu göstermektedir.
"Basın özgürlüğü ve basında çoğulculuk da dâhil olmak üzere ifade özgürlüğü konusunda, açık ve serbest tartışma sürmüş ve genişlemiş olmakla birlikte sınırlı ilerleme kaydedilmiştir. Bununla birlikte, Türk hukuku, AİHS'ye ve AİHM içtihadına uygun şekilde ifade özgürlüğünü yeterli ölçüde güvence altına almamaktadır. Gazetecilere karşı açılan dava sayısının fazlalığı ve internet sitelerine sık sık getirilen yasaklar endişe konusudur. Basın üzerindeki gereksiz siyasi baskılar ve yasal belirsizlikler uygulamada basın özgürlüğünü etkilemektedir."
2010 yılı Türkiye İlerleme Raporu hakkındaki bu tespit doğrudur ve hatta eksiği bile vardır.
Özellikle, gazetecilere karşı açılan çok sayıda ceza davası sürmektedir. Soruşturmaların gizliliğini ihlal (TCK 285 m.) veya adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs (TCK 288 m.) suçlamalarına göre gazeteciler hakkındaki davalar, "endişe verici" durumun satırbaşlarıdır.
Ceza davalarının çokluğuna çare arayan Adalet Bakanlığı tarafından Türk Ceza Kanunundaki maddeler hakkında gözden geçirme çalışması yapılmıştır. Bu çalışmanın sonunda hazırlanan yasa tasarısı Meclise verilmiştir. Meclis tatile girmiş ve bu Tasarı kanunlaşmamıştır.
Bu tasarının kanunlaşmaması çok iyi olmuştur.
Kanunlaşmayan bu tasarıya gazeteciler ve gazeteci örgütleri karşı çıkmıştır. Özellikle özel yaşamın gizliliğini koruyan yasal düzenlemenin ortadan kalkacağı endişesi haklıdır. Ayrıca yeni tasarı çare olmadığı ve sorun yaratan Türk Ceza Kanunu maddelerini düzeltmediği gibi, basını daha çok kıskaç altına alan düzenlemeler olarak değerlendirilmiştir.
AİHM, Ürper ve diğerleri/Türkiye davasında Türkiye'nin Terörle Mücadele Kanunu'nun 6. maddesini revize etmesi gerektiğine karar verilmiştir. Ama buna aldırış etmeyen Türkiye şimdi bir başka sorunla daha karşı karşıyadır... Basın özgürlüğünü sınırlandıran kanunların başında Terörle Mücadele Kanunu gelmektedir. Basın özgürlüğünün sağlanması için Terörle Mücadele Kanunu gözden geçirilmelidir. Buna tavsiyeye rağmen İsmail Beşikçi hakkında verilen mahkûmiyet kararı gazeteciler ve yazarlar tarafından tepkiyle karşılanmıştır.
15 Şubat 2011 tarihinde 6112 sayılı yeni Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun kabul edilmiştir. 3 Mart 2011 tarihli Resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu kanununun kabul tarihinden itibaren iki yıl içinde frekans planlamasının yapılarak frekansların yayın kuruluşlarına tahsisi kabul edilmiştir. Kanun esas itibariyle Görsel ve İşitsel Medya Hizmetleri Direktifiyle uyumludur. Ancak yayın ilkeleri ve bu ilkelerin ihlali konusunda uygulamada sorunlar yaşanacaktır.
Bir kere daha yazarsak belki içinde bulunduğumuz duruma yararı olur. AİHS'ye ve AİHM içtihatlarıyla uyumlu olan yasal düzenlemelere sahip olmayan Türkiye'de basın özgürlüğü güvence altında değildir, aksine baskı altındadır. (Fİ/EÖ)