* Fotoğraf: Recep Şakar - Christchurch/AA
Bu yazıya kişisel bir notla başlamam gerekiyor: Yeni Zelanda saldırısının yapıldığı Christchurch şehrinde, yıllar önce, burslu olarak politik antropoloji doktorası yapıyordum.(*) Bu nedenle, bu konuda yazanlara göre biraz daha farklı bilgilere sahip olduğumu düşünüyorum. Ayrıca saldırıyla ilgili olarak yalnızca eleştirel bir açıdan bakıldığında görülebilecek birtakım durumlara da dikkat çekmek istiyorum. Son olarak, yazının bitiminde de belirtildiği üzere, aşağıdaki her noktanın kapitalizmin örgütleniş biçimiyle ilişkili olduğunu vurgulamak istiyorum.
Yazıya ve sorulara başlamadan önce, ölenlere başsağlığı, yaralılara acil şifalar diliyorum.
1 - Neden Yeni Zelanda: Saldırgan, Avustralyalı. Peki ama saldırıyı neden Yeni Zelanda’da gerçekleştiriyor?
Çünkü Avustralya’da gerçekleştirmeye kalksaydı, saldırıdan önce büyük olasılıkla yakalanırdı. Avustralya, güvenlik önlemlerinin daha yoğun olduğu ve kent merkezlerinin de genel olarak daha yoğuşuk (compact) olduğu bir yer. Yeni Zelanda’da ise polis nadiren görülür, özellikle de Christchurch’ün bulunduğu güney adada.
İkincisi, Yeni Zelanda, genel olarak, ekonomik düzeyle de ilişkili olarak, Avustralya’ya göre çok daha yatay bir ülke. Çok katlı yapılar görece daha az. Yoğuşuk olmadığı için daha ıssız.
İşte bu iki nokta, büyük olasılıkla (soruşturmada bu yönde önemli bilgilere ulaşılacaktır ama) saldırının neden Avustralya’da değil de Yeni Zelanda’da ve hatta ülkenin kuzey adasında değil de güney adasında gerçekleştiğini açıklıyor.
Çünkü güney ada, daha az polisli ve daha ıssız. Ayrıca, bu iki nokta, saldırıdan hemen sonra bölgeye polis gelmemesini ve hatta ikinci saldırının da gerçekleşebiliyor olmasını açıklıyor.
2 - Silahlar nereden: Saldırgan, silahlara nasıl erişti? Bu silahlar ABD’de rahatlıkla bulunur; marketlerden bile alınabilir. Avustralya’da da bulunabilir; ancak Yeni Zelanda gibi sakin ve küçük bir ülkede çok zor bulunur ve alımı-satımı fazlasıyla dikkat çeker. Bu da, saldırganın bu silahları büyük olasılıkla Avustralya’dan getirdiğini gösteriyor.
Peki ama silahları nasıl getirdi? Ya hava yoluyla ya da deniz yoluyla gelmiş olması gerekiyor. Hava yoluyla olanaksız olduğuna göre, deniz yoluyla getirilmiş olmalı. Bunları kendi gelirken birlikte mi getirdi yoksa para verip başkalarına mı getirtti araştırılmalı. Çünkü bu, arkasındaki suç ağını açığa çıkaracak önemli bir veri olacak.
Hesapta ‘Batı’ birçok konuda çok ileridir; ancak en zayıf olduğu noktalardan biri, silahlara erişim kolaylığıdır. ‘Batı’da kolaylıkla silah bulunur, hem de en öldürücü silahlar. ABD’de silahlar marketlerde satılır. Neden böyle olur bu? Çünkü ‘Batı’da silah lobisi güçlüdür. Sivil amaçlı silah kullanımı bir türlü engellenmez. Bu olanaksız mıdır?
30 yıl savaş görüp 3 milyon kayıp yaşamış Vietnam’da sivil amaçlı silah kullanımı yasak. Bu yasak, tek başına, cinayet ve genel olarak suç oranlarını düşürüyor.
Aynısı neden ‘Batı’da olmasın? Niye bu kadar çok insan, okullara ve üniversitelere yönelik nişancı saldırılarında öldürülüyor? Silah lobisi bu saldırılardan neden sorumlu tutulmuyor? Verilen yanıtlarda da iler tutar bir yan yok. Silah bolluğu ve kolay erişim, suç oranlarını uçuruyor; uçan suç oranları da daha çok silah ihtiyacı doğuruyor. Önce silahları serbest bırakıyorlar, ondan sonra “niye böyle saldırılar oluyor?” diye yakınıyorlar. İşte kapitalizm.
3 - Temsilde eşitsizlik: Bir ‘Batı’ kapitalizmi klasiğidir: Avrupa’da ve Amerika’da ‘olası teröristler’i göçmenler ve sığınmacılar içinden ararlar; ancak okullara ve üniversitelere yönelik nişancı katliamlarında gördüğümüz gibi, terör için, sonradan gelenlere bakmaya gerek yok. ‘Terör’ün o topraklarda ‘yerli ve milli’ kökleri var. ‘Batı’nın önce bunu kabul etmesi gerekiyor.
Oysa çeşitli muhalif yazarların dile getirdiği gibi, bir Müslüman’ın yaptığı saldırı hemen ve sorgusuz sualsiz olarak terörizmle ilişkilendirilirken, saldırgan beyaz olduğunda, ‘terörist’ sözü yerine, ‘yalnız kurt’, ‘akli dengesi bozuk’ vb. zaten ak olan beyazları iyice aklayıcı ifadeler kullanılıyor. ‘Yalnız kurt’ denerek, ‘beyaz terörizm’in arkasındaki örgütsel bağlar gizleniyor. ‘Akli dengesi bozuk’ denerek ise, “beyaz ama bizden değil” aklaması yapılıyor.
4 - Avustralya-Yeni Zelanda ilişkileri: Yeni Zelanda küçük bir ülke. Avustralya’yı diplomatik ve askeri abi (ya da cinsiyetçi olmamak adına abla) olarak görüyor. Dışişlerini ve milli savunmasını büyük oranda Avustralya’ya bırakmış durumda.
Saldırganın Yeni Zelanda’ya bu kadar kolay giriş yapması, bununla ilgili. Çeşitli ortamlardaki kimlik kontrollerinde başka ülkelerde doğmuş olup sonradan vatandaş olmuş olanlar bekletilirken, beyazlar bekletilmiyor.
Bu da, gerçekte Yeni Zelanda açısından güvenlik açığı doğuruyor. Fakat ülkenin küçüklüğü ve Avustralya’nın gölgesinde olması nedeniyle, beyazlara yönelik (ya da genel olarak Avustralya’dan gelenlere yönelik) daha sıkı kontroller yapması olanaksız görünüyor. Yoksa aralarındaki ilişki bozulur. Yeni Zelanda bunu göze alamaz.
5 - Göçmen oranı: Bu saldırıya bakarak, Yeni Zelanda’nın, özellikle Christchurch’ün çok göçmen aldığı sanılabilir. Avrupa ve elbette Türkiye’yle karşılaştırıldığında, bu kesinlikle doğru değil.
Bir kere, internetteki yaygın hayranlığın, ilgi ve isteğin tersine, Yeni Zelanda, çeşitli nedenlerle, göçmenlerin çok fazla tercih ettiği bir yer değil.
Bir kere ekonomisi küçük, kaynakları yeterli değil. Bir Yeni Zelanda klasiği olarak, mühendis olan bir göçmenin bakkallık yaptığını görebiliyorsunuz. Avrupa gibi bir olanaklar ve çoklu olasılıklar coğrafyası değil. Küçük ölçek, buna engel oluyor.
İkincisi, ıssız, köylük, insandan kat kat fazla sayıda koyunun olduğu bir yer.
Üçüncüsü, dünyanın öbür ucunda olduğu için, göçmenin ailesel vb. nedenlerle ülkesine gidip gelmesini (elbette savaş yoksa, gidebiliyorsa) zorlaştırıyor.
Dördüncüsü, toplumsal-kültürel yaşam, Avustralya’dakine göre çok daha sönük. Boş zaman etkinliği pek az. Bu nedenlerle göçmenler, Yeni Zelanda yerine Avustralya’yı tercih ediyor. Yeni Zelanda, genellikle kısa süreli geziler için ilginç; uzun süre yaşamak için ise sıkıcı bulunuyor.
Yeni Zelandalıların kendi içlerinde de büyük bir oran, kendi ülkeleri yerine Avustralya’da ya da başka ülkelerde yaşamayı yeğliyor. Dolayısıyla, “Yeni Zelanda’da çok göçmen var herhalde” biçimindeki algı tümüyle yanlış.
6 - Ekonomik ‘ırkçılar’ ve ideolojik ‘ırkçılar’: Başka bir yazıda belirttiğimiz gibi (**), Türkiye’de ırkçılık tartışmaları tümüyle yanlış kavramsallaştırmalara dayanıyor. Aslında birçok örnekte, söz konusu olan, ırkçılık değil, ayrımcılık.
Örneğin, Suriyeli diye bir ırk yoktur; bu nedenle, ‘Suriyelilere yönelik ırkçılık’ gibi bir ifade doğru değildir. Doğrusu, çok daha kapsayıcı olan, ayrımcılıktır.
Irklara yönelik, sonradan çıkma kültürcü yorumlar da yanıltıcıdır; çünkü bir kere, ırkçının düşünsel yapısını yansıtmaktan uzaktır.
Irkçılık, Nazi döneminden kalma beyaz, siyah, sarı vb. ırk kategorilerine dayanır. Bunlar, Türkiye’de çok fazla bir anlam ifade etmez ya da aynı anlamlara karşılık gelmez. Ama dünyanın dört bir yanından göç alan ülkelerde, oldukça anlamlıdır; çünkü o ülkelerde tüm kıtalardan topluluk oluşturabilecek kadar büyük bir insan çeşitliliğine rastlarsınız.
Türkiye’de ırkçılık tartışmaları, kavramsal olarak hatalı olduğu için, ekonomik ayrımcılık ile ideolojik ayrımcılık arasındaki fark hâlâ anlaşılabilmiş değildir. Ekonomik ayrımcılık, “işimi elimden alıyor, ucuza çalışıyor” vb. türünden, kültürel ve biyolojik boyutları olmayan bir ayrımcılıktır ve bu ayrımcılık türü, belli bir kesime özgü değildir; ekonomik çıkar çatışması yaşanan her kesime yönelebilir.
Oysa bu, Türkiye’de sık sık gerçek ırkçılıkla karıştırılıyor; ve böylelikle, demokratlar için beklenmedik olumsuz bir sonuç doğuyor: Her şeye, herkese her ayrımcı davranışa ırkçı dendiğinde, ırkçılık, kabul edilebilir, sıradan, günlük bir öğeye dönüşüyor. Oysa yaygın olan, ırkçılık değil, ayrımcılık.
Ekonomik ayrımcılığın tersine, ideolojik ırkçılık, beyaz üstünlükçülüğüne karşılık gelir. Buna göre, beyazlar biyolojik olarak da kültürel olarak da üstün ırktır. Diğer ırklara yaraşan, ölüm, tutsaklık ya da beyazlara köle olarak hizmettir.
Beyaz üstünlükçülüğünde hiç bir ekonomik boyut yoktur. “Ekmeğimizi elimizden alıyorlar” gibi şikayetler söz konusu değildir. Bu ikisi, ekonomik ayrımcılık ve ideolojik ırkçılık, Türkiye’de birbirine karıştırılsa da, gerçekte aynı değildir.
7 - Irk değil din temelli bir saldırı: Peki, Yeni Zelanda saldırganı ırkçı mıdır? İşte yine kavramların karıştırıldığı bir nokta.
Değildir. Değildir çünkü saldırgan, Müslümanları hedef almıştır. Irkçı olsaydı, bölgede nüfusları Müslümanlara göre daha fazla olan Hintlileri ve Çinlileri hedef alacaktı. Yeni Zelanda yerlisi olan Maorileri de hedef almamıştır. Saldırının ideolojik temeli, ırkçılık değil Hıristiyanlıktır.
Saldırganın manifestosu da, saldırının temelinde, Müslüman-Hıristiyan çatışması algısı olduğunu gösteriyor. Silahlara ve şarjörlere yazdığı yazılar da bunu doğruluyor.
Terörizmin dininin olmadığını bir kez daha görüyoruz. Nasıl ki, ‘İslamofaşist’ gibi bir ifade dolaşıma girdi; bu saldırgan da ‘Hristofaşist’ ifadesini hak ediyor.
Buradan dinlerin terörizm eğiliminde olduğu sonucu çıkmaz; ancak, bir faşist saldırının dinsel temeli varsa, onu gerçekçi bir biçimde adlandırmamız gerekiyor.
8 - Saldırgan hasta mı: Daha önce, beyaz terörizminin ‘akli dengesi bozuk’ denerek aklandığını gördük. Yine de soralım: Saldırgan hasta mı? Şunu anımsamak gerekiyor: Yalnız Yahudileri değil Çingeneleri, eşcinselleri ve komünistleri de toplama kamplarında katleden Naziler hasta değildi; gayet sağlıklılardı; Japon kamikazeleri de öyle…
Canilere hastalık atfetmek ilk başta mantıklı geliyor; oysa hukuksal açıdan, eğer hastalarsa, yaptıklarından sorumlu tutulamazlar. Onlar hasta değil, gayet sağlıklılar.
Bir de bu vesileyle, yaygın bir yanlışa dikkat çekelim: İslamofobi sözcüğü (ve zenofobi, homofobi vb. diğer ifadeler), yanıltıcıdır. Aslında bunlar fobi değildir. Fobi olsalardı, bunları hastalık saymalıydık ve az önce andığımız gibi, bu durumda fobik olanlar hukuken sorumlu tutulamazlar. Bu ifadeler, aslında yanlış bir duyguya işaret ediyor. Duygusal eşleşme hatası var.
İslamofobik bir insan, İslam’dan korkmaz, ondan nefret eder. Dolayısıyla, doğru ifadeler, Yunancadan hareketle, miso-İslami, miso-zeni ve miso-homi olmalıdır. Bu çekim türü, kadın düşmanlığı ya da kadınlara yönelik nefret anlamına gelen miso-jini (‘jinekolog’un ‘jin’i) ifadesiyle aynı hizadadır.
9 - Şiddete duyarsızlaşma: Saldırganın, görüntüleri sosyal medyada yayınlaması, bize kendimizle ilgili şu acı gerçeği gösterdi; başka bir deyişle, bize bu yönde bir içgörü sağladı:
Kimimiz, bu görüntüler geldiğinde, “fenalaşırım” diyerek görmek istemedi; fakat sonradan anlaşıldı ki, görüntüler hiç de öyle mide bulandırıcı gelmiyor.
Neden böyle bu? Çünkü şiddet içerikli medya programları ve filmler sayesinde, şiddete iyice duyarsızlaş(tırıl)mış durumdayız.
Ayrıca, görüntüler birinci tekil şahıstan çekildiği için, teknik olarak, saldırganla özdeşleşme bağı oluşuyor. Ve hepsinden kötüsü, bu, gerçek değil de, bir bilgisayar oyunu gibi geliyor.
Bu durum, akla, dizilere ağlayıp haberlerde gösterilen ölü çocukları umursamayan izleyicileri getiriyor. 50 kişi öldürülüyor ama biz bu ölümleri onların açısından değil saldırgan açısından görüyoruz ya da görmeye zorlanıyoruz.
Psikoloji araştırmaları, bize insan öldürmenin psikolojik açıdan zorluğuna ilişkin bir sıralama sunuyor: İnsan öldürmenin en kolay yolu, bunu uçaktan bomba atarak yapmak. Orta zorluk, ateş ederek öldürmekte ve en zoru ise, bıçaklayarak öldürmek. Ne kadar temas varsa, öldürmek o kadar zorlaşıyor.
Bu saldırıda da bunu görüyoruz. Saldırgan, genelde, uzak mesafeden ateş ediyor. İzleyiciler, hem de bunu gerçek değil de oyun olarak görmeye alıştırılmış izleyiciler olarak bize kalansa, utanç oluyor.
10 - Algoritmaların ardındaki gerçek: Bir çift söz de sosyal medya için: “Nasıl oldu da sosyal medya siteleri saldırganın videosunu saatlerce yayından kaldırmadılar?” diye soruluyor.
Yanıt olarak da, “yapay zeka algoritmaları iyi değilmiş, bunu bilgisayar oyunu sanmış” deniyor.
Bu yanıt, doğru görünüyor; oysa daha doğru bir yanıt, derinlere bakmamızı gerektiriyor.
Dünya genelinde, özellikle büyük şirketlerde yapay zeka ve otomasyon kullanımı yaygınlaşıyor. Bir algoritma yazılıyor; diyelim beş insan çalışanın yapacağı işi, bu algoritma çözüyor. Buradaki varsayım, algoritmanın beş insan kadar ve hatta onlardan daha ileri düzeyde verimli olduğu.
Oysa bütün o iyimser, pembe düşlü, bol coşkulu bol heyecanlı gelecek imgelerinin tersine, yapay zeka ve otomasyon, birçok alanda, beklenenin çok gerisinde. Beklentiler yüksek ve gerçeklerin oldukça uzağındalar.
Peki, neden insanların yerine algoritmaları koymak istiyorlar? Daha fazla kâr için. İşte size kapitalizm bağlantısı. Bu, basit bir algoritma sorunu değil. Bu, sosyal medya şirketlerinin o kadar yüksek gelirli olmalarına karşın, daha fazla kâr hırsıyla, insan kadar verimli olmayan algoritmaları işe koşmasıyla ilgili.
Üstelik bu, algoritmaların ilk yanlışı da değil. Çeşitli ülkelere giriş yaparken, pasaport kontrol noktalarında, pasaport fotoğrafı otomasyonlarının çekik gözlülerin fotoğrafını “gözünü kapattı, geçersiz fotoğraf” diyerek geri çevirmesi, örneklerden biri.
Ya da kim, sevdiğinden ayrıldıktan sonra, her şeyi unutmaya çalışırken, Facebook’un “geçen yıl şu fotoğrafları paylaştın” uygulamasındaki tatsızlığa kızmaz ki?
Hesapta yapay zekanın böyle bir terör olayını engellemesini bekliyoruz, ama o, bunu öngöremediği gibi, saldırının videosunun içeriğini çözümleyebilmekten bile uzak… Gelecek iyimserleri için büyük fiyasko…
Üstelik, bir de, devlet-özel sektör işbirliğiyle, kapalı kapılar ardında, çok gizli olarak, yapay zeka silahları geliştiriliyor. Bunların üretiliyor olması bile zaten tartışmalı. Ama haydi bunu geçelim, bu silahların hata yapmayacağına bizi kim inandırabilir?
Silahlı insansız hava araçları (SİHA) bile ‘yanlışlıkla’ kendi askerlerini vururken (sivillere daha hiç gelmeden), bu yapay zeka fetişizmi, bir düşünce olmaktan çıkıp insanlık için bir tehlikeye dönüşüyor. Yeni Zelanda saldırganının sosyal medyada yayınladığı video, bir yandan da bunları düşündürüyor.
***
Konumuza dönersek, bu yazıda, Yeni Zelanda saldırısına yönelik 10 gözden kaç(ırıl)an gerçeği sıraladık. Bunların her biri, kapitalizmin örgütlenme biçimiyle bağlantılı. Bundan sonra bu tür saldırıların olmadığı bir gelecek düşlemek istiyoruz; fakat böyle bir dünya düzeninde bunun gibi daha çok saldırı olacağı da aşikar.
Bir kere, silah lobisi ve silahlara erişim kolaylığı gibi temel bir olgu var. Ayrımcılığı ve temsilde eşitsizliği kazınca karşımıza yine kapitalizm çıkıyor. Ülkelerarası ilişkiler zaten kapitalizmin bir ürünü. Bu kadar göçmen ve sığınmacı olması, dünya emperyalist sisteminin kimi ülkeleri sömürüp geri bıraktırmasıyla ve bu da yetmezmiş gibi bizzat savaşlarla cehenneme çevirmesiyle doğrudan ilişkili. Yoksa kim, memleketini bırakıp da başka ülkelere gitmek ister ki… Giden gider, ama adaletli bir dünyada göçmenler ve sığınmacılar çok az sayıda olacaktır. Bugünkü durum ise bunun tam tersi. Bunlar yetmezmiş gibi, kapitalizm bir de bizi şiddete duyarsızlaştırıyor ve sosyal medya şirketleri de daha fazla kâr amacıyla işe koştukları, insancıllıktan ve insan duyarlılığından uzak algoritmalarla bütün bunların üstüne tüy dikiyor.
Bütün bunların gösterdiği şudur:
Bu sorunun çözümü, kapitalizmde değildir. Bu saldırıların ister o taraftan ister öbür taraftan, ister o coğrafyada, ister öbür coğrafyada devamı gelecektir. Bu saldırıları kapitalizm altında tümüyle engelleyemeyiz. Ancak, bunları en azından sayıca azaltmak istiyorsak, sivil amaçlı silah alım-satımının, taşımanın ve kullanmanın karşısında olmalıyız. Böylelikle saldırganlar, silaha erişemedikleri için saldırı düzenleyemezler, ancak manifesto yazarlar. Manifesto yazmalarının da bir sakıncası bulunmuyor.
Bu saldırılara karşı ve karşın umutlu olmak zorundayız.
Her inançtan ve inançsızlıktan tüm insanlara huzur dolu bir dünya diliyoruz! (UBG/EKN)
***
Dipnotlar:
(*) Tez için bkz. “That Was When I realized I was Georgian!”: The Imagined Renationalizing of Georgians and Republican and Post-Republican Responses to New Georgian Nationalisms
(**) Bkz. Gezgin, U.B. (2019). Taksim’deki Suriyeliler: Irkçılık, Ayrımcılık ve Sınıfsal Bakış Üzerine. Eleştirel Kültür Dergisi, 14.01.2019.